Adı Fevziye’ydi. Bu sefer erkek olacak ümidiyle rahmetli dedesinin ismi olan Fevzi konulması düşünülürken ailenin üçüncü kız çocuğu olarak doğmuş ve talihe bakınız ki adı Fevziye oluvermişti. Gerçi şuna da hep şükretmişti ya Yeter ya da Döne olsaydı ismi ne olacaktı? Doğarken ötelenmenin markası gibiydi bu isimler. Ne de olsa ismi, “zafer, kurtuluş, üstünlükle ilgili olan” anlamına geliyordu. Anlayacağınız, büyük bir hayal kırıklığı ile dünyaya gelmiş onlarca kız çocuğundan biriydi o… Ve düşünsenize, çocukluk yılları boyunca bu talihsiz hikâyeyi dinleyerek büyüyen bir kız çocuğu… Fevziye, aileden kalma bir apartman dairesinde annesi ile birlikte yaşıyordu. Bu makus talihi, çok istediği hâlde üniversiteye gönderilmediği için evde kısmet beklemesini salık veren anne otoritesiyle devam etti yıllarca.
Günlerden bir gün uzaktan akrabaları olan Cemal ve ailesi onu istemeye gelirler. Annesi gönülsüz de olsa bu işi onaylar ne de olsa malumunuz “kızın yaşı geçiyordu…”
Cemal, Şişli’de bir tekel bayii işletiyordu. Tıpkı adının anlamı gibi yüzü güzeldi, yakışıklı adamdı. Ne yaptı, etti Fevziye ‘nin gönlünü çalmayı başardı, hoş Fevziye de artık kendi yuvasını kurmak istiyordu. Çeyiz sandığında bekleyen sararmaya yüz tutmuş çeyizlerini açmanın zamanı çoktan gelip geçmekteydi.
Ve evlendiler… İlk zamanlar her şey çok güzel gidiyordu. Kocası için çeşit çeşit yemekler yapıyor, giyiniyor, süsleniyordu fakat ne yazık ki bu masal böyle devam etmedi. Bir gün alkole meyilli kocasının onu aldattığını öğrendi. Zaten son zamanlarda eve geç gelmelerinden şüphelenir olmuştu fakat Cemal bu, her defasında inkâr ediyor, bir çiçek ya da bir hediye ile Fevziye’nin gönlünü alıyordu… Aslında o öyle sanıyordu. Fevziye’nin kalbi çoktan cam kırıklarıyla dolmuştu ama ne yapsaydı ki geçinmeye gönlü vardı onun hep… Böyle öğretmemişler miydi?
Ve nihayetinde o kara gecede şiddetli bir kavga ve mutfak sandalyesinin sırtında dağılmasıyla yerle yeksan olmuştu Fevziye… Bu sandalye, karnındaki iki aylık bebeğinden de ayırmıştı onu… Artık kaçarı yoktu, baba evine dönmeliydi. Annesi yine gönülsüzdü bu işe fakat ele güne karşı sesini çıkarmadı bu sefer. Fevziye’nin bütün dünyası, mutfak masasının üstüne özenle oturttuğu radyosuydu. Sabah kalkar kalkmaz ilk iş radyoyu açar, çayı koyar ve küçük mutfak balkonuna çıkıp çiçeklerine, “Günaydın.” diyerek güne başlardı. Yemek yaparken radyoda çalan şarkılardan fal tutar, bazen umutlanır bazen de hüzünlenirdi.
Bu arada sizi annesi ile tanıştırayım. Cevriye Hanım… Cefa çeken, sıkıntı çeken anlamına geliyordu ismi. İsimler hakikaten talihimizi de belirliyor muydu ki? Annesinin adı Cevriye olmasaydı, dört yaşındayken annesini kaybeder miydi ki diye düşünürdü hep Fevziye… Ya da iki çocuğunu düşük yapıp bir çocuğunu da üç yaşındayken kaybeder miydi ki? Tüm bunları geçin, gençliğinin en güzel yıllarını ki yirmi yıl diyeyim size, yatalak kayınvalidesine bakarak geçirmek zorunda kalır mıydı ki?
Bunları düşünürken ablası Muradiye girdi içeri… Yine aynı sinirle “Benim adım Muradiye de her muradıma erdim mi sanki? Sevdiğim çocuk Kemal’i bile sırf SSK’sı yok diye evlendirmediler beni.” dedi. Aslında doğru söylüyordu, isimle olacak olsa ondan sonra doğan erkek kardeşi Murat, ailenin tüm muradını yerine getirecekti.
