Derin bir nefes çekiyorum, göğsümü dolduruyor esen rüzgârın serinliğinde… Bu rüzgâr nerden çıktı, hayır rüzgâr değil esen, benim, benim gökyüzünün içinden hızla geçen. Ama nasıl? Ellerim, ellerim iki yanımda; sarmaşıklara sarılmış, mavi gökyüzünün sonsuzluğundan uzanan bir çift halatı sımsıkı tutmuş… Ama ne halatıydı bu şimdi, sıktıkça ellerimi yakan. Ayaklarım, ayaklarım nasıl boşlukta böyle? Sallanıyor dünyaya kafa tutarcasına. Bu oturduğum yer, iki kenarını sarmaşık sarmış halatlara bağlı ahşap bir salıncak. Evet, sallanıyorum sonsuzdan gelen bir salıncakta, evrenin üzerinde. Taze bir serinlik vuruyor yüzüme, beyaz bulutların arasından. Düşlerin beyazlığı bulutlar. Umudun maviliği arasında rengiyle dünyayı değiştiren o bulutlar. Sallanıyorum tüm evrenin üzerinde… Gidiyorum, bir kuş gibi süzülüyorum gökyüzünde. Alçalıyorum yavaşça, tüm insanlar gibi yavaşça, sezdirmeden, sezmeden. Derin bir dalga geçiyor üzerimden birden, kopkoyu bir denizin üzerine sallanıyorum. Sanki batacak bir gemi gibi, su almış eski bir tekne gibi… Durmadan yüzümü ıslatıyor tuzlu sular. Nefessiz kalıyorum. Hatta boğuluyorum sanıyorum. Her bekleyişte olduğu gibi. Uzun yollardaki yorgun gözler gibi. Uzaklardan gelecek fısıltılara esir kulaklar gibi… Ellerim hala halatlarda sarmaşıklar gibi onlarda sarılmış. Başımı kaldırıyorum yavaşça biraz da korkarak hala sonsuzdan mı sallanıyor bu salıncak? Hep bir şeylere tutunmalıydık zaten, hiç bilmediğimiz tanımadığımız insanlara şehirlere… Tutunmazsak eğer inanmadan güvenmeden boşlukta sallanan bir salıncak olurdu yaşamak. İnanarak binip düşsek de yeniden kalkıp yeniden oynamayı öğrenmeliydik. Özgürce sallamalıydık bacaklarımızı sonsuzlukta… O sonsuzluk ki yaşamın ta kendisi… 

Sonsuz denizlerde, ormanlarda, dağlarda, ovalarda, evlerin üstünde, geniş caddelerde, dar sokaklarda sallandım, sallandım dünyanın salıncağında… Bunca güzellik arasında ne çok acı vardı yeryüzünde… İnsanlık, ah o insanlık… Değerini ne zaman bilecekti yaşamanın? Ölmeye yüz tutan zamanlarda mı hep bir geç kalmışlık yaşayacaktı? Anlamak için dünyayı, evreni belki de yaşamı bir an durup belki de yukarıdan en yukarından bakmak gerekirdi. Görerek bakmak ve hissederek tüm insanlığın acısını, sevincini… Belki bir salıncak sonsuzdan gelen, belki göç eden bir kuşun kanadına tutunup belki de bir uçurtmanın kuyruğunda süzülerek… Hangi düşte var olmak isterse o düşü keşfetmeliydi insan. Kim duyarsa sesini onunla konuşmalı, kim severse kalbini onu sevmeli… Mutluluğu önce çocukluk düşlerinde keşfe çıkmalıydı.

Düşler, hayaller, rüyalar… Ben neredeydim? Hangi düşün kanadında, hayale mi daldım durduk yere, yoksa görülebilecek en güzel rüyada mı sallanıyorum gökyüzünde? Bir rüya hayata bağlar mı insanı yeniden? Yeniden sevdirir mi denizleri? Kıyılarında durup denize atılan acıları unutturur da, dalgaların ezgili sesiyle gülümsetir mi yeniden? Umudun sesini duyar mı bir ormanda, rüzgârın yaprakları sevmesinden doğan? İnsan sesleri, müzik sesleri, içine kapanmış evlerin sesleri. En çok şimdi mi duyulur? Ne çok şey sığdırabiliyormuşuz dört duvara, sayılamayacak kadar… Ne çok sevinç, ne çok keder… 

Düşündüm düşümde, en güzel düşü görebiliyorsam hala, yaşamak güzel. Düşlerim varken hala, umut etmek güzel. Düşlediği sürece umudu olurmuş insanın. Olmayacak düşler de olsa, düşünürken bile umudu yeşerttiği bir gülümseme olurmuş yüzünde. Gerçekte gülemiyorsam eğer, düşler var, hayaller var, umut var… Belki de gerçeğe en yakın, izleri silinmeyecek rüyalar…

Sonra bir ses duydum, gerçek bir ses. Uyandırdı beni düşümden, yeni bir güne, yeni bir sabaha, yeni bir hayata… Elime sinen sarmaşık kokusuyla, bir deniz kenarı aradım bunları anlatmaya…

Latest posts by Burçin Laçin Altay (see all)
Visited 22 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version