Yazar: 19:30 Öykü

İlmek İlmek Örülenler

Karanlıktı. Zifiri karanlık. Tepedeki fenerin keskin ışığı, o gece sahili aydınlatamasa da Mehmet, hırçın dalgaların varlığını tüm benliğiyle duyumsamaktaydı. Rüzgâr sertti, titretiyordu. Burnundaki sümükler ağzına akınca ekşi bir tat aldı. Koluyla sileceği sıra vazgeçti. Sümüklü ölecekti o. Sümüklü ölmeliydi ki, Sümüklü Mehmet kapkara sulara atladı, densin. Vay be, hiç de korkmadı. Böylelikle Süslü Mehmet hafızalardan silinebilir, geriye Sümüklü Mehmet kalırdı. İyi de kim bilecekti ne şekilde öldüğünü? Balıklar mı? Gene pembe düşlerin koynundaydı işte.

Annesini düşündü. Bana anne demeyeceksin, demişti ta çocukken. Alev benim adım. Tel tel saçlara, çelimsiz bedene yakışmayan bir isim. Oysa gerçek adı ne güzeldi. Acı acı gülümsedi. Sahi, Alev’in varlığından habersiz bu dünyaya küsmesinin üstünden kaç yıl geçmişti? Kendisi lisedeydi, o kerhanede. Yani, yani… Hesaplayamadı, bıraktı parmaklarını saymayı. Sustanın yüzünde bıraktığı yarayla mavi badanalı odada bir çekyata sığınan Alev, o gün bugündür elinden düşürmediği şişlerle sırf ilmek attı; örgü ördü. Ortaya çıkan şey ne bir giysiydi ne de bir örtü. Mehmet’in seçimine bırakılmış yünlerle işlenen, bir şiş genişliğinde, bir dev boyunda, çoğunlukla haroşa, bazen zigzag, nadiren nohut modelli, üşüyenin üzerine atılmaz, yere serilmez garip bir örgü. Alev örmeyi sürdürür müydü acaba? Yokluğu yumaklar bitene dek anlaşılmazdı ya, bittiğinde ne olurdu, kestiremedi Mehmet. Belki, belki de o gün gerçekten ölürdü annesi.

Bunaltıyla kalktı yerinden. Islak kumlara dek yürüdü. Dalgaların karada uzanabildiği son noktaya çöktü. Ağladığı rivayet edilen bir kayanın mıntıkasında yepyeni düşlere dalıyordu. Gece çöktüğünde mi ağlardı bu kaya, yoksa gündüzleri kalabalıkta mı? Yazları mı kışları mı? Mehmet küçükken gündüzleri, büyüdüğünde de geceleri ağladı. Yazı kışı da pek ayırmadı. Önceleri acıktığında ağlarken, sonraları üşüdüğünde, canı sıkıldığında ağlamıştı. Annesi gelsin diye. Gelip de envaiçeşit hikâyeler anlatsın, en çok da kimliği meçhul babasını tabii, anlatacağı bir şey yoksa uydursun, ardından elleriyle dizlerini göstererek hadi desin, hadi koy başını, yat şöyle. Bütün ağlayışlar faydasızdı. Mehmet’in gözleri doldu. Bastırdığı yumruklarıyla akacak yaşları engellemeye çalıştı, beceremedi. Dalgalar onun hıçkırık seslerine şaşırmışçasına kısacık bir an kayalara vurmadı, kıyıya uzanmadı. Donakaldılar basbayağı. Alev de donakalırdı Mehmet ağlarken. Susup suratına bakar da somurturdu. Dövdüğü de oldu, saçlarından kapıp sokağa attığı da. Defol git, orospu çocuğu. Ne gülünç… Aklı kıttı Alev’in. Suratındaki yaradan ötürü işten kovulduğunda, üç gün üç gece kerhane kapısından ayrılmayıp hiç değilse tuvalet memuru olayım diye yalvarınca, Mehmet anlamıştı ondaki akıl kıtlığını. Patron, öfkelenip evine git diye emretmişti Alev’e. Git ve benden haber bekle. Beklerken de örgü falan ör, oyalan bir şekilde.

