“Şaheserler dünyamızdaki seyirciler için yaratılmaz.”
San Luis Rey Köprüsü, Thornton Wilder[1]
Başyapıtlar muhataplarına her şeyden önce ruhlarının hâlâ hoş olanı tanıyabildiğini hatırlatırlar. Hiç kuşkusuz, Mick Davis’in sinemaseverlere armağan ettiği, izlerken estetik deneyimi sonuna kadar yaşayabileceğimiz eşsiz Modigliani’si de öyle. Her samimi sanat eseri gibi Modigliani de muhataplarını edilgen ruh kümelerine dönüştürür. İki âşığın trajik hikâyesi karşısında nutkumuzun tutulması bahsettiğimiz mağlubiyetin en masumlarından. Galip ve mağlubun günahsız olduğu tek savaş böylesi bir sinema eserinin yüceliğinden alınan hazzın payına yazılsa gerek.
Bu efsanevi film hakkında çok şey yazılmıştır ancak okuyacağınız bu yazı, yapıtı en ince ayrıntısına dek inceleme iddiasından çok dikkate değer bulduğumuz ve incelemelerine herhangi bir mahalde karşılaşamadığımız sahneleri naçizane yorumlarımızı ekleyip sinemaseverlerle paylaşma ümidi taşımaktadır. Başlayalım.
Film, bir cümbüşle açılır. Devinim bir uzak diyar prensesi gibidir bu sahnede. Kalabalıklar yani Paris dansa kalkmıştır. Böyle bir dinamizmle oluş ve bozuluşa katılan bu şölendeki karakterlerin resmini çizer Mick Davis. Kamera herkesi gösterir fakat kimseyi seçemezsiniz âdeta Picasso’yu bile cücelerle kardeş sanırsınız bir yerde. Müziğin ve dansın dışına çıkan bir kişi dahi olmadığından farklı olan göremezsiniz. Henüz…
Az sonra böyle bir kulisi alt üst edecek bir yarı-tanrı girer sahneye: Amadeo Modigliani! Dünyaya savaş açan bir ressam. Picasso’nun bir parça mendile çizdiği resimle akşam yemeğini satın alma kabalığını gösterdiği bu mekâna Modigliani ellerinde güllerle girer. Erdem yuvasının bu gürültüsü Modigliani’nin ayak seslerinin altında sessizleşir bir anda.
Vasat sanatçıların en ciddi zaafı zamanın ruhuna dahil olma gafletine tutunmaları. Bize göre ilhamın verebileceği en bayağı taviz: bir dansa/şölene dahil olmak. Sanat dünyasında böylesi bir toplu esrimenin imtiyazıdır itibar. Bir kimlik kazandırır size hiç şüphesiz. Sanatçı edindiği seçkinlik dolayısıyla tartışılmaz gerçekleri olduğunu varsayar. Güzel ve çirkin kategorilerine dair söz söyleme ayrıcalığına kavuştuğunu düşünür. Puşkin’in tragedyasında betimlediği sade bir Salieri sendromudur bu: Bir gün Mozart kör bir meyhane kemancısını keman çalması için Salieri’ye götürür. Oysa Salieri küplere biner ve böyle bir kemancıdan tek nota dahi dinlemek istemez. Salieri kofluğu, ara sokaklardaki seslere sağır bir kültüre işaret eder. Oysa ana caddelerin yani ayrıcalıklıların balolarında kaybolan birkaç sessiz tını, meyhane kemancısı.
Ve Modigliani Picasso’ya o soruyu soracaktır: “Söyler misin Pablo, Aşk’ı küp ile nasıl anlatabilirsin?” Matematik veya geometri… Her ikisi de aşk ve sanat gibi ölçülemeyen ne varsa onlara kafa tutmaya çalışan nostaljik abaküs topları.
Gözü kara aşık: Jeanne Hébuterne. Ölümüne bir aşkın üzerinde parlayan hoş bir seda. Cesaret ancak onun gibi bir aşığın kalbinde bu kadar kolay yer edinebilirdi. Filmden zarif bir sahneyi hatırlıyoruz: Jeanne Hébuterne günah çıkardıktan sonra babasını terk etmeye çalışır. Ve bir Mick Davis inceliğine şahit oluruz burada. Jeanne’ın arkasında temiz yüzlü ve elindeki rengarenk, capcanlı çiçekleri satan yaşlı bir kadın görürüz. Jeanne, çocuğu ve Modigliani ile alaca bir geleceğe sahip olabilirdi. Ancak çok yorulmuştu; yaşlanmıştı yani. Oysa babasının gerisine baygın halde uyuyan yaşlı bir adamı iliştirmiştir yönetmen. Uyuyan bir ruh. Ölmeye yatmış bir can. Kaskatı bir baba!
Bir gece Modigliani ve ressam arkadaşları temizlenmiş koca bir hayvanı çalarlar. Bu aç ve susuz üç garip ressam böyle bir etten pay almak yerine içlerinden Chaim Soutine onu model olarak kullanır. Edebiyatseverler Abélard ve Héloïse’in mektuplarını hatırlayacaklardır. Héloïse nasıl da yakınırdı ayrı düştüğü sevgilisine: “Etin kemiğin ne ilgisi var bizimle?”[2]
Modigliani, Balzac heykelinin etrafında dans eder gecelerden birinde. Dalga geçercesine. En sevdiğimiz sahnelerden birisidir bu. Balzac, Fransa demek. Realizmin ustası çünkü. Fransa’nın resmini çeken bir romancı. Napolyon’un kılıcıyla yapamadığını kalemimle yaptım diyebilen bir zekâ. Modigliani’nin ciddiye almazcasına etrafında dans ettiği dünya bu dünyaydı: Fransa’nın gerçekliği. Yani Picasso, varsıl hayat, ün, para… O, yaşanılanlara kafa tutmuştu. Neden? Modigliani kendisinden nefret eden biriydi çünkü. Picasso kendisinden neden bu kadar nefret ettiğini sorunca acısını saklarcasına gülümseyerek şu cevabı verir Modigliani: “Seni seviyorum Pablo. Ben asıl kendimden nefret ediyorum.”
[1] Thornton WİLDER, San Luis Rey Köprüsü, İstanbul, 2023, s. 77.
[2] Ronald DUNCAN, Abélard ve Héloïse, İstanbul, 2021, s. 51.
Editör: Melike Kara
- Dördüncü Sonat – “Ev” - 4 Temmuz 2024
- Mick Davis’in Yarı-Tanrısı: Modigliani - 10 Mayıs 2024
- Kör Değirmen - 25 Ocak 2024