Yazar: 22:00 İnceleme, Kitap, Kitap İncelemesi, Roman

Zorlu Bir Yürüyüş: Ulysses

Joyce’a ve  Erkmen’e saygıyla…

“Odeon’da ‘Ulysses, 1922’de bu evde baskıya verildi.’ Yazılı mermer levhanın altında fotoğrafa durduğumda bir ampul yandı kafamda: Haddini bilmenin en sağlam yolu onu zorlamaktan geçiyordu.” İşte böyle der Nevzat Erkmen çevirdiği kitabın “Joyce’un Kulesi” adını verdiği ön sözünde. 

Bize Babil’i anlatır sonra. Rabb’ın Babil’i yıkmadan ama insanların dilini karıştırarak nasıl dağıttığını hatırlatır. “Birbirinizi doğru düzgün anlayamayacak, birbirinizle kesin biçimlerde anlaşmaya varamayacaksınız.” (sf.10) Çünkü Babil gibi bir kule olmak demek yücelikte Rab’la adeta aşık atmak demektir. O’na yakarmak ve yakın olmak mantığıyla bile olsa insanın kendini bu denli yüceltmesi kibrinin tecessüm etmesi değil de nedir? Bu kule metaforunu Erkmen eril bir kimlik ifadesi olarak ortaya koyuyor ki bunu romanı okuduğunuzda haklı buluyorsunuz. Erkmen daha sonra bu kule metaforunu Montaigne’in her defasında bir önceki basımının sayfalarının kenarına aldığı notlarla sarmal düzenle yeniden basarak yükselen bir kule şekline evirmesiyle birleştiriyor. Burada bırakmıyor tarihteki Babil gravürlerinden, kalabalıktan git gide sıkılarak kendi fildişi kulesine sığınanlardan bahsediyor. Fakat tersine şekilde fildişi kulesine çekilen kişinin kendi isteği ve iradesi ile bunu yaptığını belirtip en önemli mevzunun ise o kuleye çekilenin orada neyle meşgul olduğu meselesi olduğuna dikkat çekiyor. Ulysses’in bir kule olduğunu ve her şeyin Dublin’de sessiz bir söz yumağı gibi dikili duran Martello Kulesi’nde başladığını ve yine Dublin’de bittiğini net bir şekilde belirtiyor. Günümüzde de ayakta duran kimi ünlü kulelerle insanoğlunun bu ortak metaforunun resmini çekiyor.

Peki bütün bunların romanla ilişkisi nedir? Yanıtı Umberto Eco’dan bir alıntıyla veriyor: “ Joyce da Dante gibi yeni bir Âdem olmak istiyordu. Tıpkı onun gibi bütün dilleri bir araya getirip hamur eden bir dilin karanlık bir düşün peşindeydi.” (sf.21)

İşte bütün bunlar okunan 841 sayfadan sonra (ilk basımında 704 sayfa, 1984’te yeni basım) bir anlam kazanıyor. İç içe geçmiş dil zenginliği roman boyunca sizi şaşırtmaktan vazgeçmiyor. Kimi zaman değişen anlatıcılar, kimi zaman farklı tarihsel dönemlerin dili, kimi zaman argonun başı çektiği bölümler, bilinç akışının sizi sağa sola savurduğu hep dinamik bir okur olarak kalmanıza sebep olan bölümler, bilinen anlatıların ya da hukukun ya da vaazın vs. taklit edildiği muhteşem parodi bölümleri, değişik kültür seviyesine uygun ağızların kullanıldığı bölümlerle hakikaten dil ve anlatım açısından muhteşem bir Babil Kulesi ile karşı karşıya kalıyorsunuz. 