O doğduktan sonra üç kurban kesilmiş ve kapı önünde davul zurna çaldırılmıştı. Ne şanlı bir gelişti bu… Böyle doğduğunuzu düşünsenize, tüm hayatınız boyunca kafanız yukarıda ben her şeyi yaparım edasıyla gezmeniz kaçınılmaz olur zannımca. Lakin o Murat beklenildiği gibi çıkmamıştı. Annesinin tüm tarlalarını “İş kuracağım” vaadiyle satıp satıp yedi… Eeee onun adı Murat’tı, ailenin tek oğluydu ve her istediği yapılmak zorundaydı. Her neyse Fevziye çayı koyup kahvaltıyı hazırladı. Radyoda Samime Sanay “Bir İlkbahar sabahı güneşle uyandın mı hiç?” şarkısını söylüyordu. Fevziye içinden, “Merak etme Samime abla, bir gün o da olacak.” diye mırıldandı. Tam bu sırada Cevriye Hanım peydahlandı mutfak kapısında.
“Çayı koydun mu Fevziye?” diye asık bir suratla sordu.
Ahhh sabahları niye böyle huysuzdu ki annesi?
Babasının adı da Nurettin’di… Nur yüzlü olması gerekiyordu fakat nafile ve bence bu hâl elli beş yıl sonra annesine de sirayet etmişti. Demek ki bazen iyi niyetle konulan isimler de ters tepiyordu böyle işte… Fevziye’nin hayatı annesinin arkadaş günlerine pasta, börek yaparak ve evin alışverişiyle geçmekteydi. En sevdiği şey, el ayak çekilince odasında kitap okuduğu saatlerdi. Bir tek o anlarda kendi içinde yolculuklar yapar, hayaller kurardı. Aşk romanlarını hâlâ inanarak okuyan, içindeki naif kadını kollayan ve umudunu hiç yitirmeyen bir kadındı o. En sevdiği arkadaşı da üst katlarında oturan Asiye ablasıydı. İsminin anlamı isyan edendi ve bu isim ona çok yakışıyordu çünkü bütün ömrü bir şeylere söylenmekle geçmişti. On beş yıllık evlilikten sonra o da aldatılmış ve annesinden kalma bu evde hayatına devam etmek zorunda kalmıştı. İlk zamanlar çocuğu olmadığı için çok üzülse de (ki kendi tabiriyle o soysuz Necati yüzünden olmuştu bu.), sonraları iki lafının arasında “İyi ki çocuğum olmamış.” diye itiraf ederdi. Asiye abla değişik bir kadındı. Eski fotoğraflarına bakınca bir büyük indirmiş gibi kahırlanırdı. Penceresine koyduğu minderine dayanıp uzaklara dalıp giderdi. Nedense Necati’den sonra bir daha evlenmeyi düşünmemişti. Muhtemelen onu hâlâ seviyordu ve bunu itiraf etmekten hep çekiniyordu. Fevziye’ye hep, “Git kızım buralardan, benim gibi olma, kurtar kendini. Hayat bir defa, yaşa, doyasıya yaşa.” derdi.
Ve günlerden bir gün o şanlı misafir geldi evlerine. Teyzesinin kızı Feride abla… Eşi benzeri olmayan, tek, eşsiz, üstün anlamına gelen ismi Fevziye’ ye hep çok manidar gelirdi. Fevziye, büyük bir heyecanla onu beklemişti. Kimseye eyvallahı olmayan, istediği gibi yaşayan bir kadındı o. Telefonda, bir hafta kalacağını, babadan kalma bir dükkânın satışını yapacağını, hem de onları çok özlediğini söylemişti. Eeee Fevziye durur mu? Dolmalar, mantılar, sarmalar ve içli köftelerle doldurdu dolabı. Feride bu şahane lezzetleri tattıktan sonra ve Fevziye’yi o küçük balkonunda uzun uzadıya dinledikten sonra kararını verdi.
“Benimle geliyorsun, bana Datça’daki lokantada senin gibi bir aşçı lazım.” dedi
Fevziye ‘nin gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Ağzından çıkan ilk kelime, “Yapabilir miyim ki, ya annem…” oldu.
Velhasıl uzun uğraşlardan sonra anne de ikna edildi ve Datça’ ya doğru yola çıkıldı.
