Yazar: 15:15 Öykü

O Gün

Ayda bir iki defa misafirler için açılan salonlardan birinde, annemle birlikteyim. Rahatsız, en ufak bir lekeyi, hatayı, dökülmeyi belli eden, açık renk, çocuklar için fazlaca geniş ikili koltuğun bir köşesinde oturuyorum. Sırtımı koltuğa tam olarak yasladığımda ayaklarım havada kalıyor, ayaklarımı yere değdirerek oturduğumdaysa sırtım boşlukta kalıyor kamburlaşıyorum. Annem tarafından kim bilir kaçıncı defa evde yalnız kalamayacağıma kanaat getirildiği için zorla getirildim, herhangi bir nesne gibi. Evde yalnız kalabilecek kadar büyümek hangi yaşa tekabül ediyor tam olarak? Bilmiyorum, büyüklere sorsak net bir cevapları var mıdır? Hiç alışamadım, her defasında öfkeden deliye dönüyorum. Kibarca gitmek istemediğimi söylemek, bağırmak ve en sonunda da ağlamak kâr etmiyor. Büyüyünce istediğin yere gidersin! Büyüyüp cehennemin en dibine de gidebilirsin, cennetin derinliklerine de. Akşam yemeğinde babama: “yarın da bilmem kimlere oturmaya gideceğiz arkadaşlarla” dediğinde annem, zorla götürüleceğimden haberim oluyor. ‘Oturmaya gitmek’ de ne demekse… O andan itibaren içimi sıkıntılı bir duygu kaplıyor. Gitmek istemiyorum, evde tek başıma kalabilecek yaşta değilim. Oysa kalabilirim. Kapıyı kimseye açmam, gece kardeşlerimle birlikte kaldığımız gündüz oturma odası olarak kullanılan odada, kitaplığın önündeki kanepede kitap okurum. Bazen de balkon da.  En fazla müzik dinler, komşuları rahatsız ederim. Onu da yapmam aslında, nerede nasıl duracağımı bilirim hep. 

Kurallar büyüklerin çelişkili dünyasında yazılıyor. Her şey onların fikirlerine göre. Koltuklar, salonlar, yemekler, masalar, konuşmalar…Saatlerce süren, bazen gece yarılarına kadar sarkan yarı uyanık dinlediğimiz konuşmalar boyunca yayıldıkça yayılmaları için. İnsan o rahatsız koltuklarda hangi derdini ne kadar açabilir, paylaşabilir bilmem. Oturma odası bu konuda daha insaflı. Koltukların birbirine olan mesafesi odanın küçük olması nedeniyle daha az, ortamı girer girmez samimi gösteren bir daralma. Eşyaların konumu, insan vücuduna oranı salona göre daha makul, çocuklar da o devasa koltuklarda cüce gibi görünmüyor en azından. Hem oturma odasında ağırlanıyorsanız ev sahibinin günlük halini paylaşabileceği yakın arkadaşı, eve sık giren çıkan biri olduğunuz, verilen bir yakınlık işareti gibi. İnsanların birbirlerine çizdiği sınırları gösterme şekli: mekânlar ve eşyalar. Koltukların, sandalyelerin, sehpaların izin verdiği kadar samimi sohbet mümkün.