Ya peki tüm bunları anlamak kolay mı? İtiraf etmeliyim ki zor. Fakat kitabın bütün ömrünü bu işe vermiş çevirmeni bile bunu bir “had bilmek” meselesi olarak görüyorsa ve kelimenin gerçek anlamıyla ömrünü bu kitaba vakfetmişse biz okurların zorlanması çok doğaldır. Jung bile 27 Eylül 1932’de Joyce’a gönderdiği mektubunda şöyle der: “ Yapıtınız bir bütün olarak bana sonu gelmeyen bir acı verdi, üç yıl boyunca, kendimi kitabın içeriğine sokmayı başarıncaya dek, bu yapıt üzerine kara kara düşünüp durdum. Ancak şunu belirtmeliyim ki size olduğu denli yapıtınıza da çok büyük gönül borcu duymaktayım çünkü ondan çok şey öğrendim. Ola ki hiçbir zaman kitabınızdan tam anlamıyla hoşlandığımdan emin olamayacağım.” Jung bile bu derece bir zorluk ve çelişkiden söz ediyorsa iş elbette zordur. Gelelim çözüme. Kitabı anlamak için yapılması gerekenleri şöyle özetleyebiliriz sanırım. Babil, dedik fakat destanla mitolojiyle işimiz bitmedi. Kitabın bölüm bölüm  Odysseia destanına -Romalılara göre Ulysses- bir pastiş olduğunu en başta bilmeliyiz. Bu da bizim söz konusu destanı az çok bilmemiz gerektiği anlamına geliyor. Bir diğer bilmemiz gereken anlatılanların destanlardaki olağanüstülüklerle ilgisinin olmadığı; Joyce’un dünyasından izler taşıdığı ve bu sebeple bu romandan önce yine Joyce’un Sanatçının Gençlik Portresi adlı biyografik romanını okumanın iyi bir fikir olduğu. Çünkü kahramanlarımızdan Stephen Dedalus iki romanın da ortak kişisidir. Son olarak işinizi çok kolaylaştıracak olan bir başka kitaptan söz etmeliyiz. Ulysses’i okurken eşzamanlı olarak ilerlerseniz verimli olacaktır. O da yine çevirmenimiz Nevzat Erkmen tarafından yazılmış Ulysses Sözlüğü. Üç ana bölüm ve toplamda on sekiz alt bölümden oluşan Ulysses’te her paragraf numaralandırılmış. Paragraflarda yer alan göndermeler işte bu sözlükte numaraları belirtilerek tek tek açıklanmış. Bunlar gerekli mi? Evet. Çünkü Ulysses baştan iki büyük destana göndermeleri yetmezmiş gibi, onca farklı dil ve anlatım tekniği sanki hiç kullanılmamış gibi bir sürü göndermeyle dolu. Yazarın da bunu dile getirdiğini biliyoruz bir konuşmasında. Erkmen de bunu Çevirenin Sözü bölümünde bir anekdotla anlatır: Anima Nera filminde, Ulysses’i kitaplığın edebiyat rafına yerleştiren baş kadın oyuncuya Vittoria Gassman alaylı bir şekilde güler. Niçin güldüğünü ve kitabı hangi rafa koyması gerektiğini soran oyuncu arkadaşına Gassman’ın yanıtı şöyledir: Bulmaca ve sözcük oyunları rafına koymalısın!” Doğrusu 1997 yılında bu sözlük olmadan kitabı okumuştum ancak 2019 yılında basılan bu kitapla yeniden okuduğumda görmediğim, fark etmediğim ve hiç bilmediğim ne çok ayrıntının birer küçük şifre gibi yerleştirildiğini anladım. Bu bir maharet miydi, yazarlık açısından; evet öyleydi. Katman katman açılan bir eser onun ontolojik varlığının değerini artırıyorsa neden bu küçük şifreler değeri perçinlemesin ki?

