Hiçbir şey bir saniye olsun sabit kalmadı. Gökyüzüne baktım. Bulutlara, denizin dalgasına ya da meçhule uçan bir serçeye. Hiçbiri, onları ilk gördüğüm yerde kalmadı. Aynı yer, aynı saatinde gittim oysaki. Bekledim, gelmedi serçe. Aynı görünmedi köpük köpük bulutlar. Ve asla o gün gördüğüm ve duyduğum gibi dalgalanmadı deniz. Ama ben yine de gittim.
Yaprakları gittikçe azalan defterimin sayfalarına bakındım. Hor kullanmışım, yazdıkça yazmışım inatla. Çizdiğim, hatta hızımı alamayıp boyadığım kitap cümlelerine de göz attım. Sonra mürekkepleri kendinden meçhul; uçup gitmiş kalemlere döndüm, onlar hep kalemlikte beni bekliyordu. Sonra takvime ilişti gözüm. Duruyordu; fakat günleri, haftaları, ayları ve yılları için aynısını dile getiremiyordum. Bugünün tarihinde ise beni bekleyen birilerinin daha olduğunu anımsadım birden. Güya ekrandan gözlerinin içine bakıp ders anlatacaktım. Sınıfta kapıyı açar açmaz bakışlarımla ve gülümsememle sarıldığım gibi de sarılacaktım çocuklara. Yirmi ayrı dünya ile beraber olacaktım kısaca. Tabii onlara ulaşabilecek olursam. Çünkü herkesin unuttuğu fakat benim bir an olsun anımsamaktan geri durmadığım bir şey vardı. Fırsatların eşitsizliği…
Bugünlerde hepimizin arasındaki yol makasın iki ucu gibi ayrılmıştı. Ben de durup, düşünüp taşınamayıp o gün hemen rotama bir yol çizdim. Adını da koydum elbette. Gönül yolu dedim. Belki orada buluşabiliriz diye. Ama olur bazen öyle. İnsan olmak bu olsa gerek. Gün ağarıyor, bulutlar kaçıyor, deniz çekiliyor ve serçe nasıl uçuyorsa zaman da aynı. Bugünler de gidecek, biz arasak da gelmeyecekti. Bazen her ne kadar anlam veremesek de iyi ya da kötü bir şekilde geçiyordu yirmi dört saatler. O saatlerin kimisinde boyutlarını tam bilmediğim bir ekran arkasından çocuklara sesleniyorum. Hatta sesleniyoruz. Başkasının koyduğu kurallar ve planlarıyla; başkalarının hayatlarını yaşıyoruz kısaca. Anlatıyorduk da. Peki, bil(e)miyor muyuz kendi hayatımızın kurallarını.
Görmüyoruz önümüzü. Dünyayı, hayatı, çevreyi, insanları ve yaşadıklarını… Veyahut gösterilmiyor da olabilir. Virüs değil, körlük artık bulaşıcı hastalık. Geç anladım. Hepimiz buradayız, kimse birbirini görmüyor. Göremiyoruzdur belki de. Yollarımızı ayırmak için son günlerimiz olabilir diye anımsadım. Ve çocuklara döndüm. Karşımda değil, yanı başımdalar gibi gülümsedim. Başlamak dedim, bence bitirmek falan değil. Hayatta öyle her şey göründüğü gibi değildir. Yüksek notlar, havalı mekânlar, evler, arabalar, trendler… Hiçbiri yok dedim. Vardır belki de fakat yokluğun içinde saklı.
Yokluk şimdilerde; sevgi, saygı, insanlık, merhamet. Varlık; artı, eksi, ek, kök… Sınavı verdin, kaldın derdi. İyi göründün, kötü durdun, az sevdin çok sevildin. Hepsi koca bir boşluk. Bazen sadece yüklediğimiz anlamlar, öğrendiğimiz kalıplar hatalıdır. İnsanlığı anlatamadığın çocuğa müfredatı ezberletmek gibi. Sonra devam ettim. Öğrenmenin yaşı, cinsiyeti ve zamanı olmaz dedim. Değişimin ve gelişimin de panzehri. O halde kim yazıyor defterinizi? Kaleminizin mürekkebi meçhule mi yoksa kendi satırlarınıza mı gidiyor? Mesele, kimi zaman ayrılan, çıkmaza düşen, bir de kalpten kalbe çizilen yolu iyi belirlemek diye de bitirdim.
Yollar her zaman düz değil.
Yaşamak; başkasının gözü,
Görmek; başkasının penceresi,
Yürümek; başkasının yolu değildi. Fakat kendini başka bilmek böyle bir haldi.
Yol zifiri karanlık olsa da ışığın nereden geleceği belli olmaz. Şimdi her şey o kadar hızlı var olup bir o kadar da çabuk kayboluyor ki… Sanki peri tozu yağıyor geceleri.
- Peri Tozu - 3 Mayıs 2022
- Albert Camus – Yabancı Kitap İncelemesi - 6 Eylül 2021
- Otobüsü Kaçıran Milletin Çocukları - 10 Ekim 2020