Kucağımda açılmış desenli bir peçete, üzerinde çeşitli tatlı ve tuzlu yiyecekler yerleştirilmiş ağzına kadar dolu tabak. Kucağımı kaplıyor: meşhur gün tabağı. Alacalı kek, kısır, yumuşacık poğaça, mevsime ait otlardan yapılmış zeytinyağlı bir salata, üzeri renkli pasta süsleriyle kaplı çocukların en sevdiği, tabaktakilerden en önce bitirilen çikolatalı bisküvi pastası. Önümdeki sehpadan alıp, tedirginlikle ağzıma götürdüğüm içene dek dökmemek için çabaladığım yarısı soğuk su dolu, bol şekerli açık çay. Elimden bir kaza çıkması ihtimali odadaki tüm gözlerin bir anda bana çevrilmesi, annemi ve kendimi mahcup etmek, en kötüsü de mutfakta diğer çocuklarla yemem için bir kez daha ısrar edilmesi anlamına geliyor. Ne de olsa çocuklar için mutfakta kurulu döküp saçabilecekleri güvenli ve uygun bir masa var. Üstelik erken davranırlarsa biten çikolatalı tatlılardan tabaklarına birer tane daha alabilirler. Bana da çocuklar için kurulan sofrada yemem teklif – daha doğrusu tembih- edildi. Teklif ve tembih arasında büyük bir fark olduğunu ev sahibinin tedirgin ve kontrolcü ses tonundan ayrıştırabiliyorum. Kaynaşmayı daha en başta istemediğim çocuklar tanışmışlar, oyun oynamak için gruplar kurulmuş, yemek için kendilerine ayrılan yerde yiyorlar. Kimse büyüklerin dünyasında kalmak istememiş anlaşılan. Tabaklar, sandalyeler, halılar büyüklerin dünyasını temsil ediyor. İncecik kristal çay bardakları, biraz hoyratça sıkılınca kırılabilir. Koltuklar açık renk, dökülen çayın lekesi çıkmayabilir. Peçeteler nakışlı, çikolata lekesi mahvedebilir. Yastıklar dantelli, yıkanmaya gelmeyebilir -Allah muhafaza solabilir-. Yine de çocukların yanına gitmeden saatlerce kadınların sohbetine maruz kalmayı seçiyorum. Bir yerden sonra kendi hayal dünyam gerçeğe ağır basıyor, uykuya dalar gibi zihnim yavaşlıyor kadınların, çocukların sesleri kısılıyor. Kadınlarla konuşacak yaşta değilim, gerçi bu muhabbetlere büyüyünce katılabilecek miyim ondan da emin değilim. Misafir çocuklarıyla da evin çocuklarıyla da oynamak istemiyorum. Her gün sabahtan akşama kadar oynadığım, huyunu suyunu bildiğim, nerede mızmızlık yapar, hangi oyunu sever, hangi oyunda ne olmaktan hoşlanmaz bildiğim, oyuncaklarını paylaşır mı, bir şey sorsam yanlış anlar mı, birden kızıp delirir mi, hırslanır mı tereddüt etmediğim arkadaşlarım var mahallemde. Çoğunu bir daha görmeyebilirim misafirlikteki çocukların, tanışmak türlü huylarını öğrenmek, arkadaş olmak istemiyorum. Uzun sürmeyecek ilişkilere zaman harcamayı sevmemek bu. Gerçi uzun süren ilişkiler de bezdiriyor insanı. Neyse ki tüm ilişkiler bir zaman sonra bitiyor. 