Bütün bunlardan sonra kitabın içeriğinden bahsedebiliriz şimdi. Kitap üç ana bölüm ve üç ana karakterden oluşmakta. Fakat tüm anlatılanlar 16 Haziran 1904 Perşembe gününde geçmektedir. İsteyenler internette de mevcut olan Linati Schema for Ulysses’i de indirebilirler. Bu şema Joyce’un arkadaşı Carlo Linati’nin daha kolay anlayabilmesi için 1920’de hazırladığı, romanın iskeletini saat saat veren bir şemadır. Roman bu bir günü bize önce Stephen’in güne başlamasıyla sonra ikinci ana bölümde – altıncı alt bölümle başlar- bir reklamcı ve Macar kökenli ve aslen Yahudi sonradan Hristiyan olan Bloom’un güne başlamasıyla verir. İkisi de kendi bölümlerinde hep yürürken ve bu arada gördükleri üzerine düşünürlerken verilirler. Odysseia’ye bölüm bölüm koşut olan yanı bir yana bu yürüme mesaisi de destana göndermedir. Odysseus hep yoldadır. Onun yolu eve dönüş yoludur ve yıllar sürer. Bizim başkişilerimizse bir gün ve gece boyunca Dublin’in sokaklarındadır ve eve vardıklarında birbirini iyi anlayan baba oğul gibidirler. Birinci bölümde Stephen’ı kendi arkadaş çevresinde içinde de izleriz. Sanatçının Gençlik Portresi’nden bildiğimiz Dedalus bir cizvit okuluna gitmiş, iyi bir ilahiyatçı olmak yolunda başarı göstermiş fakat sonra bu yolu terk etmiştir. Çelişkileri arasında gidip gelirken annesini kaybetmiş ve onunla olan vicdani muhasebesini temize çekememiştir. Roman boyunca onu İngiltere’ye ve değerlerine sözle saldırırken zaman zaman İrlanda’yi zaman zamanYahudilik, Protestanlık ya da püriten ahlakı yererken görürüz. Hatta kütüphanede Shakespeare’i yerle bir ettiği çarpıcı bölümlere yer verilmiştir ki bu fikirler edebiyat tarihi için çok da şaşırtıcı değildir. Romanın temel göndermesine göre Bloom, Odysseeus’u yani Ulysses’i, Stephen Dedalus destandaki Telemakhos’u temsil ederler. Telemakhos’un babası Odysseaus’u aramasının karşılığı olarak bu ikisinin roman boyunca birbirine “denk gelmeleri” birbirlerinde biyolojik olarak olmasa da ruhi olarak karşılık bulmaları sağlanmaya çalışılır. Stephen gerçek babasıyla pek de parlak  bir baba oğul ilişkisi çizmez bize. Fakat Bloom ile benzeşen yönleri çoktur. On altıncı alt bölümle başlayan üçüncü bölümde Bloom adeta oğlu yerine koyduğu Stephen’ı kendi evine götürmeye karar verir. On Altı ve on yedinci bölümlerde yolda beraberdirler artık. Aynı eve dönerler. Bloom onu evinde ağırlar. Romanın üçüncü kişisi ise roman boyunca hep gıyabında konuşulan/düşünülen ve  muhteşem bir finalle romanı bitiren İspanyol Musevisi Molly’dir. Destandaki Penelope’ye karşılık olarak düşünülmüştür. Bloom’un karısıdır. Molly’nin yeri on sekizinci bölümdür. Ve bu son bölümde Joyce baştan beri kullandığı bilinç akışı tekniğini onun bilinciyle zirveye taşımıştır. Hiçbir noktalama işareti ve özel isimler dışında büyük harf kullanmadan sadece paragraf başı yaparak bizi Molly’nin zihnine bir koltuk atıp oturtur adeta ve biz Bloom vasıtasıyla sıkça hakkında konuşulan/düşünülen bu kadının iç dünyasını ve romanın büyük çoğunluğu boyunca takip ettiğimiz adı gibi adeta her yerde çiçek açıp duran adama, kocası Bloom’a ve tüm erkeklere bakışını izleriz.

Anlaşılmaya çalışılan önemli noktalardan biri şudur: Odysseus, bunun tam olarak neresinde? Kitabın her bir bölümü destanın bölümlerine koşut olarak yazılmış.

