Yazar: 09:04 Öykü

Kızıl Gün

Sabahtan beri içimi sıkan bir şey vardı. Bir kalemin kâğıdın üzerine yazı yazarken verdiği kadar hafif bir ağırlık. Aynı zamanda da kâğıdın beyaz sayfalarının beyazlığını artık yitirdiği kadar karanlık. Ve bulamadığım bir türlü anlamlandıramadığım bir neden… Gökyüzünün mavisinin laciverde çaldığı bilmem kaç gün kaç gece bu halde gezindim. Bu gibi zamanlarım pek olmaz ama olduğunda da genellikle gün batımını izlerim. Bu niyetle evden çıkmaya yeltendim. Kapıdan çıkarken sanki olacak bir uğursuzluğun habercisi gibi ananemin annesine ait aile yadigârı duvar süsü asılı durduğu duvardan düştü, parçalandı. Siz batıl inançlar konusunda ne düşünürsünüz bilmem ama ben sanırım bu aralar onlara fena takılmış haldeyim. Bir makası ya da bıçağı başkasının elinden doğrudan almanın, eşyaların durduk yere düşmesinin, kırılmasının bu ve buna benzer bir dolu şeyin başınıza kötü bir olay getireceğine yönelik inanç: batıl inanç işte. Kırılan parçaları öylece kendi halinde kırıldıkları yerde bırakarak ayrıldım evden. Güneşin batışını en güzel izleyebileceğim yere gittim olanca hızımla. Akşam trafiği, korna sesleri, yan tarafta neredeyse on senedir değişmeyen yeri ve seyyar arabasıyla tükürük köftecisi… Her şey her zamanki yerindeydi. Köfteci yine nostaljik radyosundan nostaljik şarkılar açmış, kendi gençliğinin yıllarını bugüne taşıyordu. Uzaktan başıyla selamlayıp gülümsedi. Ben de aynı reveransla karşıladım onu. “Vereyim mi bir ekmek arası ablama?” diye sordu eline aldığı yarım ekmeği açıp içine köfteleri doldurmaya yeltenerek. “Aç değilim abi, eksik olma,” diye durdurdum onu. O da üstelemedi. Ben bakışlarımı göle çevirdiğimde, çoktan başka müşterilerle ilgilenmeye başlamıştı bile.

Gün batımını içimdeki sıkıntıyı alır umuduyla damıta damıta içime çekerken, az ötede sağımda dişisine kur yapan güvercini fark ettim. Tüylerini kabartmış kendi etrafında dönüyor, adeta diğerine secde eder gibi gagasını yere kadar indiriyordu. Dişi güvercin pek pas vermedi. Erkeği de birkaç denemeden sonra ısrar etmedi. Nerede duracağını bildi ya da erken vazgeçti, kim bilir?

Babaannem, “Öğrenmek sadece kitap okuyarak olmaz kızım, doğayı ve içindekileri de okumak lazım,” derdi ne zaman kitap okurken beni görse. Küçüktüm, o zamanlar anlamazdım ne demek istediğini. İnsan yaş aldıkça, güneş gözlüğüyle baktığı dünyaya, çıplak gözle bakabilmeyi başarabiliyor galiba. Şu küçücük iki kuşun kısa süren kortesi, yedi yıldır son vermeyi bir türlü beceremediğim toksik ilişkimi tuttu yüzüme ayna gibi. Belki de işe ona ait olan şeyleri atmakla başlamalıydım. Elim kalbimdeki aşk acısı kadar kırmızı olan boynumdaki kolyeye gitti. Biraz rahatlamış bir halde eve döndüm. Ama hâlâ iç sıkıntım geçmemişti.

Üç gün sonra hastaneden aradılar. Aldığım haberle içimdeki sıkıntı, nedenini bulma rahatlığına ve gözyaşlarına bırakmıştı yerini. Babaannem günbatımında geçirdiği kalp krizi nedeniyle her şeyi ardında bırakıp gitmişti. Dünyaya alev gibi aydınlık saçmış sonra da uçan küller gibi yok olmuştu.

Latest posts by Selda Arslan Meçita (see all)
Visited 8 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version