“Allah ayak,
Demir dayak ver;
Saladan ses dur, Allah’tan destur!
Şimdi çocuğun iki ayağına da şu elimdeki ipi bağlayacaksın. Yürüttüreceksin oğlanı kapı eşiğinde. O dolaşırken sen bu dediklerimi yüzüne üfleyeceksin.”
“Kimin yüzüne?”
“Oğlunun a kızım oğlunun. Sonra birden durdur çocuğu, evdeki bir makasla keseceksin ipi, orta yerinden.” Gülmüşüm. “Kesme de göreyim, oğlanın ayakları birbirine dolaşıp dursun onca yıl,” dedi. Birden ciddileştim. “Tamam,” dedim “keserim.” “İyi o zaman dön şöyle benim etrafımda şimdi. ”
O kadar yüksek sesle konuşuyordu ki kendi etrafında insan nasıl döner, unuttum. “Dönsene kızım!” dikildiğimi görünce kendisi benim etrafımda dönmeye başladı. Kafasının bitimi göz hizama denk geliyor. Kırmızı bir kurdele bağlamış başına, tepesine de düğümler atmış. Biraz parmak uçlarımda dursam kırmızı bir lazerin etrafımda dolaştığını sanacağım. Neyse ki durdu. Biraz iteledi beni dururken.
Beni sandalyeye oturttu, geldiğinde bardağa koyduğu suya parmaklarını batırarak suyu yüzüme serpti. İrkildim, ayağa kalkacakken omzumdan çöküp oturttu beni. “Bu suyu kocan geldiğinde…” “Eski kocam olacak yakında,” dedim. “Eski deme sakın, yok, negatif enerji gönderme evrene,” dedi devam etti, “geldiğinde yüzüne benim sana yaptığım gibi serp suyu.”
İçirt dese daha makul. “Yapmazsan olmaz, yaparsın değil mi benim güzel kızım?”
“Yaparım herhalde,” dedim.
“Bak bunca mal mülk boşuna mı gitsin? Valla gözümü aldı evinizin beyazlığı. Kaç kat ev dört mü beş mi? Kızım sen saf mısın? ”
“Sahi saf mıyım ben?“
“Tüm evi dolaşamam, senin çalışanlardan ikisi gelsin. Tüm odaları şu masadaki boncuklardan dağıtsın,” dedi. Birinci sınıftayken abaküslerimizin boncuklarına benzer şeyleri gelişigüzel bir kaba koymuştu. Bunlar nereye bırakılsa ben buradayım diye bağırırlar, o kadar iriceler. “Söyle üçe üçlemem lazım, üçe üçlemeden toplamasınlar sakın bunları odalardan.”
“Tamam,” dedim. Bu üçlemek ne demek ki?
Evimde yaptığı akıl almaz şeyleri eliyle toplar gibi odada dolaştırdı. Avucuyla havadan görünmez bir şeyler toplayıp koltuğunun altına soktu. “Hıh!” dedi, “hıh, az kaldı.”
Sonra kaçarcasına gitti. Arkasından uzunca bakmaya gerek görmedim, cesaret edemedim biraz da. Teyzemin dediği kadar vardı, hem komik hem ürkütücüydü bu kadın.
Kapıyı arkasından kapatırken içimden tekrarlıyordum. “Allah ayak, demir dayak ver, saladan ses dur, Allah’tan destur. Üçlersem daha sağlam olur; Allah ayak demir dayak ver, saladan ses dur, Allah’tan destur…” Tam dilimi dudaklarımın arasından çıkarıp etrafa tükürecektim ki kapı zili çaldı. “Destur,” diyerek açtım. Kadın şimdiden bir etki bırakmıştı bende. Teyzem telaşla içeri girdi. “Tam vakti tam vakti! Zamanında gitmesi pekiyi,” dedi. Sarılamadım bile. Mutfağa geçip boynundaki fuları hışımla söküp attı. Sandalyenin yaslanma yerine gelişigüzel serdi. “Aysel bana bir orta şekerli, hadi.”
Konuşmama fırsat vermeyeceği belliydi. Ağzı dolu gelmişti bakalım bu sefer neler dökülecekti fincanına.
“Güneş batımına yakın gel aman ha batmadan da git demiştim, aferin dediğimi yapmış. Köşeyi dönerken karşılaştık, gözlerini üç kere kırptı. Tamam, dedim halletmiş.”
Lokumu da dolaptan çıkarıp tepsinin yanına dizdim. “Güllü mü?” diye sordu. “Karşıma geç otur, dinle beni Aysel.” Bir yudum aldı kahvesinden, dudaklarını emdi. Bu beğendi demekti. Bir parça da lokum attı ağzına. Yaslandı sandalyeye. Bir müddet dinlendi. O masaya eğilirken istemsizce ben de eğildim. O yaslandığında yaslandığım gibi. “Gece on iki olmadan yatırma çocuğu aman!” Teyze, dedim onda uyuyor ama. “Olsun oyala, ne var sanki. Çizgi film aç. Kahve içir kahve. Soda da ver üstüne.” Güldüm. Bunların hiçbirini yapmayacağımı o da biliyordu. Gönlü kalmasın, bunu da denemedik demesin diye kabul etmiştim tüm bu olanları. Keyifle bitirdi kahvesini, ters çevirirken etrafında salladı fincanı. Üstüne de yüzüğünü koyarak kapattı
“Halim belli de, aman işte olsun, adet olmuş. Bakalım ne çıkacak? Bu soğuya dursun Aysel, sen memnun kaldın mı onu söyle bana.” Gözlerimin içine bakıyordu teyzem onu hayal kırıklığına uğratmamam lazımdı. “Evet, teyze,” dedim. “Evet de ne?” dedi. “Enerjisini aldın mı? Hissettin mi bir şeyler onu de?” Hissetmiş miydim? Yo. Ne hissetmem gerektiğini bilmiyordum. “Tabii,” dedim, “etkilendim.” Aslında komik de bulmuştum kadını ama bunu teyzeme söylemezdim. “Efsunludur Mualla. Annesi bunu doğurmadan rüyasında görmüş, bir ayağı aksak fark ettin mi?” Fark etmemiştim. “Ama aksatmaz. Öyle arazlıkları kapatır. İşte bak fark etmemişsin bile. Sonra -r leri söyleyemez.” Yüzümde bir değişikliğin olmadığını görünce “Bak,” dedi “onu da anlamamışsın. Kızım sen bu kadını dinledin mi ?”
