Yazar: 18:00 Öykü

ve Esma

I.

Şarabın ağzında bıraktığı kekremsi tat ve başına eklenmiş koca bir baş ile kan uykusundan zar zor uyandı. Kapıyı alacaklı çalıyordu sanki, alacaklıydı sahi, bugün ödeme günüydü.

“Bay Kovačević, içeride olduğunuzu biliyorum.” Açmakla açmamak arasında tereddüt etti. Daha ne kadar kaçabilirdi ki?

“Geldim, geldim!” Anahtarı çevirip geriye çekilmesiyle İman’ın hışımla içeriye girmesi bir oldu.

“Üç ay oldu Bay Kovačević, aksatmadan öderim,” demiştiniz bana.

“Doğru diyorsunuz, diyorsunuz da bazen verilen sözler tutulamıyor.” Genç kızın gözleri öfkeyle parladı.

“Annem, sizden gelecek paraya güvenip dükkânına klima taktırdı!”

“Güvenmeseydiniz?” İman, yanıt bile vermedi.  Adam, hem suçlu hem güçlüydü.

“Hemen giyinin, aşağı iniyoruz.” Kız çetin ceviz çıkmıştı, alacaktı bütün parasını. Bankamatiğe inip hesaba baktıklarında üç aylık kirayı alırsa ona bir şey kalmayacağını anlayan İman iki aylık kira bedeli olan üç bin markayı alıp gitti. Giderken de, “Ödemeyi bir kere daha aksatırsanız kendinize yeni bir oda bulun Bay Kovačević,” diyerek ültimatom savurdu.

II.

Son on beş yıldır yaşadıklarına inanamıyordu. Karısı ve iki oğlunu kaybetmiş, emekli edilmiş, sonunda o eski görev adamı gitmiş, yerine sorumsuz bir aylak gelmişti. Sahip oldukları yegâne mülk de yoktu artık. O meşhum gece, toza toprağa karışmıştı. Önce şehir dışında bir iki ufak ev kiralamış, sonunda merkezdeki bu odayı bulmuştu. Bir oda, bir mutfak ve bir banyo yetiyordu. Burası ona kimseye ait olmadığını hatırlatmıyordu. Bu odayla ilişki kurmasına gerek yoktu. Bir sabah valizini alıp gidebilirdi. Savaşla ne kaybetti derseniz, aidiyetlerini kaybetmişti. Bir kadına, iki evlada, beraber müzik yaptığı gruba ait olma bitmişti. Aidiyetlerin getirdiği sorumluluklar da. Bir an salı günleri yaptıkları provalar canlandı gözünün önünde. Keskin nişancılardan saklanarak salona varır, hemen yoklama alırlardı. Gelemeyen olunca, “Acaba keskin nişancıya yakalandı mı?” diye içlerine bir kor düşerdi.  Viyolonseli iyi çalardı, önündeki notaları eksiksiz, ritme uygun, kreşendo dekreşendoların hakkını vererek seslendirirdi eserleri ama ruhunu katamazdı. Yetkin bir virtüöz olsa orkestrada işi neydi?

III.

Bir ay çabucak geçmiş, kira günü gelip çatmıştı. Bütün maaşını yine içkiye, bahise ve kitaplara yatırmıştı. Viyolonselin yerini kitaplar almıştı. Emekli edildiğinden beri elini sürmemişti nazlı çiçeğine. Kendini tükenmiş hissediyor, romanlarda okuduğu diyarlara gitmek, hayatında hiç görmediği insanlara yarenlik etmek kolayına geliyordu. “Ödeme yapmazsan kendine yeni bir oda bul,” demişti kız. Bulurdu bulmasına da yeni oda için depozito isterlerdi. İman’ın annesi ile konuşmaya karar verdi. Aylardır dolapta bekleyen lacivert yün takım elbisesini çıkarttı. İçine beyaz bir gömlek giyip, ayakkabılarını boyadı. Kendine aynada şöyle bir baktı, yok yok olmaz, böyle parasız pulsuz görünmüyorum diyerek eprimiş hırkasıyla, dizleri çıkmış kahverengi kadife pantolonuna geri döndü.

IV.

Sabahın o huzur veren taze serinliğinde Başçarşı’ya doğru yürürken, Saat Kulesi’nin ding donglarına, kilise çanının metalik sesi ve ezan karıştı. Museviler ibadet zamanını bildirmiyordu, ne garip. Diğer yandan Museviler zamanın kıymetini en iyi bilenlerdi ona göre. Vakit nakitti ne de olsa. Yol boyunca aklına düşen bu nevi düşüncelerle Sac Bürek’e vardı.

“Sabah hayrola!”

“Merhaba, buyrun, ne istersiniz? Kıymalı ve patatesli böreklerimiz hazır şimdilik.”

“Yok, börek almak için gelmedim, Esma Hanım ile görüşmek istiyordum.”

“Esma benim.” Kadının gözlerinden hayranlıkla karışık, merak hızlıca geçiverdi.  Mustafa, yıllardır kendine her türlü kötülüğü etse de zaman ona, görenlerin dönüp bir daha baktığı bir karizma katmıştı. Adam da karşısında böyle bir güzellik beklemiyordu.

“Esma Hanım, bendeniz Mustafa Kovaçević. Fra George Martica 6’daki odanızın kiracısıyım.” Bunu duyan Esma’nın yüzü asıldı. Mustafa, elindeki bir demet papatyayı uzattı çekinerek.

