Yazar: 12:03 Öykü

Yok Hükmünde

“Ben kalkayım artık Ayten Abla evde işler beni bekliyor.”

“Bekler canım bekler, sen olmasan nice olur o evin hali de mi ya?”

Mütebessüm bir mahcubiyetle yüzümü eğdim. İltifatla gerçeklerin yüzüme nazikçe vurulma hissi arasında bocalarken Ayten Abla niyetini açık ediverdi:

“Kız ne diye evtikleniyon, otur az daha, kahveni bitir de git. Milletin keyfi keyif de seninki değil mi? Hem biraz fondoten süreyim gel şu dudağının kenarına, yaran kapansın. Madem yapıyon bi salaklık, bari üstünü örtmeyi bil.”

Ayaklarımın dibine bıraktığım pazar poşetlerini aldım. “İçtim abla eline sağlık.” dedim gözlerimi kaçırarak. Telaşlı adımlarla kapıya yöneldim. Ayten Abla böyledir sever beni, haksız da sayılmaz. Salağın biriyim ben. 

Terliklerimi şaplata şaplata merdivenlerden çıktım. Demir halkasını işaret parmağıma taktığım anahtarı çıkarıp kapıyı açtım. Kapı açılır açılmaz boğucu, sıkıcı, insanda kaçma isteği uyandıran kesif bir atmosfer sardı bütün vücudumu. Dış kapının eşiği sanki cennetle cehennemi ayıran görünmez bir sınır gibiydi. Yuva olması gereken bu ev benim için sadece dört duvardan ibaret bir çilehaneydi.     

“Çocuklar şu poşetleri içeri alıverin”

Koridorun sonundaki odadan çocukların izledikleri videonun sesi geliyordu. Belli ki  duymamışlardı. Sesimi az daha yükseltip tekrar bağırdım:

“Size diyorum oğlum, kızım! Pazar poşetlerinden birer ikişer alın da mutfağa bırakıverin.”

Oturma odasına geçip, kirlenmesin diye üzerine koyu renkli örtü örttüğüm krem kanepeye bıraktım kendimi. Kumandayı alıp kanaldan kanala öylesine geçiş yaptım. Bir yandan Ayten ablanın söyledikleri dolanıyordu zihnimde. Neden kendime ayırdığım vakitten pişmanlık duyar gibi koşarak eve atıyordum kendimi? Gerçekten ben olmasam ne olurdu bu evde? Durur muydu hayat?

Elimi göğsüme koyup birkaç derin nefes aldım. Sol yanımdaki boşluğu farkedince yarımlığımı hissedip içerledim. İçimde de yarım bırakılmış bir kadın vardı.  Bir türlü kendini tamamlamayı becerememiş, başkalarının eksik parçası olmakla yetinmiş bir kadın. Bataklık gibi beni içine çeken bu düşüncelerle boğuşurken çocuklar oflaya puflaya odalarından çıkıp, hâlâ açık olan kapının önündeki poşetleri alarak mutfağa bıraktılar.

“Muz aldın mı anne?”

“Aldım aldım da hergün bir tane yiyin, hemen bitirmeyin emi.”

Çocuklar bugünün hakkı olan muzlarını alıp umarsızca odalarına çekildiler. Şu sabilere de acıyorum, eve elinde çikolata ve yüzünde memnun bir tebessümle gelen bir babanın yokluğu boşluk olarak gelip yerleşiyordu yüreklerine. Başka mutlu evlerin çocukları gibi onlar da babalarıyla gülüp oynamayı, meraklarını gidermeyi, varlıklarının kabul edilmesini haketmiyorlar mıydı? Ancak büyüyünce farkedecekleri o tuhaf boşluğun yarattığı acıdan şimdilerde böyle umursamaz halleriyle koruyorlardı kendilerini kimbilir?

Bu kadar dinlenme yeter deyip zengin kalkışı denen bir kalkışla yerimden kalktım, önce çocukların açık bıraktığı kapıyı kapattım sonra bezgin bir yürüyüşle akşam yemeğini hazırlamak için mutfağa geçtim. Mutfak benim kırmızı odamdır. Kendimi orda paralar, orda toplarım. Önce itham eder sonra aklarım. Hüngür hüngür ağlarım, soğan bahanem olur. Çünkü çok acıdır; soğan ve hayat. Ne akılsız kadınsın, gidip aynı tezgahtan aldın soğanı, bak acı çıktı yine diyerek tekrar ettiğim hatalar için kızarım kendime. Öfkemi bir türlü açılmayan yirmi yıllık eski çekmecelerden çıkarırım. Çünkü çürümüştü, ben ve çekmeceler. Geçen yıl mutfağımı yenilemek için biriktirdiğim paraya Rıfat el koymasaydı, ah!  