  1. Bölüm: Telemakhos. Stephen burada Troya Savaşı’ndan sonra evine dönemeyen babası Odysseus’un peşine düşen Telemakhos’u temsil eder.
  2. Bölüm: Nestor. Stephen Bay Deasy’nin özel okulda çalışmaktadır. Bay Deasy Nestor’u destanda olduğundan zıt bir karakterle temsil eder.
  3. Bölüm: Proteus. Destanda Telemakhos babasının nerde olduğunu sormak için Sparta Kralı Menelaos’a gider. Stephen amcası Richie Golding’e gidip gitmemeyi düşünür. Menelaos’u Kevan Egan ve sarayı temsil eder. Esas mesele ise Stephen’ın dönüşümüdür.
  4. Bölüm: Calypso. Destanda Odysseus’un bulunduğu yer Calypso adasıdır. Destana koşut olarak Stephen ve Bloom bu adada şehride bir noktada karşılaşmaları gerekirken yolları kesişmez. Penelope de bu bölümde Molly olarak karşımıza çıkar.
  5. Bölüm: Lotus Yiyenler. Uyuşturucu bitkilerle esrarlı âlemlere dalanları temsilen Bloom’un cinsel güçsüzlük ve çeşitli şekillerde “kafa bulmak” hakkındaki görüşleri verilir.
  6. Bölüm: Hades.Bloom’un dostu Dignam ölmüştür. Bu ölüm Odysseus’ta olduğu gibi onda da yeni bir yaşam anlayışı doğurur.
  7. Bölüm: Aeolus. Odyssey’de Aeolus rüzgârların bekçisidir. Rüzgârın temasıyla çalan müzik aletidir. Bu bölümde bu simgeyle Bloom’un mesleği olan reklamcılık alaya alınır.
  8. Bölüm: Lestrygonıans. Homeros’un yamyam devlerden oluşan kabilesi Bloom’un yemek arayışı sırasında Burton’ın lokantasında yemek yiyenlerle özdeşleşir.
  9. Scylla and Charybids. Canavar ve Odysseus’un gemisini yürütmeye çalıştığı girdap, Stephen’ın kütüphanede arkadaşlarına yaptığı ilginç ve agresif konuşmanın metaforu gibidir. Aristocu gerçeklik ve Platoncu ülkücülüğü ile Shakespeare üzerine çarpıcı konuşmalar yapmaktadır. Burada Bloom Oddyseus rolünü üstlenir gibidir. Bloom’un sanki Stephen’ın gelecekteki hali olduğu ima edilir.
  10. Bölüm: Gezinen Kayalar. Bloom ve Stephen Dublin içinde sürekli yer değiştiren başkişilerdir fakat şehirde herhangi biri ya da bir nesne gibi dolaşır dururlar.
  11. Bölüm: Sirenler. Denizcileri büyüleyen sirenlerin yerini romanda erkekleri baştan çıkararak milliyetçi duygular alaycı bir şekilde yerle bir edilir.
  12. Bölüm: Kykloplar. Bölümün anlatıcısı adının anlamı “hiç kimse” demek olan Odysseus yani Bloom’dur. Fakat bu hiç belirtilmez.
  13. Bölüm: Nausıkaa. Phaiak prensesinin adıdır. Odysseus ona kumsalda rastlar. Bloom da sahil kenarında genç bir kıza rastlar fakat yaşadığı destandaki gibi romantik bir durum değildir. Bölüm mastürbasyonla sonlanır.
  14. Bölüm: Güneşin Öküzleri. Destanda Odysseus’un adamları Hyperion’un kutsal öküzlerini kesip yerler. Bu sebeple de yok olurlar. O ise adamlarını bu konuda uyardığından yok olmaktan kurtulur. Joyce bu olayı doğurganlığa karşı işlenmiş bir suç olarak yorumlar. Ortamdaki gençler tam da o sırada üç gündür doğum yapamayan bir kadının üzerinden doğum, döllenme vs. gbi konuları konuşmaktadır.
  15. Bölüm: Circe. Destanın büyücü Kirke’sine koşut olan bölüm fantastik ve teatral bir anlatıma sahiptir. Odysseus’un adamlarını domuza dönüştüren Kirke’yi Bella temsil eder. Ortam büyülü ve sefih bir manzara çizerken başkişilerimizin kendileriyle hesaplaşmalarını da gösterir.
  16. Bölüm: Eumaeus. Destanda Odysseus gizlice İthaca’ya döner ve Telemakhos’la karşılaşır. Bloom romanda evine dönmektedir yanına aldığı Stephen’la birlikte.
  17. Bölüm: İthaca. Odysseus evindedir. Karısının sevgililerini öldürür. Penelope ile barışır. Bloom bir destan kahramanı değildir fakat evine döner. Kimseyi öldürmez ama sadık olmayan bir eşe döndüğünü de bilmektedir. Boylan’dansa Stephen’ı yeğler.
  18. Bölüm: Penelope. Molly’dir. Bu ana dek onu Bloom’un üzerinden tanıyan okuyucu bu bölümde onunla bire bir karşılaşır. Penelope sevgililerinden söz edilse de eşe bağlılığın simgelerindendir. Molly Boylan’ı düşünse de bölümü Bloom’un ona evlenme teklif ettiği zamanı memnun bir şekilde düşünerek bitirir.

