Yazar: 22:00 Makale

İran Sineması ve Gaav

Bir sinemayı doğduğu kültürle bağdaştırabilmemiz için bazı kıstaslara ihtiyacımız vardır. Örneğin o ülkeye ait insan, coğrafya, edebiyat, müzik, teknoloji gibi kültürü kimlikleştirmeye yarayacak olguların sinemada temsiline bakmaktayız. Ancak o zaman bir ülkeye ait sinemadan söz edebiliriz.

Sinemayla İran’ın tanışıklığı 1900 yılına uzanmaktadır. Şah ve fotoğrafçısı Mirza İbrahim Han çıktıkları Avrupa gezisinde ilk kez  film gösterimlerini izlemiş ve çok beğenmişlerdir. Bu gezinin devamında Belçika’daki Çiçek Bayramı’ndan görüntüler kaydeden Mirza İbrahim Han, İran’ın ilk sinemacısı olmuştur.

Şah ilk zamanlarda film gösterimlerini sarayında, soylular ve zenginlerle kısıtlamış, halk nezdinde hiçbir adım atmamıştır. Daha sonrasında salonların yaygınlaşmasıyla sinema halk tarafından da benimsenmiş ve bu Şah için sinemayı bir propaganda aracına dönüştürmenin yolu olarak görülmüştür. Batılı filmlerin oynadığı sinemalarla halk dejenere edilmeye çalışılmış, halkı kendi hikayelerini uzun bir süre perdelerden izleyememiştir. Öyle ki İran’da ilk uzun kurmaca film ancak 1930’da çekilmiştir. Ovans Organyas’ın Abi ve Rabi’si ilk kurmaca olmanın yanı sıra ilk güldürü niteliği de taşıyordu. Aynı dönemlerde Sadık Hidayet de edebiyatta modern Fars romanlarının ilk örneklerini vermeye başlamıştı. 

Sinemada yerli halkın kıpırdanışları, senaryo yazımındaki ilerleyiş, sinema okullarının açılışı bir yana; sinemadaki batılı rüzgarın etkisiyle ve -Şah’ın da zaten isteğinin bu yönde olmasıyla- ülkede, batı etkisi altında olan halkın bir kısmı batılı tarzda bir hayat yaşamaya başlamıştı. Şah bir süre sonra kadınlara çarşaf giymeyi de yasaklayınca koyu Müslüman çevrenin tepkisi çok gecikmedi. Avrupa baskısıyla İran’da yürütülen bu zoraki modernleşme, Soğuk Savaş döneminde Amerika etkisi altında ilerleyecekti. Halkın yaptığı birtakım direniş niteliğinde filmler olsa da hakim olan ve en çok rağbet gören sinema batı sinemasıydı. Zaten bu toplumcu filmler de uğradıkları sansürlerin ardından yerini ucuz melodramlara ve aşk hikayelerine bırakmıştı. 

60’lı yıllara gelindiğinde Yeni Dalgaya esin kaynağı olacak film örnekleri çıkmaya başlamıştı. Füruğ Ferruhzad’ı ilk kadın yönetmen olarak bu dönemde görmekteyiz. 60’ların sonlarında çekilen, Gaav filmi (Darius Mehrjui) Yeni Dalga’yı esas başlatan film olarak bilinmektedir. Yurt dışında ülkeyi temsil ederek Venedik Film Festivali’nden de ödül alan ilk filmdir aynı zamanda.

İran Yeni Dalgası

Yeni Dalgayı üç kuşağa ayırmak mümkündür. Örneğin Kiyarüstemi, Panahi ve Farhadi 3 ayrı kuşağın temsilcisidir. İran Sineması denince arka arkaya aklımıza gelen bu üç isim sinemayı başka geleneklerin etkisiyle yorumlamışlardır. 

Yeni Dalga, İran’ın sanat sinemasını kapsar. Görselliğe ve şiirselliğe büyük önem verilir. Sinematografi önemli olduğu kadar edebiyatın gücü de önemlidir. Yani Dalga sinemasının oluşumunda sansürün payı büyük olsa da İran’ın sanat geleneği hiç de yabana atılmamalıdır. Bence, eğer sansür olmasaydı da böyle köklü bir sanatı olan toplum er ya da geç sinema dünyasına imzasını atacaktı. Yani devrim ve sansür bu süreci biraz daha hızlandırdı, zoraki kıldı diyebiliriz. 

Yeni Dalga’nın ilk kuşağına denk gelen süreçte Şah’ın güç kaybetmeye başladığını, Humeyni’nin ise taraftarlarını etrafına topladığını görmekteyiz. Yani batılı liderin koyu İslamcı halkıyla çatışmalarının dönemi de diyebiliriz. Sinemayı Şah’ın politikalarıyla özdeşleştiren bu İslamcı çevrenin sinemaya olan düşmanlığı kanlı eylemlere dönüşmeye bu dönemde başlamıştı. Örneğin Geyikler (M. Kimyai) filminin gösterimi sırasında sinema salonunu yakmışlar, yüzlerce kişinin ölmesine neden olmuşlardır. 

