Burası yetmiş yıl öncesinin olaylarından önce de zaten çöldü. Sarı renk her zaman toprağa ve göğe hâkimdi. Şimdi ise toprak iyice kızarmış, sanki bütün Amerika kıtası kocaman bir magma gölüymüş gibi bir izlenime kavuşmuştu. Hava iyiden iyiye zehirli bir hal almıştı. Hâlâ buralarda yaşayan birkaç canlı vardı; o kayanın altında bir semender, toprağın derinliklerinde kalın derili bir engerek veya birbirlerine sinirle kıskaç şaklatan birkaç akrep görülebilirdi. Görecek insan olsaydı tabi.
İlk zamanlar bazen gelirlerdi buraya. Topraktaki ve havadaki değişimi incelemek için, sadece akademik amaçlarla dolaşan bir grup görmek mümkündü. Fakat zamanla koruyucu kıyafetler bir işe yaramamaya başlamış, insanlar da bu kıtadan umudunu tamamen kesmişti.
Kürenin öbür kısmı nispeten daha iyi durumdaydı. Hoş, sıcaklık Asya’nın büyük çoğunluğunda asla sıfır derecenin üzerine çıkmazdı ama yıl ortalaması yüz on altı santigrat derece olan bu düzlüklerden daha ılımlı olduğunu söyleyebilirdiniz.
2026 yılı, insanoğlunun keşfedebildiği ölçüde yaşam için en yıkıcı yıl olmuştu. Doğa zaten yıllardır git gide dengesizleşiyordu, fakat belki birkaç yüzyıl daha yaşamı destekleyebilirdi, Aralık ayının son günlerinde bildiğimiz anlamdaki Güneş Sistemi’nin sonu gelmeseydi.
Evren, tuhaf tesadüfler zinciri üzerine kurulmuş feci hassas bir düzene sahiptir. Devasa bir galaksi, başıboş bir kara delik yüzünden bütün stabilitesini yitirebilir. Henüz keşfedememiş olduğumuz gök cisimleri, bildiğimiz bütün fizik kurallarını yeniden yazmamıza sebep olabilir. İşte, yetmiş yıl önce tam da böyle bir şey oldu.
Kimi insanlar sarsıntılarla uyandılar, kimileri de nefes alamadıklarını hissederek. Bazıları ise, daha yatağa yeni girmiş olmalarına rağmen hayatlarında hiç görmedikleri kadar parlak bir gün ışığıyla yataktan fırladılar. Gökyüzünde bin farklı güneş parıldıyormuşçasına, körlemesine perdelerini kapatmaya çalıştılar ama nafile. Dünyadaki insanların bir yarısı, yüz binlerce yıldır alışık olduklarından çok daha fazla ısıya çok kısa sürede maruz kalıp eridi gitti. Diğer yarısı ise gündüzün bir anda aysız bir geceye dönüşüne şahit olacak kadar yaşadı, sonra onlar da yıkılan evlerin, toprağın altına giren şehirlerin içinde yok oldular. Tesadüfen hayatta kalan birkaç yüz bin kişi ise ne yapacağını bilemez halde bütün medeniyetin alaşağı olmasını izledi.
Bir süre sonra, Dünyanın aydınlık yarısı diyebileceğimiz yerden görülen şeyin aslında tek ve devasa bir yıldız olduğu anlaşıldı kimileri tarafından. İnsanlar ona basit bir isim verdi: “Alev”. Sonra bir yerlerde şans eseri ayakta kalmış bir gözlemevi bulundu. Eskiden Ukrayna olarak anılan bu yer, basit iletişim araçlarını kullanabilen insanlar için bir buluşma yerine dönüştü. Sonunda az buçuk fizikten anlayan biri gelince, Dünya’nın başına ne geldiği konusunda herkesin bir fikri olmuş oldu.
Anlaşılan o ki, Güneş Sistemi’nin yakınlarında bir yerde bir solucan deliği ortaya çıkmıştı. Ama ne solucan deliği! Güneşten aşağı yukarı sekiz bin kat daha büyük bir yıldızın geçebileceği devasa bir tünelin ucu, tutup da koca uzayda yaşayabileceğimiz tek yere çıkıyordu. “Kıyamet”ten (böyle adlandırıyordu insanlar) aşağı yukarı on yıl sonra, solucan deliği gözlemlenebilmişti.
Artık yaşanabilecek az yer kalmıştı dünyada. Doğu “Yaşam Çizgisi”, eskiden adı Japonya, Kamçatka ve Endonezya olan yerlerden geçiyordu. Fakat burası genellikle sular altında kaldığından ve daha önce insanların yaşamadığı yeni karalar oluştuğundan dolayı hiç kimse hayatta kalmamıştı. Diğerleri birkaç kez orayı Amerika’ya geçiş için kullanmış, sonra o turlar bitince de tamamen terk edilmişti.
