Edebi türler içerisinde roman, çeşitli anlatı biçimlerinin kullanımı bakımından bir sınırsızlığa ve genişliğe sahipse; şiir türü de denebilir ki “ifade etme” olanakları açısından bünyesinde önemli bir sınırsızlık barındırmaktadır. Roman, tahkiye/öyküleme yoluyla meydana gelen bir edebi türdür. Şiir ise bünyesinde herhangi bir tahkiye barındırmamaktadır. Bünyesinde bir tür tahkiye/öyküleme barındıran şiir metinleri manzum hikâyeler, yani şiirsel düzyazılar, öykülerdir. Söz konusu roman türünün temel unsuru olan tahkiyenin iki ana tekniğinden birisi “gösterme”, diğeri ise “anlatma”dır.[1] Bu açıdan, roman türünde yer edinen “anlatı” veya “anlatma”, şiir türünde bulunmaz. Şiirin romandan ayrılan temel yönü de budur.
Anlatmak ve ifade etmek, benim için şiir adına temel bir ayrım. Roman ile şiir arasında veya düzyazı ile şiir arasında anlatmaya ve ifade etmeye dayalı bir karşıtlık kurmam bu ayrımı belirginleştirmemi zorunlu kılar. Sözgelimi anlatı ile ifade arasındaki temel farkın dilin kullanım yönleri noktasında belirginleştiğini düşünüyorum. “Anlatı”larda dil, göndergesel işleviyle kullanılmak mecburiyetindeyken, “ifade”lerde böyle bir mecburiyet yoktur. Anlatı, bir tür “iletme” kaygısı taşırken; ifade, daha çok “açık etme/gösterme” kaygısı taşımaktadır. Bu açıdan şiir, diğer sanat dalları arasında en uç ifade şekillerini daha sık gözlemleyebildiğimiz bir tür. Buna belki -soyut dışavurumcu ressamları aklımıza getirdiğimizde- görsel sanatları da eklemek mümkün olur.
Şiirin sağladığı geniş ifade alanı, zihnimizde yer edinen her şeyi istediğimiz şekillerde aktarabileceğimiz anlamına gelmez. Bu, şiirin belli bir çerçeveye sahip olduğunu gösterir, fakat bu çerçeveyi belirginleştirmek zordur. Bir tür olarak ayrılan, bir kategoriye dahil edilen şiirin sınırlarını tanımlamak bazen bir öznel yargı olmaktan ileri gidemez. Bu, sanat dallarının tanımlanması için de geçerli. Herkesin, kendi şiir algısı ve şiir beğenisi ölçüsünde ortaya koyduğu metinler, şairlerin iddiası doğrultusunda şiir kategorisine dahil edilmektedir. Şiir metinlerini tüketecek olanlar, kendi okurluk tecrübeleri ölçüsünde beğeni yargılarını dile getirecek ve bunlar yine öznel yargılar olacaktır. Bu nedenle, acaba günümüzde şiir alanındaki yoğun faaliyet bir tür çok renkliliğe mi yoksa bir kargaşaya mı sebep oluyor sorusu okurluğumuzun niteliğini test etme aracına dönüşebilir mi? Okumanın, vakit geçirme eyleminden, bir tür çalışma ve zihinsel çaba sarf etme eylemine olan yolculuğunun bizde ağır ilerlediğini söylemek iddialı bir şey değil. Fakat vakit geçirmek için okumaya başvurmak da son derece meşru bir durum. Yazmayı besleyen en temel şeyin okumak olduğunu düşündüğümüzde, yazınsal faaliyetlerin niteliği hakkında ortalama bir bakışa sahip olmak olanaklı olabilir. Edebi türlerin, birer tüketim ürünü olarak bugünün insanının tercih listesinin çok gerisinde olması, üretilen herhangi bir ürünün çoğunluğa mâl olmaması adına olumlu, insanların onları ilgiye değer bulmayacak kadar geri plana itmesi adına olumsuz bir durum. Bu türler içerisinde şiir, hacmi sayesinde kolay tüketilebilir olanlar arasında gözükebilirdi, fakat modern şiir bu durumu tam tersine çevirdi. Bir şiir tamamlandığında, yazma uğraşı yerini okuma uğraşına bırakmış olur, böylelikle bugünün insanı şiiri alımlamış olmak için, onun üstünde “göz gezdirmek”le yetinemez duruma gelir. Hâliyle modern insanın, yedeğinde bir yazınsal ürün tüketebilme becerisi barındırması gerekliliğini kabullenmeliyiz.
