Yazar: 18:30 Öykü

Seniha

Ekmek parası, hayat gailesi, yaşam savaşı…. Hoş ben yaşamla hiç savaşmadım ya lafın gelişi. Hiç istemediğimiz halde tayinimizin İstanbul’a çıkması, yıllar sonra kürkçü dükkanına geri dönüş. Kader diye bir şeyin olmadığına olan inancımı yerle yeksan edercesine savaşmadığım hayatın, beni ittire kaktıra cepheye sürer gibi yarım kalan bir hikâyenin tam ortasına getirip attığı bir tayin.

Anadolu’nun kurak bozkırları, sulak vadileri, zengin doğası ve temiz havasına karşın, bolluk ve yokluğun ikiz kardeş gibi yaşadığı topraklardan doğduğum ve fakat doymadığım memleketime sürgün… Unuttuğumuz trafiği, mesafeleri, kalabalığı, pahalılığı, yabancılığı ile büyük şehir memur için ödül değil sürgündür. Eser miktardaki paramızı çarçur etmemek asıl maksadımız olarak Seniha’nın babadan kalma evini ufak tefek tamirat, badana boya ile oturacak hale getirerek yerleştik. Seniha’nın mutsuzluğu ne kadar çabalarsa çabalasın gün gibi ortadaydı. Sessiz bir gerginlikle yas tutuyor gibiydi. Bazen de “İçimde garip bir sevinç var,” diyordu. “Olmaması gerektiği kadar büyük, hatta gereksiz, manasız bir sevinç.” Bu halleri beni endişelendirse de anlıyordum çelişkili davranışlarını, duygu dalgalanmalarını. İlkokuldan beri yurtlarda olduğumdan benim için “ev” Seniha ile evlendikten sonra anlam kazanmıştı. Ama o eğitim fakültesine gidene kadar bu evde babası ile annesinin geri geleceği günün umudunu yitirmeden beklediğinden hatıralar canını acıtıyordu. Bir yandan da köhnemiş evin duvarlarına sinmiş umutlu bekleyiş sirayet ediyor, Seniha’mı duygu çemberinde çarkıfelek gibi döndürüp duruyordu. Zannımca keder yüklü bu atmosferin ağır havasını dağıtmak için, kullanılabilecek durumda olan eşyaları bile istememiş, bana da Kadıköy’ün arka sokaklarında eski eşya alan satan dükkânların yolu gözükmüştü. Babamın çocukluk arkadaşı Yervant Amca’nın antikacı dükkânını bulmak hiç de zor olmadı benim için. Kapıdan girdiğimde sekiz numara gözlüklerinin ardından bir müddet baktı. Titrek birkaç tel saçını yatıştırdı, çilli parlak başını kaşıdı, tanıyamadı ama hatırladı. “Ne kadar da büyümüşsün,” dedi. 30’lu yaşlarımın sonundaki bana ne kadar büyümüşsün diye sarılması çocukluğumun kokularını getirirken şaşılacak derecede değişmediğini fark etmiştim ya da bana öyle gelmişti. Çaydır, kahvedir, anıdır, yaşanmışlıktır derken, muallim (onun tabiri ile) olmam sebebi ile azami ilgi gösterdi. Neticede hem eşyalarımızı sattım hem de yarı zamanlı işe girdim. Eski eşya, antika –alacak gücüm olmasa da– merakım bana yeni bir ekmek kapısı olduğu için havalara uçuyordum, başka kapıların da açılacağını bilmeden. Arnavut kaldırımlı sokakta, bacaklarımın zaptı zor ahengi ile on sekiz yaşında delikanlı gibi ellerim cebimde ıslık çalarken buldum kendimi. Dışarıdan nasıl gözüktüğümü bir mağazanın vitrin camında fark edince genzimi temizledim, ceketimin yakalarını kaldırıp ıslığımı içimde şişirerek sırıta sırıta yürüdüm rıhtıma kadar. Seniha’ma yemek boyu küçük bir çocuk sevinci ile anlattım Yervant Amca’yı. Tıpkı şimdi olduğu gibi eskiden de beni nasıl koruyup kolladığını, bugünkü hayatımı ona borçlu olduğumu, eşyalarımıza ederinden fazla ödeyip bir de okuldan arta kalan zamanda antika dükkanında çalışmaya başladığımı nefes almadan anlattım. Bir de “Hani bana antika dersin ya, tam yerine rast geldim,” diye saçmalayarak gevrek kahkahalar attım. Benim bu coşkuma ortaklık etmedi “Hayırlı olsun,” demekle yetindi ya da bu minvalde bir şeyler söyledi.