Gözlerim beni hayal dünyamdan kadınlarla dolu salona getiren herkesin ilgi odağı, çok sesli, varlığının altını kahkahalarıyla çizen kadına takılıyor. Saçlarının uzamasıyla simsiyah saç köklerinin sarıya boyanmış saçlarıyla buluştuğu, görünmeye başladığı yerler dikkatimi çekiyor. Kulak deliklerini uzatmış ağır altın halka küpeleri, üzerinde kocaman altın renkli parlak yıldızların olduğu balon kollu vatkalı bluzu, siyah eteği, siyah yüksek sivri topuklu ayakkabıları ve parmaklarının başladığı yer incecik siyah tül gibi çoraplarının ardından gözüken kadın: “hadi kızım sen de çocuklarla oyna, canın sıkılmasın” diyor. Canım daha çok sıkılıyor. Kadın zengin bir müteahhittin ilk karısı. Çocukları olmadığı için kocası kadından yirmi yaş daha genç biriyle tekrar evlenmiş. Gösterişli, pahalı takıları, ayakkabı ve çantaları, kendinden emin tavrı, anlattığı müstehcen hikâyeleri, yersiz neşesiyle kocasını paylaşmayı umursamıyor gibi görünüyor. Evde tek başına olduğu akşamlarda ne yaptığını, sessiz evinde canının sıkılıp sıkılmadığını, kocasına kızıp kızmadığını merak ediyorum. Kadınları sık sık güldüren hikâyeleri ile yara almadan bugünlere geldiğini, çok güçlü olduğunu mu ispat etmeye çalışıyor. Öyleyse bana inandırıcı gelmiyor. Çocukluğunda böyle bir yaşam mı hayal etmişti kendine? Annesi ve babası kocasının evlenmesini nasıl karşıladı, onu korudular mı merak ediyorum. Belki hayatta bile değiller. Canımı sıkmasından hemen sonra bunları düşünmek bir intikam biçimi gibi görünüyor zihnimde. Canımın sıkıntısı geçiyor bir anda, kadına üzülmeye başlıyorum. Çocuğunun olmamasına da üzülüyorum. Kendi yetişkinliğimi, tek başına özgürce zorla bir yere götürülmeden yaşayacağım günleri, dünyayı dolaştığımı, arabam olduğunu, kendi küçük evimde yemekler yaptığımı, sıkılmadan arkadaşlarım ve kitaplarla vakit geçirdiğimi, hayallerimi ve umutlarımı kimseye teslim etmeyeceğimi düşlüyorum. Üzüntüm hemen kayboluyor, kendimi bulunduğum salondan çok uzakta yemyeşil ağaçların tepesinde benim için yapılmış bir ağaç eve tünemiş gibi huzurlu hissediyorum. İnsanın bunca kadın arasında kendi iç dünyasında dolaşması, hayal kurması, sessizce köşede oturması ne mümkün. Bir kahkaha ile bölünen zihnim beni ağaç evden salona düşürüyor! Etrafa bakıyorum; erkeklerin bulunmadığı ortamlarda kadınların süslü, rahatsız ayakkabı ve kıyafetler içerisinde olmalarına pek anlam veremiyorum. Çocuğu olmayan veya çocuğu büyümüş, evde bırakılabilecek yaşta olan kadınlar misafirliğin keyfini çıkarıyor, konuların her birine keyifle dahil oluyorlar. Daha genç ve çocuğu küçük olan kadınlar çocuklarının diğerleriyle doğru düzgün, etraftaki nesnelere ve çocuklara zarar vermeden oynadıklarından emin olmak için yarım kulak muhabbeti dinleyip, konuşmalara yarım yamalak dahil olabiliyorlar. Yarısı eşine, yarısı çocuklarına ayrılmış bir hayatı yaşıyor kadınlar, sürekli bir telaş içinde. Öğlen yemeğine gelen eşlerini evden gönderdikten sonra gidilen bu misafirlikler yine eşlerin işten dönüşüne kadar sürüyor. Başlangıç, bitiş saati ve yeri belli eğlenceler. Eğer eş memursa kadın daha erken ayrılıyor misafirlikten, ev sahibinin kocası zaten önceden tembihlenmiş oluyor. Eve gelmemek için arkadaşlarıyla dışarda oyalanmayı tercih ediyor. Muhabbete dalıp titiz eşinin kendisini evde bulamayacağını düşünen kadınlar gerginlikle, misafirliğin başındaki özen ve dikkatini bir kenara bırakarak, hızlıca toparlanıyor. Birbirini tanımayanların tanıştığı, sınırları aşarak bazen de aile sırlarının paylaşıldığı, sohbetin, bazen de pişmanlığın en koyu zamanında saatine bakarak aniden giyinmeye başlayan, çocuklarını da eve gitmek için hazırlayan kadınlar sanki kendi eğlenmeleri o denli önemli olmayan, sorumluluklardan ibaret insanüstü varlıklar gibi gözüküyor gözüme. Koca bir adama yemek hazırlamak ya da zaten yapılmış, hazır, dolapta bekleyen yemeği ısıtıp adamın önüne koymak, ondan önce evde olmak için apar topar hazırlanıyorlar. Hazırlanırken de mazeret olarak kocalarının ya titizliğinden ya da beceriksizliğinden ya da surat asmasından neşeyle bahsediyorlar. Kimseye tavsiye edilemeyecek türde, bir taraftan da başlandığı için sonlandırılamayan bir filmi izlemek zorunda kalmak gibi yaşamları.

Kadınların yavaş yavaş evlerine dağılmasıyla gün tabağının parfümle karışmış kokusu siniyor perdelere. Önüne oturanın sırtının formunu almış yastıklar, ortada dağınık zigon sehpalar, unutulmuş birkaç oyuncak parçası, mutfakta birikmiş tabaklar kalıyor ev sahibine. Duvarlara sinen ölü kahkahalar, koltuklara yapışmış kadın hikâyeleri, şakayla karışık anlatılmış aile meseleleri. Ev dönüş yolunda olmaktan mutluyum. Babam memur, annem de eve zamanında dönmek için acele eden kadınlardan. Hızlı yürümem için beni çekiştiriyor. Babam yemeğin zamanında hazır olmasını ister, yoksa huysuzlanır. Ama biz çoktan geç kaldık. Eve gidip yarıda bıraktığım kitabımı okumak için can atıyorum.

Editör: Melike Kara

Visited 71 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version