“Duymak lazım gelen yerde muhakeme yürütmek mahdut ruhların kârıdır.”
Bir Tereddütün Romanı, Peyami Safa
Dış dünya tam da Herakleitosçu anlamda bir oluş nehridir. Var olanlar bu yüzden dolaysız olarak var olurlar. Doğa, -doğa kavramından bahsederken ağaçlardan, meyvelerden, hayvanlardan, mevsimlerden; evimizin dışında kalan pastoral bir resimden çok insan aklının ve imgeleminin müdahalesine uğramamış olanı kastediyoruz- bir akış içinde süregelendir. İşbu fiziksel dünya sürekli olur… Oysa yüksek kültür bir duraksamaya işaret eder her zaman. Doğanın (oluş’un) içinden çıkan bir duraksamadır bu. Hem yakın hem uzak bir trajedinin gösterisidir şahit olduğumuz. Nietzsche’yi dinleyelim: “Sanat, doğanın içinden çıkan ama doğanın gözünü oyan bir şeydir.” Dolayısıyla yüksek kültürün kazanımı her zaman doğanın pusmasına işaret eder.
Burada bir ara verip Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ından bir örnek yorumumuzu paylaşmak istiyoruz: Hikâyede Aylak Adam ve Güler iki adamın saldırısına uğrarlar. Aylak Adam ikisini de yere indirirken Güler kaçar. Ve bu olaydan hemen sonra Aylak Adam’dan Güler’in bir daha geri gelmeyeceğine dair naralar duyarız. Öyle de olur: Güler bir daha ortaya çıkmaz. Aylak Adam da onu hiç aramaz. Peki neden? Bir roman okuru için ne anlatabilir bu detaylar? Karakterimiz yaşamı ciddiye aldığında, yani aylaklığını bırakıp birileriyle kavgaya tutuştuğunda -bu roman özelinde buna bir anlamda yaşamak diyoruz- Güler’i kaybeder. Çünkü bu kısa ömürlü maşuk bir yaşam karşıtlığıdır. Dış dünyada gerçek sevgi her zaman bir şey uğrunadır Atılgan’a göre. Tehlike, gerçek sevginin yok oluş sebebidir. Aylaklık, hiç kuşkusuz ölüm kalım savaşının başladığı yerde sönüp giden bir hülya… Aylak Adam, işte bu yüzden hayatta kalma uğruna Güler’i kaybeder. Yani Sevgi’yi. İşte yüksek kültür de doğanın kaybını göze alanların kârıdır. Bu yok oluş, imgelemin en büyük zaferi… Güler, gerçek sanatçıların ve edebiyatçıların arkasından hiçbir zaman ağlamayacağı bir karşıt-dilberin adıdır.
Devam edelim. Beslendiği topraklara sırtını dönme imtiyazına sahip namuslu bir rençber, yüksek sanat ve edebiyat. Peki, böylesi bir ihanet bizlere sanat ve edebiyat felsefesinin bagajından neyi imleyebilir? Aslında gerçek bir eserin sırtlaması gereken en ciddi sorumluluklardan birisi bu ilkeye içkindir: doğayı aldatma. En sürrealist eser bile malzemesi ve konusu için canlı kanlı dünyanın etinden beslenmek zorundadır. Hatırlayınız lütfen, Homeros’un Tepegöz’ü maceraperest insanlarla beslenmiyor muydu? En korkunç devler bile dış dünyada olmayan bir şeyi ağızlarına atıp karnını doyuramaz, bahtiyarlığın çelişkili ayrıcalığı diyelim. Hakiki sanat veya edebî eserler bu malzemeyi o kadar şahane işlerler ki o malzemenin ve konunun ne olduğunu dahi hatırlayamayacak denli nutkumuz tutulur. O eserdeki malzemenin ‘neliği’ sorusu abes kaçar artık. Samimi yapıtlar karşısında elimizde olmayan hayretin sebebi bu değil de nedir? Yüksek sanat eserlerinin karşısında bu yüzden durmak zorunda kalırız. Estetik temas, tarihsel zamanın iptaliyle var olur ancak. Tarihsel zaman (dış dünya); saklandığı köşede nefesini tutarak efendisinin (imgelem) giyinip odadan çıkmasını beklerken akıbeti için binlerce sahte yemine el basan aylak bir hizmetkârdır… Tarih-dışı olan, yani sıradan olmayan şey güzeldir. Bir başka deyişle dış dünyanın sürekliliğine temas etmemiş olan… Resim sanatında çıplak model resimlerinin sıkça tercih edilmesi bundandır. Güzel, bize göre bir nevi kimsesiz olan şeydir. Daha kavramsal açıklamak gerekirse; yüce olan şey kimsede veya herhangi bir şeyde olmayandır. Güzel olan her eser, daha önce rastlaşmadığımız bir şey olduğu için muhataplarına bir edilgenlik yaratıp hayrete düşürür. Estetik temas dediğimiz şeyi burada görürüz.
Model: Heykelin nasıl bir şey olması gerekiyor?
Ressam: Ne demek istiyorsun?
Model: Adı ne olacak? Neye benzeyecek?
Ressam: Ne bileyim ben? Hiçbir fikrim yok. Ne dememi istiyorsun?
Fernando Trueba, “Sanatçı ve Modeli” (2012)
İşte tarihsel bir varoluşun içinde olmayan her samimi eserin neye benzeyeceği de eser tamamlanmadan asla bilinemez. Bir şair güzel şiirler yazmayı isteyebilir elbet; ancak ‘güzel şiir’ tanımı yapılamayan bir şey olduğu için o şiirin güzel olup olmadığına sadece bitince karar verebiliriz. Yüce’nin bu anlamda bir öncesi yoktur. Eserdeki güzel ile ilk defa en sonunda karşılaşabiliriz. Hakiki bir eser belirlenimlere hapsolmaz. Ne göreceğimizi önceden bilip bir heykele bakamayız. O, zihnimizin muhtaç olduğu bir ansiklopedi maddesi değildir çünkü. Yazmaya koyulduğu şiirin neye benzeyeceğini bildiğini iddia eden bir şair, her zaman kötü bir şair değil de nedir? Eserinin neye benzeyeceğini bilmek, muhakeme yürütmek demek. Şairin böylesi bir gelecek mühendisliğine eğilmesi ne kadar da kof, değil mi?
Model: Bir fikir nasıl bulunur?
Ressam: Keşke bilseydim…
Fernando Trueba, “Sanatçı ve Modeli” (2012)
Editör: Çisem Arslan
- Dördüncü Sonat – “Ev” - 4 Temmuz 2024
- Mick Davis’in Yarı-Tanrısı: Modigliani - 10 Mayıs 2024
- Kör Değirmen - 25 Ocak 2024