Yazarlık kariyerinizde geldiğiniz noktanın başına dönmek istiyorum. Meselesi olan insanların yazarlıkla tuhaf bir bağı olduğunu düşünüyorum. Nermin Yıldırım hangi meseleyi önüne koyarak yazmaya karar verdi?
Hikâyenin en başına dönecek olursak yazmaya karar vermedim aslında. Yani hadi artık ben yazı yazmaya başlayayım dediğim bir gün olmadı hayatımda. Hele yazar olmak gibi bir hedefim hiç yoktu. Ben sadece yazıyordum. Başlangıçsız bir biçimde neredeyse… Okumayı yazmayı öğrenmemle birlikte başlayan bir serüven diyebiliriz. Hatta öğrenmeden önce de bir nevi yazdığımı söylüyor ailem. Yazamasam da aklımdaki hikâyeleri anlatıyormuşum. Yazmak çocukken de bir tür oyundu benim için, şimdi de öyle. Velhasıl yazmadığım bir dünyam olmadı hiç. Bir yazma miladım da olmadı dolayısıyla. Kendimi bildim bileli dünyayı anlama, daha doğrusu anlamaya çalışma biçimimdi hikâyeler ve sözcükler. Bir derde binaen yazdığım doğru. Bu dert yaşımla ve dünyayla kurduğum ilişkiyle birlikte değişiklikler gösterebiliyor dönem dönem ama en temelinde her zaman bir varoluş derdi bu. Dünyayı anlamaya, kavramaya, onunla dövüşmeye, barışmaya ve en nihayet dost olmaya, ona tutunmaya çalışan herkesinki gibi…
Unutma Beni Apartmanı 2011 yılında yayımlandı. Yayınevlerine dosyanızı sunarken neler yaşadınız, nasıl bir süreçten geçtiniz ve Türkiye’nin en başarılı, sevilen yazarlarından biri olacağınızı tahmin etmiş miydiniz ya da hayal eder miydiniz?
Öncelikle zarif sözleriniz için teşekkür ederim. Ama sanırım buna da tam sorunun cevabı olabilecek bir cevap veremeyeceğim. Çünkü yayınevine dosyamı da sunmadım. Benim yayımlanma maceram beklenmedik, yani benim de beklemediğim bir biçimde gelişti. Unutma Beni Apartmanı benim yayımlanmış ilk romanımdır ama yazdığım ilk roman değildi. Dediğim gibi, çocukluğumdan beri yazıyordum ama henüz dosyamı yayınevlerine göndermemiştim. Herhalde hayatımın bir noktasında bir gün bir yazdığım yayımlanır diye düşünüyordum ama o gün ne zaman ve nasıl gelir konusunda bir fikrim yoktu. Unutma Beni Apartmanı’nından evvel yazdığım romanları kimseye göstermemiştim. İlk defa onu yazmayı bitirdiğimde, acaba yazdıklarım başka insanlara nasıl görünüyor diye düşündüm. Ve üç kopya yapıp edebi fikrine güvendiğim üç arkadaşıma verdim. Okuyup fikirlerini söylemeleri için… İkisi okudu, biri okumadı. Hatta bir türlü okumuyor diye gıcık da olmuştum biraz. Ama sonra onun okumayıp sehpada bıraktığı dosya tesadüfen başka birinin eline geçti ve onun tarafından okundu. O kişi ilk romanımın ve tüm romanlarımın editörü Işıl Özgüner’di. Kendisi Doğan Kitap’ın editörlerindendi o dönem. Çok da iyi bir editördür. Hani böyle gecesi gündüzü olmayan, yoğun tiplerden… Ben bir şey yazdım okur musun desem muhtemelen okuyacak vakti olmayanlardan yani… Ama şans işte, dosyayı görünce kendiliğinden şöyle bir eline almış ve karıştırmış. Sonra da bırakamayıp sonuna dek okumuş, sonradan bana anlattığına göre. Bir gün beni arayıp dosyamı yayımlatmak ister miyim diye sordu. Hem çok şaşırdım hem de çok heyecanlandım. Olumlu cevap verdim ve böylece dosyayı yayın kuruluna sundu, kuruldan geçince de yayımlandı. Benim için yayın macerası böyle sürprizli bir şekilde başladı yani. Aslında yazın hayatımda değişen pek bir şey olmadı. Eskisi gibi yazmaya devam ettim, ama artık bir yayıncım vardı. Yazdıklarımı çekmeceme koymak yerine ona vermeye başladım. Birileri okumaya başladı.