Koluyla burnunu sildi Mehmet. Kıyıya vuran sular kıçının altından geçip geri çekiliyordu. Islaklık içini ürpertti. Kumlar, evinin rutubet kokusuna inat yosun ve tuz kokuyordu. Sırtüstü yattı. Bir evi var mıydı onun? Başını sokabildiği dört duvarı vardı elbet ama evi miydi orası? Küflere teslim olmuş duvarlar, olsa olsa onun sırdaşıydı, ha bir de tüm yaşananların tanığı. Duvarlar, geceleri örgülerden sıyrılan motiflere kucak açar, onlara can verirdi. Böylelikle, Mehmet’i sıkça güldürür, çokça düşündürür ara sıra da korkuturdu. Onu sohbete çektiği, delirtme raddesine getirdiği de görülmüştü. Sonuçta, Mehmet aynanın karşısında saatlerce makyaj yaparken Alev’in örgüsünün her yeri örtmesine de şahitti işte. Ta ki örgü yığınlarıyla kapanıncaya dek. Mehmet, keskin dişli bir balık tarafından ısırılmışçasına yerinden fırladı. Canı acımıştı ya, eti kemiği değil de kalbiydi acıyan. İlk makyaj yapışı hemen ileride kapkara sularda pasparlak gözlerinin tam önünde canlanıverirken o da usul usul o sahnenin içine doğru yürüdü.

Zemheri aylarındaydılar. Pencere pervazlarından üfüren sert rüzgâr ıslıklar çalıyor, soba yanmıyor, Mehmet acıkıyor, sıkılıyor, annesi ise eve bir türlü gelmiyordu. Böyle zamanlarda, mesaiye kalıyorum ya, ortalığı velveleye verme, zıbarıp yat, dediğinden komşularının da kerhanenin de kapısını çalmayı bırakalı epeyce olmuştu. Yine yalnız başına oyalanacaktı. Oyalanırken de yine Alev’in eşyalarını karıştıracaktı. Karıştıracaktı da zaman zaman belirip bastırılan bir dürtü, o gün an be an büyüyerek Mehmet’in aklını çeldi. Kim görecekti ki? Kim bilecekti? Hınzır bir gülüşle taş koridoru yokladı. Dışarıda ayak sesi var mı diye dinledi, her yer ıssızdı. Ve her yer onun yapacaklarını gözetiyor, fısıldıyor, fısıldıyordu. Hadi, hadi, yap hadi. Mehmet, ilkin Alev’in en sevdiği elbiselerinden birini giydi. Çiçekli basmadan biçilmiş, rengi soluk, iki düğmesi kopuk bir elbise. Kollarını kıvırdı, belindeki kemeri sıkarak boyunu kısalttı. Çamaşır sepetinden aldığı naylon çorabı, nazikçe bacaklarından geçirdi. Ardından, Alev’in sürdüğü renkli boyaları sürünmeye koyuldu. Öyle çok seyretmişti ki onu, ustalıkla yapıyordu makyajı. Yeşil gözlerinin etrafına kalem çekip göz kapağını da koyu yeşil farla boyadı. Kırmızı ruju yanaklarına değdirip parmak uçlarıyla dağıttı, sonra dudaklarına bocaladı. Sarı saçlarını kabarttı da kabarttı. Aynadaki güzelliğiyle mest olurken, tanımsız, hoş bir haz da bedenine yayılıyordu. O hazla, etekleri havalanana dek döndü, döndü, dudaklarını büzüştürüp kendine öpücükler attı, pozlar verdi. Bir eksiği memelerdi ya, üstesinden gelemeyeceği bir sorun da değildi bu. Sepete eğileceği sıra, kapıda dikilen Alev’le karşılaştı. Kadının suratı tarumardı.

“Ne ayaksın lan sen,”

“Anne, şey Alev yani, şey…”

Yediği tekmelerle sokağı boylamıştı. Komşular yankılanan feryatların merakıyla camlarda, yollardaydı. Mehmet, ezici bakışların altında küçülürken Alev de pencereden bağırıyordu.

“Eve gireyim dersen, yarın işe birlikte gideriz.”

Hemen apartmanın köhne girişindeki merdivenlere sığınıverdi. Ağladıkça akan makyajı, yüzünü hilkat garibesine çevirdi. Suratının ortasına üç beş tükürük yedi, bin bir ağızdan yükselen cık cık seslerini işitti, süslü lakabını alnının akıyla kazandı. Utandı Mehmet. Üstüne bir de ölmek istedi ölemedi, uyumak istedi uyuyamadı, faili meçhul bir babayı sayıklayacağı sıra sustu.

