Yazar: 21:15 Öykü

Topuzlu Kadın

Birkaç haftalığına geldiği köy evinde iki aydır kalıyordu. Salgın hastalık haberleri, gittikçe korkunç bir hal almaya başlamıştı. Sabahları erkenden kalkıyor tavukları yemliyor, sahipsiz köpekleri yediriyor, bacağına dolanan yarı yabani yarı evcil kedilere mamalarını verip yatağına tekrar dönerek öğlene kadar uyuyordu. Hemen her gün bu böyle sürüp gidiyordu. Şehrin kalabalığı, otobüsler, yürüyen merdivenler, açılıp kapanan kapılar, koşturmaca, her şey gerçekliğini yitirmiş gibiydi. Okullar kapanmış, iş yerleri uzaktan çalışma modeline geçmişti. Her sokaktan ölüler çıkıyordu. En azından burada tabiatın canlılığına bağlanarak yaşamak biraz iyi geliyordu. Kuşların sesi yankılanıyor, ağaçlar yeni filizler çıkarıyordu. İnsandan insana bulaşan virüslerden kaçmak için gayet uygun bir yerdi. Gerçi hastalık o kadar korkutucu boyuta varmıştı ki virüsün rüzgârla ya da bulutlarla açık havada dağ köylerine kadar taşındığına dair söylenceler bile yayılmaya başlamıştı. Baş döndürücü bir hızla akıp giden hayat aniden duruvermişti. Salgın bittiğinde bir galeride sergilenecek ağaç dalları, taşlar, eski eşyalar ve belki de heykellerle bir enstalasyon çalışması yapmayı tasarlıyordu. Gece saatlerce taslaklar çiziyordu. Vahşi tabiat ve kurgusal şehir hayatını birbirine bağlayan bir sanat eseri olacaktı.

Elli hanelik köyde toplasan on evin bacası tütüyordu. Köy okullarının kapanmasıyla çoğu aile şehre taşınmak zorunda kalmıştı yıllar önce. Yazın hasat zamanı gelir, bir ay kalır, sonra aceleyle giderlerdi. Kalanlarsa ölmeyi bekleyen, sürekli hastalık ve yalnızlıktan şikâyet eden ihtiyarlardı. Salgından sonra geri dönenler olduysa da üç beş haneyi geçmedi. Duvarları dökülmüş boş evler, çatısından mısır talaşları sarkan samanlıklar, yemlikleri çürümüş ahırlar, yüksek nalyalar bu proje için harika bir çalışma sahasıydı. Çayını içerken ormandan da malzemeler toplayabileceğini düşündü. Tuhaf şekilli, eğri büğrü dallar, kozalaklar, dikenli otlar işe yarayabilirdi. Telefonunu evde bıraktığını çıktıktan sonra fark etti. “Kimsenin arayıp aramaması umurumda değil demek ki,” dedi. İçine çektiği nefesle tazelendiğini hissetti. Bahar gelmişti. Sert kışın kara gölgesi ağaçların üzerine düşmeye devam etse de erik çiçekleri minik minik patlamaya başlamıştı bile. Kimseye görünmemek için evlerin arkasındaki bahçelerden geçti, patikaları izledi. Geri dönüşüm yoluyla çevreciliğe de dikkat çekmiş olacaktı hem. İki ev ötedeki bahçede ahşap kapısının bükülmüş bir çiviye naylon bir iple tutturulduğu terk edilmiş bir ahır bulmuştu işte. Kapıyı açınca tahta döşemede beliren ışıklı yola gölgesi düştü. Her yerden örümcek ağları sarkıyordu, yerde devrilmiş beyaz bir plastik kova vardı, sağa sola sıkıştırılmış yün çuvallar, urganlar… Kıyıda köşede değişik bir şeylere rastlar mıyım diye etrafı yokladı. Kapının pervazında bir tarak buldu. Tarağın kararmış dişleri arasında birkaç uzun siyah saç teli kalmıştı. Üzerinde çiçek ve yaprak desenleri olan tozlu bir bez parçasına sarılmıştı tarak. Başkasının özel eşyalarını karıştırmanın suçluluğuyla utandı ve hemen aynı şekilde sarıp tarağı aldığı yere koydu. Önüne çıkan böyle ayrıntılarla vakit kaybetmemeliydi. İneklerin bağlandığı ucu kancalı ipi ve mavi boncuklu çanı aldı, ahırdan çıktı. Dikenli tel çekilmiş avludan atlayıp komşu evin arka bahçesinde dolaştı. Sıra sıra armut ağaçları arasından geçti. Biraz ileride tek katlı eski bir ev vardı, Şefik dedenin evi. Çocukken cebinde taşıdığı şekerlerden verirdi her gördüğünde. Camdan içeri bakmak istedi ama cesaret edemedi. Boş evler her an canlanabilecek ölüler gibi tekinsiz gelirdi. Şehirde bıraktığı ev geldi aklına. Eşyaların son dokunulduğu şekliyle uyuyakaldığı büyülü bir mekândı orası artık. Bir daha hiç dönemeyecekmiş gibi bir his vardı içinde. Rüyasında bazen işe giderken görüyordu kendini, bir türlü varamıyordu, bir sürü aksilik oluyordu, yollar değişmiş, hava aydınlanmıyor, taksiler durmuyordu. Ter içinde uyanıyordu. İstanbul herkesin içinde çırpındığı, yapış yapış bir bataklıktı zihninin derinliklerinde.