Bana kalsaydı dosyama ne olurdu bilemiyorum. Unutma Beni Apartmanı değilse de bir romanım bir gün belki yine yayımlanırdı belki ama ne zaman olurdu emin değilim. Muhtemelen Doğan Kitap gibi büyük bir yayınevinin benim gibi isimsiz bir yazar adayıyla ilgilenmeyeceğini düşünür ve şansımı daha butik yayınevlerinde denerdim. Ve muhtemelen yine de reddedilirdim. Genelde öyle olur çünkü bu işler. O zaman da bir daha dener miydim, denersem ne zaman denerdim, onu da bilmiyorum. Bildiğim tek şey şu: Yazmaya devam ederdim. Bir tek bundan eminim. Yayımlanmak benim için hiçbir zaman bu işin en önemli kısmı olmadı çünkü. Yazmaktı her zaman aslolan. Velhasıl yine yazardım, hep yazardım ama belki de benden başka bilen olmazdı ne yazdığımı.
Evin insanın en çıplak hali ile kendisiyle hesaplaştığı bir mekân olduğunu düşünüyorum. Ama aynı zamanda güven duygusunu içinde taşır ev. Bu paradoksu nasıl açıklarsınız bize?
“Ev”in paradokslarını açıklamaya benim gücüm yetmez. Üstüne bir değil yedi roman yazdım aslında bu konunun. Ama bildiğim değil, bilmediğim için yazdım. Anlamak için. Ev hem en güvenli hem de en ürkütücü yer bana göre. Mahrum kalmak da kötü mahsur kalmak da çok fena… Onunla dengeli ve sağlıklı bir ilişki kuranların hayatta sırtı yere gelmiyor. Ama çok da küçük bir azınlık onlar. Ev, aile, çocukluk, buralar esasında çok da neşe pınarı hikâyeler barındırmıyor. Hep karanlık, hep tedirgin sular. Tam da bir yazarın kazı yapmak isteyeceği ve kazdıkça da türlü paradoksla karşılaşacağı yerler…
Kadınların nasıl acılar yaşadığını ne yazık ki görüyoruz. Üzerine biçilmiş rollerin içinde kıvranan ama aynı zamanda edebiyatın içinde var olmaya çalışan ve yola çıkmaya korkan kadınlara ne demek istersiniz?
Bence biz kadınlar gücümüzü ve cesaretimizi defaatle kanıtladık. Son dönemin en güçlü muhalefetini de kadınlar yapıyor, dünyayı da kadınlar değiştiriyor. İlaveten hayatta yeterince tavsiyeye maruz kaldığımızı düşünüyorum. Kadını, erkeği, genci, yaşlısı, siyasetçisi, kanaat önderi, herkes kadınlara akıl verme peşinde. Bu kargaşa içinde bir de ben bilmişlik yapmak istemem. Ama yola çıkmak isteyen ancak içinde korku duyan birileri varsa ve şu anda burayı okuyorsa, onlara yolun bir yerlerinde kollarım açık onları beklediğimi, beklediğimizi söylemek isterim. Hepimizin ortak ve güçlü bir sesin parçası olduğumuzu düşünüyorum. Daha fazla kadın sesi ve daha fazla kadın hikayesi, edebiyata da dünyaya da, tek tek bizlere de iyi gelecek. Buna bütün kalbimle inanıyorum.
Son kitabınız Ev çok ilgi gördü, o artık okuruna ait. Üzerinde çalıştığınız yeni bir dosyanız var mı? Okurlarımızla paylaşmak ister misiniz?
Elbette bir şeyler yazıyorum. Hayatımda yazı yazmadığım bir dönem hatırlamıyorum derken ciddiydim. Yazmadığım pek bir günüm olmuyor. Ama Ev’i bitirdiğimde yayımlanmış yedi romanın da kapısını kapadığımı hissettim ve derin bir nefes alıp arkama yaslandım. Oranın bir durak olduğunu hissettim yani. Şu an elimde keyifle yazdığım, üzerinde çalıştığım metinler var ama yakın zamanda okurla buluşturmayı planladığım bir şey yok. Bu öyle çok uzun bir mola olmaz tabii, ama yine de bir mola işte. Evet, yayımlanmak ve okunmak güzel bir his ama asıl ödül yazma tutkusu ve coşkusu oldu hep benim hayatımda. Dolayısıyla şimdilerde yazmanın sadece yazmakla ilgili kısmıyla ödüllendiriyorum kendimi. Yayın kısmı da sonra bir ara gelir.
- Polisiye Sesler: Alper Canıgüz - 20 Mart 2024
- Polisiye Sesler: Halis Dokgöz - 13 Mart 2024
- Polisiye Sesler: Timur Soykan - 6 Mart 2024