Beri yandan kitabı ille de bu göndermelere bağlı kalarak okumak zorunda mıyız? Sanırım bu konuda sağlıklı bir cevap Nabokov’dan geliyor: “Kitabın her karakterinde her sahnesinde yakın koşutluklar aramak tam bir zaman kaybı olur. Eskimiş bir mite dayalı uzatılmış ve sürdürülmüş bir alegoriden daha sıkıcı bir şey yoktur.” Nitekim yine onun aktardığına göre Joyce da bu durumdan rahatsız olmuş ve bu bahsedilen Homerosçu bölüm başlıklarını silmiş. 

Biz yine de eserin doğuşunda nasıl bir pınar izlendiğini vermesi açısından bu on sekiz başlığı buraya aldık. Nevzat Erkmen’in yardımıyla çıkarılan bu kısa şemadan başka kitap neler söyler, hangi kapıları bize açar diye düşündüğümüzde incelenecek pek çok başlık bulabiliriz. Onları da şöyle sıralayalım:

  1. Yahudilik, Tevrat, Talmut
  2. Hristiyanlık, Roma kilisesi, Püritenlik, İsa
  3. İngiltere tarihi ve siyaseti
  4. İrlanda tarihi ve siyaseti
  5. Cinsellik ve erkek
  6. Cinsellik ve kadın
  7. Argo ve sokak ağzı
  8. Destani motifler
  9. Adı geçen şair ve şiirler 
  10. Batıl inançlar 
  11. Budizm vs.

Kitap size bütün bu kapıları açarken Joyce’un yapmak istediği gerçekte bu mudur? Bu başlıklarla ilgili uzun yazılar yazabiliriz belki fakat yazarın niyeti bu değildir. En azından birincil niyeti bu değildir. Joyce bize bu bin bir çeşit dil, teknik ve bilgiyle altı üstü bir hiçliği vermektedir. Kitapta okuru rahata erdiren, nefes aldıran, umut veren bir an, bir ışık yoktur. Her günü birbirinin aynı olan sıradan insanların bir gününü bir hiçlik resmi gibi önümüze koymaktadır. Bu bize Nietzsche’ye uzanan bir kapı açar elbette. Tıpkı Babil’de yaşayan aynı havaya soluyan insanlar gibi Dublin’de de insanlar yan yanadırlar fakat gerçekte kimse kimseyi gerçekten tanımamaktadır. Aslında belki bir destanı bir pastiş gibi kullanarak ince bir ironinin de peşinde olduğunu söyleyebiliriz. Zira anlatılanlarda aslen destansı bir şey yoktur fakat yazar o destana öykünerek hiçliğin destanını yazan hayatları anlatmaktadır. Bu noktada Stephen ‘dan birkaç alıntı iyi olur kanısındayım:

“İnsan dünyanın bir ucuna kaçsa da kendisini aşmaktan kurtulamaz; Tanrı, güneş, Shakespeare, gezgin bir satıcı gerçekte kendisini aşarak kendisi olur….. Öz, kendisi olmak amacıyla önceden koşullanmıştır. Ecco!” (sf. 551)

Belçikalı şair Matrelinck’ten yaptığı alıntıyı nakleder bir başka yerde : “ Şayet Yahuda evinden bugün ayrılacak olsa bilgenin kapı eşiğinde oturduğunu görür. Şayet Yahuda bu gece yola çıksa adımları onu Yahuda’ya götürür.” Kendi sözleriyle devam eder: 

“Her yaşam günlerle doludur, gün gün ardına. Biz kendimizin içinden yürürken hırsızlarla, hayaletlerle, devlerle, ihtiyar insanlarla, gençlerle, karılarla, dullarla, kayınbirâşıklarla ama hep kendimizle karşılaşırız.” (sf.254) Bir yol ve arayış hikâyesi diye basitleştirebileceğim Ulysses’in ne de güzel özeti olan cümlelerdir bunlar. Unutmamak gerekir ki o bir Dedalus’tur. Girit şehrinin efsanevi yaratıcısının adıdır adı. Aynı zamanda İkarus için kanatlar yapmıştır. Ve ilk adı Stephen ise dine küfür nedeniyle taşlanarak öldürülen ilk Hristiyan “şehidi”dir.