“Dinlemez olur muyum teyze? Ne diyorsa hepsi aklımda,” diyerek parmağımla şakaklarıma vurdum; çakmalarımı açarken öğretmişti bunu bana teyzem.
“Oğlanı ne zaman alacaksın?”
“Yarın sabaha getirir,” dedim. Gözlerini kırparak “Tamam,” dedi. Ayağa kalkmaya yeltendi, tombul baldırları buna izin vermedi. Sandalyenin kolundan tutunarak bir daha denedi. Ayaklandı. “Sülüklerimi kusturtmadan yaptırdım ya bu sefer, ondan tebelleş oldu bu ağırlık bacaklarıma. Yoksa evvelden beri kiloluyuz annenle bir kere gördün mü oturup kalkamadığımızı?” Bu bilinen soruların cevaplarını vermedim. Biliyordum; az da bahçede oturacak, yanına bir sigara yakacak. Çalışanlardan börek isteyecek, el açması, sekiz fincana yakın çay içecek. Gitmeden kibritleri yakıp söndürüp dumanını yüzüme üfleyip dua okuyacak. Yüreğime zapt ettiğim nazarları su gibi akıtacak yerlere. Hem kendi rahatlayacak hem de mezarındaki kardeşi rahatlayacak, böylece yerinde dönüp durmayacak, kardeşinin kızına teyzelikten çok annelik yaptığına kendini de annemi de inandıracak.
Gece on ikiye gelmeden eniştem Toros arabasıyla gelip aldı teyzemi benden. Balıklar bugün ona dostça davrandığından uğramamışlar yanına. İşleri hep ters anlatır bu adam. Kornasına basıla basıla bahçemdeki ıhlamur ağacımın yapraklarının arasından gözden kayboldu Toros. Onlar evimden her gittiğinde ağlayasım geliyor, otuz altı yaşındayım. Altı yaşında da böyle aynı böyle hissederdim.
Ben bu gece burada sabahlarım. Şarkı mırıldanır, biraz şiir yazar, ıhlamur kaynatırım. Aklıma bir zamanlar bana birilerinin söylediği can sıkıcı şeyler gelir. Tam da yeri gelmişken diyemediğim kelimeler döner durur zihnimde, pişman olurum. Aklıma gelecekte olabilme ihtimali olan asılsız ve acımasız senaryolar gelir, kaygılanırım. Benim aklıma şimdiye ve şu ana dair anda kalma modasına uymak gelmez. Çünkü ben hep bu anı daha sonra hatırlamak için yaşarım.
Saat beşe kadar sallanan sandalyemde üzerimde kocamın biz sevgiliyken aldığı battaniyeyi örterek oturdum. Telefonu yanıma bilerek almadım ki anda kalayım. Kaldım da, o an da kaldım. Ümit’in beni evlilik yıldönümümüzde restoranın masasında bırakıp acil bir hasta için hastaneye gittiği anda. Telefonu her zamanki gibi ay ışığı sonatıyla sesini duyurmuştu. Ekrandaki ismi gördüğünde direkt bana bakıp yutkundu. Lokma değildi oysa ağzındaki, iki yudum çilekli soda içmişti. Sandalyesini geriye ittirerek ayaklanmasından acil bir şey olduğunu anlamıştım. “Hemen geliyorum,” dedi ve kapıdan çıktı. İşte bu kadar, işte benim kaldığım “an” bu.
Sevgilisinin erken doğumunu kendisi yaptırtamadığından, benim için tam bir sürpriz olan bebeklerini kaybettiğini öğrendiği o anda o da kalmıştı ben de.
Bir daha eve uğramadı. Telefonlarıma çıkmadı. Doğumun her an olacağını ve oldukça da riskli olduğunu bildiği halde yıl dönümümüzde ben söylenmeyeyim diye yemeğe çıkışımızı affedemedi. Ben… Peki ben? Neleri? Kimleri…
Şimdi ben yarın sabah oğlum bana geldiğinde, çocuğumun ayaklarına bir ip bağlayacağım. Tam yürürken oğlum o ipi makasla birden keseceğim. Oğluma ne olduğunu asla anlatmayacağım.
Evin içinde üç kere dolaştırıp çocuğumun yüzüne üfleyeceğim. Yapabilirsem Ümit’in suratına birkaç damla su serpeceğim. Aradan zaman geçecek kırmızı kurdeleli kadın evime yine gelecek ve bu kez kapı eşikleriyle ilgilenecek, bitmedi! Üçüncü kez geldiğinde sabırla bekleyip göreceğim, yıllardır birlikte olduğu sevgilisinden doğacak bebeğini evlilik yıldönümümüzde kaybeden kocamın bana dönüp dönmeyeceğini.
Ve ben bu “an” larda kalamadan daha kaç geceyi sabah edeceğim?
Editör: Aydın Kayabaşı