Batı Yaşam Çizgisi ya da kısaca Yaşam Çizgisi ise, Doğu Avrupa, Anadolu’nun bir kısmı ve Afrika’nın doğusunu içinde tutan, nispeten daha geniş bir alandı. Su/kara oranı çok fazla değişmemiş, her ne kadar şehirler tamamen yıkılmış olsa da toprak dünyanın geri kalan her yerinden daha sağlam kalmıştı.
Bu iki çizgiden baktığınızda, ufukta Alev’in kenarını bir çizgi halinde görebilirdiniz. Hava her daim alacakaranlıktı ve hava sıcaklığı hiçbir zaman yirmi yedi derecenin altına düşmez, yirmi dokuz derecenin üstüne çıkmazdı.
Böyle olmasının sebebi ise, demişti fizikçi, Dünya’nın artık kendi etrafında dönmemesiydi. Anlaşılan o ki, tuhaf tesadüfler zinciri bunu doğurmuştu.
İnsanlar açık hava kasabaları inşa etmişti kendilerine. Üstlerinde bir çatı olmadan uyurlardı. Günün yağmuru öğle saatlerinde düşer, tek rüzgâr da yağmurdan hemen sonra eserdi. Yetmiş yıldır bu hiç değişmemişti. Binalar yapmakla uğraşmadılar, üç haftada bir gerçekleşen depremlerde yıkılırdı nasılsa.
Şimdi ise, fizikçi ölüyordu. Yanında, bildiği şeyleri öğrettiği ve beraber fikir yürüterek bilgilerini geliştirdiği bir öğrenci grubu vardı. Son dersini veriyordu ve söyleyecekleri insanların hoşuna gitmeyecekti.
Ölümünden sonraki iki yıl boyunca insanlar başkalarına ulaşmaya ve bu arada sığınaklar yapmaya çalıştılar. Afrika’daki küçük bir topluluğu zor da olsa ikna edip yanlarında getirdiler. Karşılaştıkları diğer gruplarsa kendi hallerinde yok olmayı tercih etti.
Hâlâ eski zamanın tarihini ve saatini tutmakta ısrar eden birkaç kişiye göre, bir Aralık sabahı gökyüzüne baktıklarında onu gördüler. Karanlık bir gecede parlayan ay ışığının nasıl göründüğünü hatırlayanlar, bu görüntünün tam tersi bir etki yaptığını düşündü. Yarı aydınlık bir gökyüzünde, çevresine karanlık yayan bir nesne büyüyordu. Çatlayan bir televizyon ekranında git gide genişleyen bir aksaklık gibi, Alev’in bin güneşlik ışığını ölümüne yansıtan birkaç tanıdık gezegenin önüne geçti. Hayatta kalan birkaç yüz bin insan, geri kalan herkesi öldüren deliğe doğru yaklaşmalarını kayıtsızca izliyorlardı. Sonra yavaş yavaş, sanki bir rüyadan uyanırcasına hareketlendiler ve sığınaklara doğru yol aldılar. Hayatta kalmalarına ihtimal yoktu, hayatta kalsalar bile toprağın altından çıkmalarına ihtimal yoktu, ama yine de gidiyorlardı.
Sonra gün doğdu.
Batıdan devasa bir güneş yükseldi.
Sığınaklara girmemiş olan az sayıda kişi gördü bunu ve anlatacak kadar, hatta anlayacak kadar yaşayamadı.
Tepedeki karanlık git gide daha çok büyüdü.
Alev’in tepesi karanlığa temas etti, ama hâlâ sadece yarısı görünüyordu.
Sarsıldılar.
Karanlığa gömüldüler.
Olanların büyüklüğünü kavrayabilecek kimse kalmadı.
Dünya önce soğudu, sonra biraz ısındı.
Alev’in arkasına saklanan Güneş, dostane yüzünü tekrar Dünya’ya çevirdi.
Öyle büyük bir yıldızın ikinci kez içinden geçmesine dayanamayan solucan deliği yok olmuştu.
Dünyaya çarpan birkaç büyük asteroit, tekrar dönmesini sağladı.
Birkaç yüzyıl sonra, Dünya yavaş yavaş yörüngesini buldu. Hemen yanı başında dönen, biraz yeşilimsi bir Mars’la beraber.
Sadece üçü kaldı geriye, koskoca Güneş Sistemi’nde başka cisim yoktu.
Tuhaf bir tesadüfler zinciri, Dünya’yı şöyle bir silkelemiş, üzerindeki bütün yaşamdan arındırmış ve tekrar yerine koymuştu.
- Sonun Anlamı - 12 Mayıs 2020
- Fantastik Edebiyattan “Ready Player One”a Yolculuk – Okuyucuya, İzleyiciye ve Oyuncuya İstemeden Kötülük Yapmak - 24 Nisan 2020
- Karıncalar Hep Vardı - 19 Nisan 2020