SINIRLAR
Şiire dair geliştirilen düşüncelerin sınırlarını zorlamak onu anlamaya yaklaşmaksa, bütün bir şiir veriminin varlık sebebini kavrama zorunluluğu mantıklı bir tavır olarak görünebilir. Tartışmalardan ve çarpışmalardan meydana gelme arzusu taşıyan her şeye belli çerçeveler biçmekten sakınmayı görev biliyorum. Bunun, beni hayâl kırıklığına uğratacak yönleri yok değil. Bu, Ece Ayhan’ın da benimsediği bir yöntem olabilir:
“Ben ‘şiir’de olduğu gibi, ‘düşünce’de de sınır çarpışmalarından yanayımdır; insan’ın oralardan da, oralarda da sorgulanmasını zorunlu sayarım:..”[2]
Ayhan’ın “oralar” dediği yer aydınlığa kavuşmuş olmalıydı. Ne var ki kıvılcımlarla aydınlatma çabası herkesin dile getirmekten çekindiği şey. Şiirde sınır çarpışmaları, onu olgunlaştırıcı bir göreve sahip olana dek varlığını sürdürmeli. Bu yüzden şiirin, üretime ve tüketime dair çeşitli sorunlarla yüzleşmesi ve çıkmazda oluşu, onun belki gelecekteki, belki de şimdiki varlığı adına “güzel”, hatta “faydalı” diye nitelendirilebilecek bir durumdur. Nitekim Turgut Uyar, “Sorun, şiirin -üstelik insanın kendi şiirinin- çıkmazda olduğunun bilincine varmaktır. Bu çıkmazın bilincine varmak biraz da çözmek demektir onu.” diye başladığı yazısına “Çıkmazın Güzelliği” başlığını koymuş ve şöyle sonlandırmış yazısını:
“Şiirin çıkmazda olmadığını düşünenlerden yana değiliz. Çünkü bu çıkmaz; bilince, bilgiye, uygunluğa, çağdaş şaire ve insana yeni bir imkândır.”
Turgut Uyar’a göre bir çıkmaz olduğunu saptayabilmek onu çözmekten daha önemli. Bu açıdan şiir alanındaki yazınsal üretimin -özellikle kendi üretimlerimizin- hangi yönleriyle çıkmazda olduğunu gözlemleyebilmek, elbette okurluğumuzun farkındalık eşiğinin genişliğiyle ilgili. Okumanın dil ile olan ilişkisi onun en hayati noktasını ortaya koyuyor. Çünkü dilin kullanım katmanları okurluğun da katmanlarını belirliyor. Yalnızca yazdıklarımızın değil, aynı zamanda tükettiğimiz/tüketebildiğimiz metinlerin de dil ile olan ilişkisi, kendi dil becerimizin durumunu ortaya koyabilmek adına etkili bir yol. Dil, düşünmeyi ve iletişmeyi hem kolaylaştırmanın hem de zorlaştırmanın bir aracı ve bu yönüyle de geniş bir kullanım zeminine sahip. Ayrıca dilin insana özgü olması edebiyatın/şiirin de insana özgü olmasından çok, onun zihinsel bir sanat dalı/türü olduğunu ortaya koymakta. Hakan Sazyek bununla ilgili şöyle söylüyor:
“Edebiyat, insansız olamayışını, bünyesinde bulundurduğu eserlerin içeriğinin ‘dille meydana getirilmesi’yle, ‘devingenlik taşıması’yla, ve ‘zihinselliğe dayanması’yla gerçekleştirir.”[3]
Şiirin yazınsal bir tür olarak çıkmazda olduğunu düşünürken, bunun sebebini okurluğun da çıkmazda olduğuna bağlamak gerekir.
Amatörce bir girişimle, Türkiye’de cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, şiirin içerikle ilgili olan çıkmazı ilk olarak Yedi Meşalecileri, üslup ve anlam çıkmazı Birinci Yenicileri, imge ve dil çıkmazı hem Mavicileri hem de İkinci Yenicileri doğurdu diyebiliriz. Bu çıkmazların hiçbirinin aşılabildiğini düşünmemekle birlikte, Turgut Uyar’dan mülhem; bütün çıkmazları fark edebilmek, yeni olanakları meydana getirecek itkiyi hazırlıyor diyebilirim.