Ders programımın Seniha’nınki gibi yüklü olmaması büyük bir avantajdı benim için. Sabah erkenden soluğu Kadıköy’de alıyordum. Dükkân dış cepheleri farklı renklere boyanmış cumbalı evlerin karşılıklı sıralandığı, yol boyu sağlı sollu küçük sokaklara açılan ihtiyar ama sevimli bir sokaktaydı. Üst katları kafeterya, bar olarak hizmet vermekte olan evlerin giriş katları irili ufaklı eski eşya ve antika dükkânlarına ayrılmıştı. Her gün sokağa köşe başındaki “Eski Efsaneler” antika dükkânının altın renkli gramofonundan yayılan farklı bir karşılama müziği ile giriyor, Yervant Amca’nın dükkânına gidene kadar da şarkılara bildiğim kadarıyla eşlik ediyordum. Kimi zaman Müzeyyen Senar, Zeki Müren kimi zaman Barış Manço, İlhan İrem… Plakların çizili olmasından kaynaklanan kulak tırmalayıcı cızırtılar bile etkilemiyordu bu muhteşem sesleri. Büyük bir keyifle adımımı attığım dükkânda, antikaların tozunu alırken kaderin görünmez ağlarını da temizlediğimi bilmeden her bir parça ile sohbet etmeyi alışkanlık haline getirmiştim. En güzel yıllarımı heba ettiğimi bu yaşımda anlamam ne acıydı. Hayatta anlam verdiğim ne var ne yok elimden kayıp giderken, Anadolu’nun ücra köşelerinde kayıp çocukluğumu öğrencilerimde yaşatırken Seniha’m bana Allah’ın bir lütfuydu. Haksızlık gözyaşları kursağına takılan iki yaralı kuş gibi çırpınırken kalpten kalbe giden yolu bulmuştuk. Bu yol bizi birleştirip iyileştirirken neden yaralandığımız yere tekrar kanat çırptık orası muammaydı benim için. Havalar iyiden iyiye ısınmaya başlamış, hasır taburesini kapan kendini kapı önüne atar olmuştu. Bir yandan keyif çayları, kahveleri içiliyor bir yandan da hayat pahalılığı, siyaset, romatizma, torun, gelin, damat ne varsa ortaya dökülüyordu. Bir de kadınlara dedikoducu derler. Baharın tazeliği, muhabbetin koyuluğu beni de içine çekmiş, iç döküşlerime ara vererek dükkânın dışında daha çok vakit geçirir olmuştum.  O sıralarda fark etmiştim simsiyah gözlüklü, ufak tefek, pardösülü hanımı. Ağarmış saçlarının bir kısmını açıkta bırakan, usulen çenesinin altında düğümlenmiş bir eşarp, topukları aşınmış eski moda ayakkabılar, yumruk yapıp göğsünde tuttuğu kolunun dirseğinden sarkan bir kol çantası, diğer elinde gerçek rengini gizleyen yıpranmış bir valiz. Sanki bu sokağa çok yakışıyordu. Bir zamanların nadide bir vazosu gibi zarif ama eski, yıpranmış ama kıymetli. Çok dikkatli inceleyemesem de ilk bakışta elindeki valiz dikkatimi çekmişti. Yaşına ve cüssesine göre kolayca taşıdığından mı yoksa sadece bir his mi bilemiyorum, valizin içinin boş olduğunu düşünüyordum. İnsanın bir şey dikkatini çekti mi sanırım algı alanına giriyor. Yervant Amca’yla dükkânın önündeki taburelerde sabah kahvemizi içtiğimiz esnada sorma cesaretini gösterebiliyorum epey bir vakittir dikkatimi çeken bu hanımı. Daha önceleri yan dükkândaki Hasan’a ya da dükkânına girip çıktığı Hilmi Amca’ya sormaya yeltensem de vazgeçmiştim. Fırsat bu fırsat diyorum, merakıma yenik düşüp soruyorum utangaç bir delikanlı gibi. Anlatılması gereken öykü gizlendiği yerden lamba cini gibi fırlayıveriyor, Yervant Amca’nın hüzünlü sesinde vücut buluyor.  O anlattıkça benim nabzım yükseliyor, ellerimin terlediğini burun kanatlarımın titreştiğini hissediyorum. Sözcükler, bir defter sayfasına yazılmış eğri büğrü harfler olarak geçiyor gözlerimin önünden. Masal mı dinliyorum, okuduğum kitaplardan aklımda kalan bir hikâye mi, yoksa başka bir boyutta yaşadım mı? Yervant Amca anlatmaya devam ediyor sakin sakin: “Çok varlıklı, tanınmış tüccar bir ailenin tek kızıymış. Ailesinin onaylamadığı bir evlilik yapmış. Lakin evliliğinde mutsuz olmuş, baba evine geri dönmüş ama ailesi çocuğunu kabul etmemiş. Biçare kadın, geride bıraktığı çocuğu için kendini diri diri mezara gömdü derler. Babası iflas edip kendi canına kıyınca anne de kahrından sizlere ömür. Kala kala içindeki değerli eşyalarla Erenköy’de bir köşk kalmış. İşte ne yapsın geçinmek için elden çıkarıyor bazı değerli eşyaları, ederinin altına gidiyor tabi. Deli desen değil, meczup desen değil, gariban desen hiç değil. ‘Yaralı bir anne o,’ der bizim Hilmi, kadim dostunun kızı için. Yükte hafif olanları kendi getirir, bazen de Hilmi gider köşke büyük parçalar için.”