Pazar poşetlerini, dört kişinin ancak sığabildiği küçük mutfak masasının üzerine koyup, içindekileri tek tek dolaba yerleştirdim. Akşama türlü yapayım bari, yanına da şehriyeli pilav bir de yeni mayaladığım yoğurttan cacık, oh oldu bitti. Bu kadınların her gün ne pişireceğim derdi de hiç bitmiyor. Yaptığım yemekten herkes yese ne âlâ. Biri onu yemez diğeri öbürünü. Yemeğe burun mu kıvrılır hiç, Allah’ın gücüne gider.

Türlü için her poşetten birkaç biber, patlıcan, domates ayırıp geri kalanını dolabın sebzeliğine koydum. Mutfağın, apartmanın arka bahçesine bakan küçük balkonundaki plastik sepetten bir tane soğan, bir iki diş de sarımsak aldım. Soğanın kabuklarını soydum, tencerinin içine elimle hızlı hızlı doğradım. Kesme tahtasıyla kim uğraşacak şimdi? Annem de böyle yapardı. Pratik kadındı annem. “Bir eliyle çorba karıştırırken diğeriyle bulaşıkları toplayamayan kadın, kadın değildir.” derdi hep. Ah annem, bütün konuşmalarımın arka plan sesiydi. Ben ağzımı kıpırdatıyordum, O beni seslendiriyordu.  

Yemeği hemen ocağa koyayım da o pişerken çamaşır makinesine kirlileri atayım, onlar yıkanırken de çamaşırlıktaki kuruyanları toplar, katlar koyarım. İşleri bir an önce bitirip bir bardak sıcak çayla birlikte dizimi seyretmek istiyordum. Gün boyu bunun hayalini kuruyorum, iple çekiyorum akşamı. Hayatta başka ne zevkim var ki.  Ha bir de işten fırsat bulursam, giriş kattaki kuaför Ayten’e kahve içmeye giderim. Ben pek konuşmam da, saç kestirmeye, boyatmaya gelen müşterileri dinlemek hoşuma gidiyor. Hepsinin derdi saçlarını hangi model kestirecekleri, hangi renge boyatacakları oluyor genelde. Kesilip şekil verilen, siyahken sarıya dönen saçları seyrediyorum hayranlıkla.

Soğanı biberi koyduktan sonra küp küp doğrayıp acısı çıksın diye tuzlu suda beklettiğim patlıcanları da attım tencereye. İnsanın da acısını alacak  pratik bir yöntem  olsaydı keşke. Tenceredekileri tahta kaşıkla bir iki çevirdim sonra da domatesleri ekledim. Altını kısıp kendi suyuyla pişmeye bıraktım. Türlüye su koymam hiç, öyle severim. Rıfat’ın sesi soğuk bir rüzgâr gibi geçti içimden, üşüdüm sanki, titredim derinden. “Azıcık sulu yap şunu be kadın ekmek banalım da karnımız doysun.”

“Anne acıktım ne yicez akşama?”

Zıkkımın kökünü! diyesim geldi ama yuttum kelimeleri bir bir. Ne çok yuttuğum şey vardı şu hayatta. İçim bir moloz yığını gibiydi. Yıllar içinde ağır ağır atmıştım oraya kimseye diyemediklerimi. Hayallerimi, umutlarımı, kursağımda kalan heveslerimi, utandığımdan dudaklarımın arasına hapsettiğim kahkahalarımı, yaşam sevincimi, korkudan gizlediğim hazlarımı. Diyemediğim hayırlar, istemediğim halde demek zorunda kaldığım evetler hepsi ordaydı. İçime attıklarım büyüdükçe, mememdeki o habis kitle de büyümüştü. Kontrolsüz çoğalan her bir hücre benim başaramadığım şeyi başarmıştı aslında. İsyan bayraklarını çekmişler, özgürlüklerini ilan etmişlerdi. Sonunda sol mememi bu düzene kurban verdim. Yarım kadındım ya artık, Rıfat eksilen bedenimden, dökülen saçlarımdan hiç hoşnut olmadı. Zaten pek de olmayan ilgisini hepten çekti üstümden.

Kalan işlerimi halledip yemeğin altını kapattığımda hava kararmış, mahalle camisinin minaresinden akşam ezanının sesi yankılanmaya başlamıştı. Birazdan Rıfat da gelir otururuz sofraya. Şimdiden çayı da ocağa koyayım da sofradan kalkana kadar hazır olsun. Dizim başlamadan önce her işimi bitirmeliyim. Saate baktım, yediye geliyor, eli kulağında şimdi gelir. Hızlıca masaya tabakları, çatal kaşıkları koydum. Küçük cam kaselere cacığı paylaştırdım. Kendiminkine biraz kuru nane ekledim. Rıfat nane sevmez, mıymıntı, O neyi sever ki zaten, kendini bile sevmeyen biridir o. Sofra hazırdı. Çocuklar hâlâ telefondaydılar. Bıkkın bir yüz ifadesiyle,  çocukların odasına doğru yürüdüm. Kapıyı araladım.