Fazlasıyla sert bir dalga, şamar atarcasına onu sulara devirdi. Film bitmişti. Ağlayan kayanın arkasından yükselen ay, karanlık denizi yarım yamalak ışıtırken üşüdü, titredi. Dişleri zangırdadıkça, suların üstünde kımıl kımıl oynaşan dalgadan, balıktan, köpükten başkaca bir şeyler sezdi. Gözlerini kısıp baktı. O bakarken kımıltılar daha bir arttı, sanki kükredi, dalgalar reveransla kenara çekildi. Evden ta buralara kadar ulaşan, ihtimal o ya peşine takılan örgüler can havliyle ilmiklerden sıyrılıp sulara yayılıyordu. Gözün görebildiği, ayın aydınlatabildiği oranda. Aşka düşmüşçesine, telaşla. Mehmet’in tutulmuş dimağının idrak edemediği kurnazlıkla. Sular artık rengârenkti. Tıpkı virane evlerindeki odaların, pencerelerin, duvarların, o yığınlar sayesinde rengârenk oluşu gibi. Ve Mehmet yeniden, Alev’i değil de annesini düşündü.

Evden ayrılmadan son kez bakmıştı onun küskün suratına. Gidiyorum dedi, dönmem daha. Söyleyecek sözün var mı? Yani herhangi bir şey. Yok mu? Duydu mu, dinledi mi bilemedi. Bazı zamanlar Mehmet bir şeyler anlatırken hem de uzun uzun, örgüsünü hızlandırır da hızlandırırdı Alev. Haraşoların taneleri birbirine karışır, alt alta üst üste geçiverirdi. O anlarda susardı Mehmet. Susunca da olağan akışa geri dönerdi annesi. Ancak uzun süre susarsa, günlerce hatta haftalarca, bu kez de model değiştirirdi. Alev, şişlerle zigzag dokurken o da makyaj yapmaya başlar, müşterinin teki denilen babasını hayal eder, mutlaka ona benziyor olmalıyım der, bambaşka bir yaşam düşlerdi. Mehmet evden ayrılmadan önce ne elindekini hızlandırdı ne de model değiştirdi annesi. Ya da Alev. Fark eder mi? Aralarındaki örgü yığınları adım atmasını engelleyince sarılamamıştı bile Mehmet ona. Sık sık yaptığı üzere, onları da katlana katlana ve kopmadan süregiden, bir hayat silsilesi misali biriken diğer yığınlara kattı. Kattı da gene sarılamadı.

Sert dalgalar Mehmet’i dürtüyordu adeta. Ayağının altındaki kumlar dahi kaymaktaydı. Yıllar boyu içinde damla damla biriken, sinsice aklına işleyen, yapılması mecburi, günahsa günah, ayıpsa ayıp bir eylemdi kalkıştığı. Belki sıradan bir vazgeçiş, kimseciklerin umursamayacağı. Belki de küçük çaplı bir isyan, kimseciklerin anlamayacağı. Mehmet kahretti. Bedeniyle uyumsuz ruhuna. Aleme geliş şekline. Besbeteri gidişine. Soğuk sularda bata çıka ilerlerken, dalgalarla el ele vermiş ipler hırsla göğsüne, yüzüne vurmaktaydı. Durdu Mehmet. Durup başını bun yüklü gökyüzüne kaldırdı. Zar zor görülebilen üç beş fersiz yıldızın arasındaki bir noktaya dikti gözlerini. Bir kez daha dedi, bir kez daha dünyaya gelme şansım varsa, yani mümkünse, yani, yani diyerek anlaşılabileceği her söylemi denedi aklınca. İpler, ilmikler, örgüler, topu birden şaha kalktı. Sabırsızlanıyorlardı. Coştukça coştular, kudurdukça kudurdular. Dört bir yanını çevirmişlerdi Mehmet’in. Vakit tamamdı, anladı. Eline ayağına, boğazına, aklına, kalbine dolanan, dolandığı gibi düğümlenen o acı renkli iplere bırakıverdi kendini.

Editör: Hatice Akalın

Latest posts by Ömür Müzeyyen Yılmaz (see all)
Visited 24 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version