Fevziye hayatında ilk defa umutlanmıştı. İlk defa kendisi için bir karar verebilmişti. Bütün gece hiç uyumadan Datça ‘ya vardı. Sabah güneşi, otobüsten iner inmez içini ısıtıvermişti ya da o öyle hissetmişti. Hani eskiler “Geçinmeye gönlün olsun.” derlerdi ya sanki o da orada yaşamaya gönlü varmış gibi hissetti kendisini. Ve en çok bildiği işi yani yemek yaparak günleri başlamıştı o küçük lokantada…
Müşterilerin övgü dolu sözleri koltuklarını kabartıyor, hayatında ilk defa bir işe yaradığını hissediyordu. Çok mutluydu, üstüne üstlük bu işten para kazanıyordu. Kendine küçük bir ev bile tutmuştu. Pazarda gördüğü uğur böcek desenli kumaştan alıp mutfağına perdeler dikmişti. Kim bilir belki de ona uğur getirirdi. Ve bir gün lokantanın muhasebe işlerini yapan Selim ile tanıştı. Bu ismin anlamı nedir diye hemen sözlüğe baktı Fevziye… Kusuru olmayan, sağlam, doğru olan, tehlikesiz, zararsız, samimi, sakin kişi… İşte tam aradığı gibiydi. Selim ona çok kibar davranıyordu. Yapmacıksız, sakin ve dürüst bir adamdı. Herkes onu çok seviyordu, en çok da Feride ablası… Ondan hep iyilikle, övgüyle bahsediyordu. “Bu çocuk sıfırdan buralara geldi. Liseyi dışarıdan bitirdi, hem çalıştı hem okudu, çok başkadır” diye anlatır dururdu. Ve nihayetinde beklenen oldu. Fevziye erken saatte iş yerine gelmişti ki bir baktı pazar üzerinde bir demet nergis ve yanında “Pazar günü müsaitseniz beraber bir çay içebilir miyiz?” diyen bir not… Fevziye’nin yüreği kanatlandı sanki… Yıllar sonra ilk defa böyle bir his duyuyordu. Yanakları birdenbire al al oldu. Deniz kenarında içilen o demli çayın üzerinden altı ay geçtikten sonra evlenmeye karar verdiler. Selim, Fevziye’sini (ki ona hep böyle seslenirdi.) köy içindeki bahçeli küçük evine gelini olarak götürdü.
Tıpkı Nazım’ın şiirindeki gibiydi her şey…
O mavi gözlü bir devdi (Selim de mavi gözlüydü.)
Minnacık bir kadın sevdi (Eee Fevziye ‘de 36 beden giyiyordu.)
Kadının hayali minnacık bir evdi
Bahçesinde ebruli hanımeli açan bir ev… (O bahçeye evvela bir hanımeli dikilmeliydi.)
Ve sekiz ay sonra Fevziye hamile olduğunu öğrendi. İlk işi gidip hemen bir “Mutlu İsimler Sözlüğü” almak oldu… Aylarca doğacak kızına isim aramakla geçti günleri. Ve sonunda aradığı ismi buldu. Adı Gülşen olacaktı. Gül ve su gibi güzel, yaşam boyu yüzü gülen… Tüm kalbiyle inandı bu isme ve bu isim Fevziye ‘nin de kurtuluşu olduğunun ispatıydı belki de. Neydi isminin anlamı? “Kurtuluş, zafer, üstünlükle ilgisi olan…” Ilık bir bahar sabahı, kahvaltıyı hazırlarken radyoda yine Samime Sanay “Bir İlkbahar sabahı güneşle uyandın mı…?” şarkısını söylüyordu. Fevziye geri kalır mı hiç, bahçedeki güllerinin içinden yüzünü güneşe çevirip, “Ahhh Samime ablacığım uyandım, hem de ne uyanmak, güneş benim içimde doğmuş gibi uyandım” deyiverdi… Sonra demli bir çay koyup inceden şarkıya eşlik etti. İçi dışı tam da bir ilkbahar sabahı gibiydi…
Editör: Feyza Cengiz Dündar
- Mutlu İsimler Sözlüğü - 19 Mayıs 2025
- Işığın İçine Sızdığı Yer Bir Japon Sanatı: Kintsugi - 11 Nisan 2025
- Bir Kadın Direnişi: DEG Mezopotamya’nın Sessiz Dili - 5 Nisan 2025