Günümüz şiirinin çıkmazda olduğunu söylemek, belki de onun bir tür olarak düzyazıdan ayrılan yönlerinin belirgin olup olmadığına işaret etmektir. Kendi okurluğumun farkındalık eşiği konusunda bir iddiada bulunamam. Yalnızca hem yazmanın hem de okumanın, bizlere belli konulara dair tespit olanakları sunduğunu söyleyebilirim. Eski anlayışa göre şiiri nesirden ayıran yönler vezin ve kafiye olduğuna göre, vezin ve kafiyeden arınmış modern şiiri düzyazıdan ayıran ve onu estetik kılan yönler “dili kullanış şekilleri” ve “ifade ediş biçimleri” olmalı. Bunu kabul edersek, dili kullanış şekli ve ifade ediş biçimi bakımından düzyazı ile arasında herhangi bir farkın görülmediği metinlere şiir denildiğinde, bunu belirleyen ölçütlerin ne olduğu ve bunların genel geçer ölçütler olup olmadığı meselesi, günümüz şiirinin çıkmazda olduğunu göstermeye yeter mi? Var olan bütün bir şiir veriminin çıkmazda olduğunu söylemek, ilgilenmeye değmeyecek kadar tuhaf bir söylem olmakla, herkesin aklındaki genel bir şüpheyi açığa vurmak arasında gidip gelebilir. Şiir ve düzyazı farkı temelinde, bugünün şiirine dair düşünmekten geri duramam, çünkü tazeliğini koruması gerektiğini düşündüğüm her şey, varlığı gerekli bir sütun gibi parlamayı sürdürüyor.
Sonuçta, öznel gerçekliği sunan şiir, seçtiği kelimeler ve kurduğu cümlelerle, bizlere neyi sunduğunu sorgulatabilir. En temel bilgi, şiirin kelimelerle kurulan bir sanat ürünü olduğu bilgisiydi. Bugün, “çağdaş şiir geldi, teknolojiye dayandı” denilecekse şiirin dayandığı bu temel bilgi, belli ölçütler yoluyla geçersiz kılınmalı. Umutlu olmak, dijital çağda, ölçütlerin meşruluğunun tekrar edilmekle sağlanmayacağını düşünmeyi gerektirir. Sorguladıkça çürüyen ve kimi zaman da yersiz ve eskimiş gibi görünen, şiirin özü, kaynağı meselesi aşılmış bir mesele olmalı. Aşılmamışsa bile aşılmış gibi yapmak, her çeşit üretimin önünü tıkayan sorunların kenara itilebilmesinin bir yöntemi. Kimilerine göre kelimesiz şiir ve düzyazıya yaklaşan şiir postmodernist bir eğilim olarak varlığını sürdürmeli. Aslında sanatta hiçbir şey yadsınmamalı. Sorgulamanın yadsımak olduğunu zanneden acemiliği bir kenara koymak bizleri zorluyor. Şairlerin üzerine düşen gölgeler, (aslında şairlerin üzerinde dolanan hayaletler) yok edilecekse, bunun yöntemi şiire sahip çıkmakla değil, hangi şiire sahip çıkılacağı konusundaki seçimlerimizle ilgilidir.
[1] Franz K. Stanzel ve Mehmet Tekin’den aktaran Hakan Sazyek, Romanda Temel Anlatım Yöntemleri Üzerinde Bir Sınıflandırma Çalışması, Folklor-Edebiyat, S.37, 2004/1, s.103-118.
[2] Ece Ayhan, Bir Şiirin Bakır Çağı, YKY, 2020, 73.
[3] Hakan Sazyek, Edebiyat Niçin İnsansız Olmaz? Turkish Studies, Cilt 8/8, Yaz 2013.
Ek Editörü: Yiğit Kerim Arslan
- Belirsizlik Ortasında Sanat: “Yeni Medya Şiiri” Yahut Yeni Mekânsız Şiir - 4 Temmuz 2024
- “Şiiri Şiirsiz Ölçmek”: Dijital Sanat ve Görsel Şiir Üzerine - 30 Nisan 2024
- Sorguladıkça Çürümek: Çağdaş Şiirin Dayandığı Yer - 11 Mart 2024