Eserin vurucu cümlelerinden biri de takip eden sayfada geçer : “İnanıyorum ey Tanrım, inançsızlığıma yardım et. Yani inanmama yardımcı ol ya da inanmamama yardım et! Kim yardımcı olur inanmaya? Egomen Ya inanmamaya kim? Başka birisi.”

Kitap Genesis yani Tekvin’de yer alan yaratılış öyküsüyle ters düştüğü düşüncesiyle yasaklanmıştı. O dönem toplumu için cüretkâr sayılan hatta saygısızlık olarak addedilebilecek nice dini motifle doludur kitap. Sırf Stephen üzerinden değildir bu. Onun adeta manevi babası gibi düşünülen Bloom’un babası da aslında Yahudi’dir fakat 1865’te Protestan olmuştur. Bloom ise daha sonra bunu terk edip Roma Katolikliğini tercih etmiştir. 

Nabokov ise kitabın konusunu daha sistematize ederek belirler. Ona göre kitap umutsuz geçmişi Bloom’un bebekken kaybettiği oğluyla; gülünç ve trajik şimdiyi Bloom ve karısı Molly’nin ilişkisiyle son olarak da dokunaklı geleceği Stephen Dedalus, Molly ve Bloom üçlüsüyle verir. Sonuçta anlatılan Bloom’un kaderidir.  Bu başkişilerin her biri kültürün farklı seviyelerini temsil eder ve farklı sanatsal güçlere sahiptir. Stephen okurun zihninde asla canlanamaz. Sanki Joyce’un kendi zihni gibidir. Molly içlerinde en az kültürü olan hatta biraz görgüsüz ve kaba bir şarkıcıdır. Bloom orta kültürlüdür, Stephen’e zihinsel anlamda çok benzer. Ve o da Joyce kadar sürüdeki kara koyundur. Üstelik Bloom’a göre Boylan’dansa karısının onu Stephen ile aldatması daha ehvendir. Tüm kadro roman boyunca oradan oraya gezerken “…kaderin bir tür yavaş dansının özenli bir düzenlemesinin yaşayan parçaları olarak gelir, gider ve ayrılır ve yeniden karşılaşırlar.” der Nabokov.  Son tahlilde, Nabokov’a katılmamak elde değildir.

Öte yandan 1914-1922 yılları arasında yazılan bir eserin hayat ve umut dolu olması da beklenemezdi elbette. Jung’un kübiklerin sanat anlayışını yakın bulduğu eserde Nabokov’un saydığı temel çizgilerin dışında dini ya da milli değerleri yere çalan birçok öge bu kübik tabloda yerini alır.

Dini motiflerin yanı sıra ilerleyen cinsel motifler, birleşme sahneleri, sapkın ya da fetiş imalarıyla romanda bir gayya kuyusu görüntüsü hakimdir. Hele on beşinci bölümde Kirke’nin sembolü olan Bella üzerinden anlatılanlar, bu bölümde Bloom’un tecrübe ettikleri yarı düş yarı gerçek olarak anlatılan bütün olaylar sefihliğin son perdesidir, müthiş etkileyicidir Tüm bunların sonucu olarak Amerika’da da müstehcenlik sebebiyle toplatıldığını da hatırlatalım bu noktada. 

Sirenlerin sembolize edildiği on birinci bölümde metnin ses örgüsü ve tekrarı anlamla uyum içindedir. 

Kykloplara gönderme yapılan on ikinci bölüm modern romanda kullanılan bir teknik olan “parodi”nin – amiyane tabirle- kitabını yazmış gibidir.

Molly’nin bilincinin şelale gibi aktığı son bölümse bilinç akışı tekniğinin zirvesidir. İnsan psikolojisi hakkında sırf bu bölümden bile bir tez konusu çıkarılabilir. 

Bunların yanı sıra romanda sık sık yapılan kelime oyunları hatta kelime oyunlarıyla yapılan insan isimleri ve unvanları eğlenceli kısmıdır romanın.

