Ağzında votka tadı. Tatsızlığı. Sek. Soğuk bir havada kırmızı atkılı anneni izliyorsun. Annen gözlerinin önünde doğuyor. Sert, zorlu bir doğum. Votka gibi geçiyor boğazından. Soğuğu parçalayan. Yakıcı. Annen doğar doğmaz sert ve nasırlı eller yaratıyor kendine. Gökyüzünden sana selam veriyor. Daha genç yaşında. Ölmemiş.
Masalın ortasından bir kızak geçiyor. İzliyorsun çocuk gözlerinle. Dimitri’nin değil de Dima’nın bakışı bu. Kızağı çeken üç köpek zihnine yerleşiyor. Sonra, yıllar sonra, büyük adam olduğunda üç köpek alacaksın. Kuzeydeki şehrin en kuzeyindeki o kocaman evinin avlusunda dolanacaklar.
Denizi duyabileceğin bir yerde. Ayazdan yontulmuş dalgalar. Kargaların aniden havalandığı tarlanda hiçbir şey yetişmiyor. Ava gidiyorsun. Daha da kuzeye. Demirkazık’a dokunacaksın neredeyse. Eve döndüğünde şömine yakılmış, sıcacık. Emrinde çalışan kaç kişi var? Hatırında değil.
Ama çoktur muhtemelen. Bir kâtibin dahi vardı hatta. Ona söyleye söyleye bir roman yazdırıyorsun. Yazı dudaklarından akıp kâğıda yapışıyor. Söyleyeceklerin bittiğinde ortaya çıkan “şey” seni tatmin etmekten uzak. Bir generalin hevesi gibi oluyor işte ne bileyim. Kâtibe kızıyorsun. Onun parmaklarına. Değiştirmediler diye havada uçuşan harfleri. “Parçaları”.
Anneni Stalin mi öldürdü, yoksa Kruşçev mi? Önemi var mı? Gerçek miydi annenin elleri? Yoksa rüyada mıydın seni okşarken, seni döverken? Petrograd. Annen yok ortada. Leningrad. Annen her yerde sorgulayan gözleriyle. Piter. Annenin hikâyesi biter.
Ölüm düşlerinde saklanır insanın. Yaşlı adam mı konuştu? Düş görmeyen? Oydu değil mi tanıdığın ilk Türk? Beyazıt’ta… Çok klişe bir sahne ile arkadaş olduğun. Adı neydi adı? Mehmet muhtemelen. Çocukluğu güneyde geçmiş. Antalya belki. Ya sen nereden? Türkler böyle sormaz bu soruyu. Nerelisin mi diyorlardı?
“Denize yağmurda gireceksin. Gözlerini kapatıp bakacaksın. Bu önemli. Gözlerin açık olursa aynı hissiyatı vermez.”
Arkadaşının sesi çatallı. Belki uzaktan geliyor. Bir Mehmet’ten beklenecek şekilde ortalama göz rengine sahip. Sürekli denizden bahsediyor. Balıklardan, yakamozlardan, denizdeki mehtaptan; Mehtap’tan, o da arkadaşıydı, karısı mıydı yoksa?
“Minsk’e dönersem seni de yanımda götüreceğim,” diyorsun. Mehmet yaşlı ve çatallı sesiyle gaza geliyor. Biraz Rusça bildiğinden bahsediyor. Bir şeyler mırıldanıyor. Tonlamalar berbat, tek kelime anladığın yok. Ama sana “Tavariş Dima” diye hitap ettiğinde hortlak görmüş gibi bakıyorsun suratına.
“Minsk denize uzak.” Ağzından çıkan bu bağlam dışı bilgi Mehmet’in moralini bozmuyor.
Nasıl geldin İstanbul’a? Aniden. Annen ölünce burada aldın soluğu. Beyazıt’a ışınlanıverdin sanki. Üç köpeğin, kocaman evin, rütbelerin seninle birlikte ışınlanmayı reddettiler.
Anneni Puşkin mi doğurdu? Yere serildiği düellodan önce şiir yazarken. Yoksa yüz yaşında, derisi soğuktan çatlamış bir babuşka mı doğurdu? Öyle bir ara. Sofraya her zamanki adımlarıyla pelmeni koymadan önce. Var mı önemi?
Mehmet hayatı boyunca tek bir düş görmemiş olmanın verdiği acemilikle Minsk’i düşlemek hususunda başarısızlığa uğruyor. Onu Minsk’e götürecek misin gerçekten? Annenin kucağına? Annenden kalan ne kadar kucak varsa paylaşacak mısın? Doğru doğru, sen gitmeyeceksin ki zaten. İstanbul’da dar sokaklardan geçilerek varılan ahşap bir binada, usulca ölüvereceğini ikimiz de biliyoruz. Çok eski bir binada, Türkçe konuşarak. Yanında Mehmet olmayacak. Çoktan ölüp gitmiş o.
Annenin parçaları haritanın üzerine saçılmış. Kolu bir Kırgız çadırından içeri girerken ayakları Sibirya’da tundraları adımlıyor. Parçalardan parçalar yaratıyorsun. Düşünde. Mehmet’in hayaleti de düşlerine sızmış. Sessizce oturuyor, Antalya’da deniz kenarında gençliğini yudumladığı günlerdeki gibi. Hiç Antalya’ya gitmedin sen Dimitri. Mehmet götürmedi seni oraya. Sen de onu Minsk’e götürmeyeceksin. Beyazıt’ta konuştuğunuz her şey orada kalacak. Şehre bir yabancı girmediği gibi, kimse de yolculuğa çıkmıyor. Hikâyesiz parçalar. Annenin ölümünden kopan.
“Dima!” diye bağırıyor baban. Sen korkarak eve geleceksin. Daha general değilsin. Lenin adına verilen nişan henüz göğsünü süslemiyor. “Dimitri!” diye bağıracak baban. Umurunda olmayacak. Üç tane köpek alacaksın. Kızağa koşmayacaksın onları. Kocaman bir avluda, bir romanın sayfalarından akar gibi yaşamalarına izin vereceksin. Masalın ortasından kızaklar geçmeyecek. Sen belli ki İstanbul’da öleceksin Dimitri. Bunu adın gibi biliyorsun.
Sessizlik. Tanıdık bir düş. Her şey yerli yerinde. Perdeyi açıyorsun. Perdenin ardına düşlerin tortusu yığılmış. Dışarı çıkılamayan kış günleri gibi. Belediyeden bir ekip gelecek ve hatıraları kürüyecek. Sen izleyeceksin. Gerçek olsun, diyeceksin. Ve gerçeğin iyi olduğunu göreceksin. Belki…
Editör: Aydın Kayabaşı
- Annen Bir Düş müydü? - 29 Aralık 2024
- Kalemsiz - 7 Temmuz 2024
- Gecikmiş Bir Akşam Uykusu - 4 Haziran 2024