Sonradan gelen ikinci ve üçüncü kuşak da doğdukları dönemin siyasi devinimlerine ayak uydurarak ancak yine de sanatlarını koruyarak film üretmeye devam etmişlerdir.

İran İslam Devrimi

Devrimden sonra sinema faaliyetleri bir süre tamamen durdurulmuştur. Daha sonra ise İslami ölçütlere uygunluğuna göre varlığını sürdürmüştür. Önceleri kadının sinemadaki sunumundan rahatsız olan bu kitle kadını sinemadan tamamen çıkarmıştır. 

Dini yasaklar etrafında gelişen sinema açıkça eleştirmediği ama görselliği kullanarak bunu halka ulaştırdığı filmler çıkarmaya başlamıştır. İran sineması Şah döneminde de Humeyni devrinde de sansürü üzerinde hep taşıyarak ayakta kalmak zorunda kalan bir sinema olmuştur. Bu sansürü ya yük yapacak, ya da onu kullanacaktı. Sansürü sinemasının içinde öğütenlerle İran sineması kendi kültürlerine ait imza filmlerini çekmişlerdir.

Genel Bakış

Bizim İran sinemasına olan yakınlığımız, komşu ülkemiz olmasına rağmen batılı film festivallerinden öteye gitmemektedir. Çekilen bir filmi dünyayla birlikte festivalde ödül aldığında öğreniyoruz. Bildiğimiz yönetmenler de festival yönetmenlerinden ibaret oluyor böylece. 

Filmlerini durum hikayesi okur gibi izlediğimiz Kiyarüstemi; filmlerinde akdeniz esintilerini de sıklıkla gördüğümüz Farhadi; gerçekçilikle fazlasıyla uğraşan Mohsen Makhmalbaf; İslamı, sinemasının ayrılmaz bir parçasına dönüştüren Mecid Mecidi gibi yönetmenler İran imzası taşıyan filmleriyle bizim de adını medyada daha sık duyduğumuz en popüler yönetmenleri kapsamaktadırlar.

Karışık etnik grupların ülkedeki durumları, mülteci sorunu, kadın hakları ve kadının ülkedeki konumuyla ilgili filmler ve İskandinav sinemasına has zannedilen ama aslında İran sinemasında da sıklıkla işlenen varoluşsal filmler, daha önceki dönemlerde örnekleri olsa da son dönemin en çok işlenen konuları arasındadır. 

İran sineması kimliğinde bazı değişikliklere gidiyor da denebilir. Teknolojinin gelişmesi, siyasi ve sosyal yaşamda yaşanan hareketlenmeler bir şekilde sinemada da karşılığını bulacaktı tabii. Ancak anlatılan yine İran insanı, onların hikayeleridir.

İran sinemasında Yeni Dalgayı başlatan, yönetmenliğini Darius Mehrjui’nin yaptığı Gaav filminin incelemesi:

İRAN YENİ DALGASININ İLK ÖRNEĞİ: GAAV

İran sinemasının mihenk taşlarından biridir Gaav. Konusu ineğini kaybeden bir adamın yaşadığı üzüntüyle aklını yitirmesi şeklinde özetlenebilir. Sansür sinemasının en önemli örneklerinden de biridir aynı zamanda. Her ne kadar Şah’ın desteğiyle çekilmiş olsa da, filmi muhalif bulan Şah tarafından bir süre yasaklanmıştır. Filmin 50 sene öncesi bir dönemde geçtiğine Şah’ı ikna ettiklerinde yasak kalkar ve film yeniden izleyiciyle buluşur.Film bu dönemde ve bundan sonraki süreçte de adından oldukça fazla söz ettirmiştir.

Hikaye, İran’ın en bilinen ve başarılı yönetmenlerinden, Asgar Farhadi’nin “Dramayı ondan öğrendim ben, o İran’ın Arthur Miller’ıdır bana göre.” dediği Gulam Hüseyin Saedi’ye aittir. Daha sonra filmin yönetmeni Darius Mehrjui ile film senaryolaştırılıp çekilmiştir.

Film İran Yeni Dalga’sının başlangıcı sayılmaktadır. İran Sineması bir dönem yalnızca ticari filmlerin kıskacında kalmış, aşk filmleri, müzikaller ve melodramlar dışında ürün veremez olmuştur. 1960’lı yılların sonuna gelindiğinde yönetmenler farklı arayışlara yönelmiştir, daha entelektüel ve sade, yalın insan hikayelerine yüzlerini dönerek filmler çekmeye başlamışlardır. İşte Gaav bu yeni dalga baharının, ilk çiçeklerindendir.