“Hiç aramamış mı çocuğunu?” diye soruyorum eski ama tanıdık bir acı yoklarken sol yanımı.

 “Sanmam, günahına da girmeyeyim şimdi. O konuda pek konuşmaz Hilmi.”

“Peki ya o valiz? Yaşına göre iyi taşıyor” diye soruyorum ağzıma gelen acı suyu yutkunarak geri gönderirken.

“Yok yahu. Hilmi’nin dediğine göre valizin içi boşmuş. Git gel akıllı işte, taşır dururmuş her yere o valizi. Türkan Şoray’ın Boş Beşik filmindeki gibi…”

Akşam yemeğindeki suskunluğumu yorgunluğuma veriyor Seniha’m, şimdilerde ardiye olarak kullandığımız, eskiden ona ait olan odaya girmek için yaşadığım telaşı bilmeden. Canım Seniha’m, kitaplarla avunmaya çalıştığı zamanlarda bile annesizliğini perçinleyecek kitaplar okumuş dizi dizi. Kemalettin Tuğcu, Gülten Dayıoğlu… Ne aradığımı biliyorum, çekiniyorum, korkuyorum aslında ama karıma ait günlüklerin çekim alanına girdim bile çoktan. Gizli bir şey yapıyormuşum gibi gerginim. Bana anlattıkları ile birleştirerek kaç tanesini okudum içim burkularak bilmiyorum. Küçük bir kız çocuğunun, ergenliğe adım atmış bir genç kızın kalbinden geçenlerde bir delil bir ispat arıyorum. Kendimce çizdiğim resmin eksik manzaralarını arıyorum. Yeter bu kadar dediğim anda gözüm bir sayfaya takılıyor.

Annemin valizi sokak kapısının önünde yerini aldığında yapacağımız kısa yolculuğun sinyali de verilmiş olurdu. Anneannemlere vardığımızda devasa büyüklükteki demir kapının ardında rengarenk çiçeklerle bezeli bahçenin ortasındaki fıskiyeli süs havuzunun önünde kabul beklerdik. Annemin valizi bir süreliğine yatıya gelmiş uzaktan bir akraba gibi, habersiz gelmiş de rahatsız etmek istemeyen ama içeri girmek için can atan meraklı bir komşu gibi   mermer zeminde bekleyedursun, dedemin gitgide yükselen gür sesine karışan annemin ağlamalarını duymayayım diye kapatıldığım geniş odada çocuk oyunlarıma çoktan başlamış olurdum. Ayaklarımın yere değmediği, elimi sürekli üzerinde gezdirmek istediğim, gezdirirken de içimin gıdıklanmasından büyük keyif aldığım koltukta, tek gözü kapanmayan sarı saçlı kırmızı yün elbiseli Ayşe ile tembih edildiği şekilde uslu uslu otururduk. Tavandan aşağı sarkan kocaman avizenin beyaz taşlarına yansıyan güneş ışığında kirpiklerimi kırpıştırarak tüm renkleri dans ettirmeye bayılırdım.

O zamanlar hangimizin kabul edilmediğini kavrayamadığım bu gidiş gelişlerin en sonunda annem, evimize döndüğümüzde valizi odasına götürmedi. “Sen şimdi bu evde bir süre babanla kalacaksın. Ben seni sonra gelip alacağım tamam mı güzel kızım,” diyerek valizi ile gittiğinden beri…

“Ne yapıyorsun sen saatlerdir orada bakayım,” diye gülerek içeri girdiğinde Seniha’m, ben darmadağınık, yaşlı gözlerle oturduğum yerde otuz yaşlarında bir kadına değil beş yaşında bir çocuğun kurşun gibi delip geçen, acı, şefkat, merhamet, yalan, vicdan hangisini barındırdığını anlayamadığım gözlerine bakıyordum.

Editör: Gülhan Tuba Çelik

Latest posts by Sibel Karaca (see all)
Visited 69 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version