“Bırakın artık şu illeti, ödeviniz yok mu sizin.”

 Kulağı tırmalayan zilin sesiyle yüzüm buruştu. Hiç istemediğim davetsiz bir misafirin gelişiyle takındığım gibi bir ifadeydi bu. Gidip kapıyı açtım, gözlerimi kaçırarak soğuk bir hoş geldin dedim. Terliklerini önüne koydum. 

“Yemek hazır mı, acıktım ben. Nerde çocuklar?”

Kimsenin pek konuşmadığı bir masada akşam yemeğimizi yedik. Rıfat karnı doymadan kimsenin sesini duymak istemez. Açken kahrı çekilmez hiç. Tokken de… Mutsuz olmak için dünyaya gelmiş sanki. Bazen acımıyor değilim ona. Küçükken çok dayak yemiş annesinden. Her bahanenin günah keçisiymiş Rıfat. Evde iyi kötü ne olsa dayak hakkı Rıfat’ınmış. Doğduğu, büyüdüğü evin karanlığı sinmiş içine, ömrü boyunca bir gölge gibi peşinden ayrılmamış o karanlık. İşte sonra gelip bu eve bulaştırdı o karanlığı.

“Sofrada konuşulmaz, günah,  yiyin yemeğinizi de kalkın. Ne anlatacaksanız yemekten sonra anlatın.”

Çocuklar yemeğin kıyısından köşesinden tırtıklayıp doyduk diyerek kalktılar masadan.“Elinizi ağzınızı yıkayın da dersinizin başına oturun artık hadi.” diye bağırdım arkalarından. Cümlelerim havada asılı kaldı, kimsenin umrunda olmadı. Bu evde sanki bir hayalet gibiydim. Kimse beni görmüyor, duymuyor, anlamıyordu. Evin yemeği, temizliği de olmasa varlığım ile yokluğum arasında hiçbir fark olmayacaktı. Ne kadınlığıma saygı var ne anneliğime diyerek derin bir iç geçirdim.

Rıfat tabağını çoktan silip süpürmüştü bile. Üst dudağını büsbütün kapatmış olan bıyıklarına bulaşan yemek kalıntılarını bir peçeteyle silip kalktı masadan. Cebindeki paketten bir tane sigara çıkarıp, ocağın yanında duran çakmakla yaktı.

“Bir bardak çay getir de boş tüttürmeyeyim şu mereti.” deyip salona geçti. Arkasından seslendim:

“İçme şunu evin içinde, biliyorsun bana iyi gelmi…”

 Muhatabına ulaşmayan sesim gerisin geri dönüp tekrar ağzımdan içeri girdi. Bir süre masada öylece oturdum. Gözlerimi sabit bir noktaya dikip derin düşüncelere daldım. İçimde yılgın bir ses şiddetini giderek artırdı. Bir ateş topu bütün vücudumda gezindi, başımdan ayaklarıma, ayaklarımdan başıma dönüp durdu. Fokurdayan çaydanlıktan ocağa dökülen suyun cızırtısı içimde devasa bir şekilde yankılanıyordu. Kalktım, ocağın altını kıstım. Yatak odasına doğru yürürken duvardaki aynaya takıldı gözüm.  Durdum. Başım dönüyor, kulaklarım uğulduyordu sanki. Aynadaki yüzüm bir görünüp bir kayboluyordu. Bütün bedenimi devridaim eden ateş topu sonunda gelip gözlerimde durdu. Aynadaki kimdi? Bana hem tanıdık hem yabancı olan bu yüz mekanik bir sesle bir şeyler mırıldandı. Salondan televizyonun sesi geliyordu. Spiker, kadınlar gününün yaklaştığını ve çiçek fiyatlarının artacağını söylüyordu. Yürüdüm, yatak odasının balkon kapısını açtım, balkon demirlerine doğru ilerledim. Sahi ben olmasam ne olurdu bu evde? Durur muydu hayat? İçerden hâlâ sesler geliyor, beynimin içinde yankılanıyordu.

“Çay nerde kaldı be kadın hadisene!”

“Anne bi tane daha muz yiyebilir miyiz?”

Editör: Aydın Kayabaşı

Latest posts by Safiye Yılmaz (see all)
Visited 44 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version