Bazen çok ağdalı bir üslupla bazen argo ve sokak ağzıyla okuru şaşırtan bir kalabalık, keşmekeş içinde ilerleyen romandan birkaç farklı örnek verelim:

“Kendilerine akıl ihsan olunmuş faniler içün en menfaatbahş farz edilen mevzuların kâffesine müteallik ol âllameler bu doktrinler arasında insan zihninde en muteber mevki işgal etmesi iktiza etmesi hasebiyle…” (Blm.14 sf.430)

“– Ula, Joe, diyivirdim. Burde ne poh yiyon? O pezivenk baca temizleyicisinin sopasını az dahı gözüme soktuğunu gördün müydü la?” (Blm.12 .sf.337)

Bu iki ayrı uç içinde ne denli farklı dil ve üslup olduğunu gelin siz tahmin edin. Buna ek olarak da her bölümün farklı bir teknikle anlatıldığını belirtelim. Tabii bu noktada Joyce’un dehası yanında çevirmenimizin başarısının da altını çizmek gerek. Erkmen, devirlerine uygun Türkçe söyleyişi sokağa uygun argoyu bulup kullanmış çevirisinde. Hele argo konusunda zaman zaman sözlüğe bakmak zorunda kaldığımı itiraf etmeliyim. Romanın orijinalini okuyup Türkçe okur gibi zevk alanlar muhakkak daha iyi tahlil edecek ve değer biçeceklerdir fakat ortada net bir gerçek vardır ki orijinali 260 binden fazla kelimeden ve 30 binden fazla söz dağarcığından oluşan kitabın çevirisi oldukça başarılıdır ve Joyce’un amacına hizmet etmiştir. Hatta yayınevine önerim şudur: Yayınevi tarafından henüz kaybettiğimiz Nevzat Erkmen adına bir çeviri ödülü düzenlemelidir. Bu denli başarılı olunur mu bilemem, oluşturulacak sağlam bir jüri eminim zorlanacaktır bu kararda.

Gelelim son söze. Son söz olarak Nabokov’un dediği gibi romanın fazla abartıldığını düşünmüyorum. Hele ki günümüzde imkânların bolluğuyla herkesin kitap bastırdığını ve “yazar” payesinin çok kolay alındığını düşünürsek. Çağdaşları Robert Musil ve Marcel Proust ile beraber Joyce’un sacayağını oluşturduklarını ve günümüz romanında kullanılan temel tekniklerin başını çektiklerini ve yine günümüz romanının temel konularının üzerinde durduklarını söyleyebilirim. Joyce parodilere daha 1922’de yer verir, pastişi, ironiyi kullanırken günümüz okuru bu teknikleri şundan birkaç yıl önce duymaya ve anlamaya başlamıştır. Aradaki bir asır bile durumu açıklamaya yeter bir sebeptir. Evet okuması zordur. Roman bir su gibi akıp gitmez ancak bu zevk vermediği estetik haz uyandırmadığı anlamına gelmez. Eser, bir müzik parçası olsa tek sesli ve yeknesak bir melodi değil bir senfoni olacaktır. Notaların ve farklı enstrümanların şaşırtan armonisi sizi aynı fikre/duyguya götürse de her bir notanın ve tınının farkı kulaklarınızdan zihninize ulaşacaktır. Nietszche’nin başka bir vesileyle dediği gibi : “Güzelliğin sesi yavaştır; onu duymayı bilen kulaklara seslenir.”

Kaynakça:

  1. Ulysses. Joyce, James. Çev. Nevzat Erkmen, YKY 3.bsk. İstanbul 1997 841. sf.
  2. Sanatçının Gençlik Portresi. Joyce, James. Çev. Fuat Sevimay, İthaki Yayınları, 2019
  3. Ulysses Sözlüğü. Erkmen, Nevzat. YKY 4.bsk. İstanbul, 2018
  4. Ulysses ve Picasso. Jung, C.G. Çev. Mazhar Candan, Düşün Yayıncılık, İstanbul,1995
  5. Edebiyat Dersler. Nabokov, Viladimir. Çev. A. Lucie Batur, Fatih Özgüven, İletişim Yay.İstanbul, 2015
  6. Mitoloji Sözlüğü. Erhat, Azra. Rmzi Kitabevi 6.bsk. İstanbul,1995
Visited 139 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version