Yayınlandıktan sonra 1971 yılında Venedik Film Festivali’nde, 1972 yılında Berlin Film Festivali’nde ödül alarak İran Sinemasının uluslararası başarı kazanan ilk filmi olmuştur. 

Şimdi sahne sahne filme bir göz atalım.

Hassan ve ineğini gördüğümüz ilk sahne, Hassan’ın, ineği, kendi çocuğunu yıkar gibi sevgiyle yıkadığı sahnedir. Onu yıkarken oyun oynayan, eğlenen bir adam vardır karşımızda. Yani hayvanına bakmak onun için bir yük ya da görev değil yaşamının önemli bir parçasıdır. Onların bağı “sıradan bir köylünün baktığı, sıradan bir hayvan” durumundan oldukça uzaktır.

Hassan’ın, köye girişiyle köylüler ve Hassan arasında yaşanan diyalogtan anlıyoruz ki, Hassan köyün tek ineğinin sahibidir. Bu şüphesiz Hassan’a köy içinde ayrı bir saygınlık ve statü kazandırmaktadır. Yani Hassan’ın kimliğini oluşturan etkenlerden en önemlisi o ineğe sahip olmasıdır.

İneğini nehirde yıkadığı sahneye çok benzer başka bir sahne de ahırda geçmektedir Hassan ahırda ineği yemek yerken o da onunla oynayarak saman yemektedir. Bu izleyiciye sevimli bir an olarak değil, Hassan’ın sevgisinden korkmaya başlamamız gerektiğinin ilk sinyalleri olarak yansımaktadır.

Hassan’ın bir gün işi gereği köyden ayrılıp şehre gitmesi gerekir ve şehre gittiği gece hikayenin düğümü atılmış olur. Hassan yalnızca bir gece ineğinden ayrı kalmıştır ve o gecenin sabahı Hassan’ın ineği, karısı tarafından kanlar içinde ölü bulunur. Olayı kısa sürede öğrenen köylüler bu durumu Hassan’dan gizleme kararı alırlar. Ancak bu durumda ineği saklamak da gereklidir. Neler yapılabileceği hararetle tartışılırken köyün akıl hocası Eslam onu eski kuyuya gömmeye karar verir.

İneği gömmeye başladıklarında köylülerin adeta bir insanın cenazesinde gibi davrandığını görürüz. Hayvanın üstüne sırayla toprak atmaları, hüzünleri, köyün en önemli yerlilerinden birini uğurladıklarını bize gösterir.

Ve, Hassan köye gelir. İneğin kaçtığını da kısa süre sonra öğrenir. Verdiği ilk tepki yaşadığı sarsıntıyı ve daha sonra olacakları bize söyler: “İneğim kaçmış olamaz.”

İneğinin kaçtığına bir türlü ikna olmaz Hassan. Ahırın çatısında ineğini tehlikelerden korumak için nöbete durur. Olmayan ineğinin yanına inmek istemez.

“-Hassan, burada oturuyorsun ama ya ineğin susarsa?

  -Ay çıktığında ona su vereceğim.

  -Ya ay çıkmazsa?

  -İneğim susadığında ay da çıkacaktır.”

Ertesi gün köylüler Hassan’ın ahırda çıkardığı inek sesiyle uyanır. O artık ineğidir, buna inanır ve böyle davranmaya başlar. Saman ve suyla beslenir. Köylüler Hassan için ne kadar uğraşsa da artık onun için, onların yapabileceği bir şeyin kalmadığını anlarlar.

Hassan ineğine öyle derinden bağlıydı ki, Hassan’ın yokluğunu ineğinin yokluğuna yeğlemişti…

Halk Hassan’a ineğinin ölmüş olduğunu, onu kuyuya gömdüklerini itiraf etse de artık hiçbir şey değişmeyecekti. İnek ha ölmüştü, ha kayıptı. İnek artık yoktu ve inek olmadığı sürece Hassan da yoktu. İneğinin boşluğunu doldurmalıydı, Hassan’ın boşluğunun bir önemi yoktu.


Hassan’ı doktora götürmeye karar verdikleri sekansta Hassan’ı, Eslam’ın ve köy halkından diğer birkaç kişinin hayvan götürür gibi sürüklediğini fark ederiz;  Hassan zorluk çıkardıkça sinirlenen Eslam’ın Hassan’ı kırbaçlayarak “Yürü, seni hayvan.” dediğini de. Hassan kısa süre sonra ellerinden kaçar ve uçurumdan aşağı düşer. Hassan zaten artık var olmadığı bir dünyadan, tamamıyla gitmiş olur

Visited 51 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version