Şefik dedeyle karısının gözleri griye çalan soğuk mavi renkteydi. Öldüklerinde bunu göz rengine bağlamıştı o zamanlar. Çocukları yoktu. Bu ev de öyle otuz yıllık eşyalarla kalmıştı işte. Köydeki çocuklar, in cin top oynuyor diyen annelerinin sözünü ciddiye alıp o eve yaklaşılmaması gerektiğini söylemişlerdi. Cinlerin boş evlerde, aynalarda, sulak yerlerde, dam altlarında yaşadığına dair bir sürü hikâyeler anlatılırdı. Topuzlu bir kadın gördüm, sus işareti yapıyordu diyen bir kızı hatırladı hayal meyal. Adı neydi? Meral miydi, Emel mi? Cama yaklaştı. Mutfağa bakıyordu. Masanın üstünde işlemeli bir sürahi duruyordu. Altına uçları yanlardan sarkan dantelli bir örtü serilmişti. Mutfakla diğer odayı ayıran duvarda küçük bir pencere vardı. Gaz lambası konmuştu. Biraz zorladığında pencere açıldı. Tülü itip içeri başını uzattı. Küflü, ağır bir koku. Kandil camından bir gölge geçti sanki. Yanlış görmüş olabilir miydi? Rüzgârda sallanan dalların yansıması vurmuştur diye düşündü. Arkasında uzanan elma ağacına baktı, hiçbir kıpırtı yoktu. Şimdi daha çok içeri girmek istiyordu. Etrafı kolaçan etti, kimse yoktu. Bedenini yukarı çekip kendini içeri attı. Bu saçmalığı neden yaptığını bilmiyordu. Her yer toz içindeydi. Tezgâhın üstüne asılmış tahta dolapta porselen tabaklar sıralanmıştı. “Kullanılmış ev eşyalarını da dahil edebilirim sergiye,” diye düşündü. Mutfaktan salona geçti. Yerde dar, kahverengi bir kilim seriliydi. Soldaki odaya, yatak odasına, göz attı, komodinin üstünde masa saati, siyah çerçeveli bir gözlük, kol düğmesi… Yıllardır öyle hiç kıpırdamadan kalmış mıydı? Şehirdeki evini düşündü. Füruğ’un şiir kitabı komodinin üstündeydi. Zeynep hediye etmişti. Zeynep bıraktığı gibi duruyor muydu acaba? Keşke insanlar da eşyalar gibi donup kalsaydı da dokununcaya kadar öylece bizi bekleseydi. Kimse durduğu yerde durmuyordu. Diğer odadan bir ses geldi. Yoksa… Kalbi hızlı hızlı atmaya başladı.

Mutfağa geri döndü, açık bıraktığı camdan hızlıca dışarı çıktı, tülü düzeltip camı indirdi. Yoldan biri geçiyordu. Evin arkasına gizlendi. Nefes nefese kalmıştı. Duvar dibindeki ısırgan otları da bileklerini yakmıştı ama kıpırdamadı. Köyün yetmiş yıllık delisi muhtara söve söve aşağıki mahalleye gidiyordu. Her adımında, parçalanmış pantolonu bacağına dolanıyordu. “Etrafta fazla dolaşırsam yakında benim için de deli diyecekler,” diye düşündü. Eve dönerken beze sarılı tarağı yerinden almak için ahıra uğradı. İşine yarayabilirdi. Elini pervazın kenarında dolaştırdı. Nereye gitmişti? Ayakucunda yükselip iyice baktı, bulamadı. Her yeri örümcek ağı sarmıştı. Az önce oraya hiç uğramamış gibi…

Editör: Burak Akbaş

Latest posts by Emel Çarkçı (see all)
Visited 48 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version