“Teşekkür ederim, çok naziksiniz. Şöyle geçin,” diyerek bahçedeki iki kişilik masayı işaret etti. “Goran bize iki kahve verir misin?” diye içeri seslendi. Sizi dinliyorum der gibi gözlerini adamın mahcup gözlerine dikti. Kahveler geldiğinde, Mustafa gülümseyerek kahve duasını etti:

“Sana bu duayı eden Muçi Zade,

ne pirinç ne tapiyoka,

yalnızca keder içinde yüzen bu kulunu,

Allah’ım kahvesiz bırakma.”

Esma, “Bu ne şimdi?” diye hayretle bakarken, Mustafa atıldı: “Arnavut şair Muçi Zade’nin, Allah’ım beni kahvesiz bırakma şiirinden küçük bir parça.”

“Bu duayı okuyunca ne oluyor ki?”

“Hiç kahvesiz kalmıyorum.”

“Amin. Allah kimseyi kahvesiz bırakmasın,” dedi Esma yüzünde müstehzi bir gülümsemeyle.

Mustafa, kadından ödeme için biraz daha süre istemek için gelmişti ama ona ilk görüşte âşık olacağını hiç hesaba katmamıştı. Erkeklik gururunu ayaklar altına alamazdı ama üstünde ne para ne de para eder bir şey vardı. Bir tek alyansı. Karısını kaybettiğinden beri parmağından hiç çıkartmadığı alyansı.

“Bakın Esma Hanım, amacım kendimi acındırmak değil. Ben Saraybosna Senfoni Orkestrasında yıllarca viyolonsel çaldım. Bir gün bile ne provalara ne de konserlere geç kalmışlığım vardır. Faturalarımı, borçlarımı günü gününe öderdim. Sorumluluklarımı saat gibi yerine getiren biriydim.”

“Sonra her şeyi boş vereyim mi dediniz Bay Kovačević? Bizim kiramız da dahil?”

“Savaşta; karımı, iki oğlumu kaybettim, üstüne emekli edilince de bu hale geldim.” Pejmürde halinden nasıl bir hayat yaşadığını tahmin ediyordu Esma ama gözlerindeki o etkileyici bakışı hiçbir şey değiştirememişti.

“Ama savaş biteli on beş yıl oluyor. Bu topraklarda kalmayı seçen bizler aynı yaralarla yaşamımızı sürdürüyoruz. Çevrenize bir bakın, kolunu, bacağını, gözünü kaybetmiş ne çok insan var.” Mustafa söylenenler karşısında ezildikçe eziliyordu.

“Haklısınız, ne deseniz haklısınız Esma Hanım. Borcuma karşılık bunu kabul etmenizi istiyorum,” derken parmağından alyansını çıkartıp masanın üstüne bıraktı. Geçen gün meydandaki kafede, o büyücü gözlü kadına ailesini kaybettiğini söylemese, gidişlerini kabullenemeyecekti. Bir yabancıya içini dökmek en kolayıymış, bunu anlamıştı. Artık veda vakti gelmişti.

“Hayır, bunu kabul edemem, Bay Kovačević.”

“Elimde para eden tek şey bu Esma Hanım. Başka türlü kiranızı ödeyemem.”

“Sizinle şöyle bir anlaşma yapalım. Ferhadija’da bir restoran işleten arkadaşım haftada iki gün müzik yapacak birini arıyordu. Onunla konuşayım, iki aylık çalışmanıza karşılık size ödeyeceği parayı bana versin.”

“Ödeşmiş olacağız.”

“Hem siz de biraz oyalanmış olursunuz. Madem böyle bir yeteneğiniz var. Heba etmeyin.”

“Restoran ortamı ile viyolonsel bana pek uygun gelmedi ama?”

“Bence gayet uygun, insanlar yemek yerken birbirini duymak istiyorlar. Viyolonselin ilahi sesiyle kim bilir ne ilanı aşklara sebep olacaksınız?” İlanı aşk derken gözlerinde minik yıldızlar parlamıştı.

V.

Mustafa, hiç böyle bir çözüm beklemiyordu. Belli ki Esma Hanım sorun çözme konusunda uzman olmuştu. Belki o da Mustafa’dan hoşlanmış, tekrar görüşebilmek için bir bahane yaratmıştı kendince. Alyansını vermek zorunda kalmadığına memnundu. Ailesini kaybettiğini kabul etmişti ama yine de karısı her daim ilk sevdiği kadın olarak kalbinde yaşayacaktı. Odasına doğru yürürken etrafına bir de Esma’nın gözüyle bakmaya çalıştı. 2000’den sonra doğan çocuklar savaş nedir bilmiyordu. Yetişkinlerin onların sırtına bu acıyı yüklemesi haksızlık olurdu. Esma haklıydı, viyolonseli belki de bir ilanı aşka vesile olurdu. Mustafa da topluma müziği ile katkıda bulunurdu. İlk çıktığı gece Esma’yı da davet etmeyi planladı. Eline tutuşturulmuş bir kilo kıymalı börek ve yarım kilo kaymak ile odasına dönerken “Birtakım yeni tel almam gerekiyor,” diye düşündü.

Güneş yerinde, her şey yolundaydı sonunda.

Editör: Burak Akbaş

Latest posts by Zeynep Öztekin Yıldırım (see all)
Visited 32 times, 3 visit(s) today
Close
Exit mobile version