Fehmi Bey bölük pörçük, yarım yamalak uyumaların sonunda yine geç kalktı yataktan. Hasarlı yaşamında geceleri de gündüzleri gibi sıkıntılıydı. Perdeleri, camları açtı. Banyoya girip el yüz yıkadı. Evin içinde dolaştı bir süre. Balkona birkaç defa çıktı, içeri girdi. Gönülsüz, yemesi gerektiği için, isteksizce kahvaltı hazırladı kendine. İştahsızdı. İlaçlarını içmek için zorlanarak bir şeyler atıştırdı. Masayı topladı, çıkan bulaşıkları yıkadı. Öğlen olmak üzereydi.
Eylül ayına uymayan bir sıcaklık vardı dışarıda. Ev serindi, akşamı bekledi dışarı çıkmak için. Fehmi Bey’in ruhu bedenine, bedeni de evin dört duvarı arasına sığmıyordu. Bir solucanın ağır ilerleyişi gibi geçmek bilmiyordu zaman. Balkonun köşesi güneş almıyordu. Plastik, beyazlığı kirlenmiş sandalyeyi oraya çekip oturdu. Acılarla geçen günlerin birinde daha, içinde taşıdığı dolmayan derin bir boşlukla, düşünceler içinde gelip geçeni izlemeye koyuldu. Sakin sokakta, seyrek olarak geçen her kişiye, her evli çifte bakarken ayrı bir duygu fırtınası, farklı bir dalgalanma oluşuyordu yüreğinde. Haftalardır yaptığı buydu.
Yalnızlık ağırdı, acıtıyordu, hatırlatıcıydı. İçine döndürüyor, yüreğine dokunduruyordu. Güzel bir haberi paylaşamamak, sevdiğinin sesinden, sıcaklığından mahrum kalmak, söylemek istediklerini anlatamamak, en içten hislerini, özlemini dile getirememek katlanılmazdı, zordu. Anlatamayınca değeri de yoktu.
Arada bir su içmek, bir şeyler atıştırmak ve tuvalete gitmenin dışında uzun uzun oturdu balkonda. Bazen de içeride kanepeye uzanıp bir müddet kestiriyordu. Uzandığı yerden doğruldu, televizyonu açtı, kısa sürede sıkılıp kapattı.
Nihayet akşam serinliği çökmüştü. Sırtındaki kederli yalnızlığın yüküyle yerinden kalktı. Hırkasını omuzuna attı, evin anahtarını cebine koydu, kapıyı çekip merdivenlerden ağır ağır inip sokağa çıktı. Güneş mesaisini bitirip çoktan kaybolmuş, alacakaranlık çökmek üzereydi. Bugün biraz geç kaldım, diye söylendi içinden.
Bu küçük Ege kasabasının sokaklarının birinden çıkıp diğerine girmeyi, sahilinde gezmeyi, kimi zaman dalgalı, bazen dingin denizini seyretmeyi severdi. İç sıkıntısını biraz olsun dağıtıyordu.
İki yıl önce büyük şehri terk edip geldiklerinde eşi Betül Hanım’la da sık sık yaparlardı bunu. Kol kola gezerlerken ikinci baharın mutluluğu, huzuru içinde olurlardı. Bu gelişlerinin ardından şehirde bıraktıkları emekli arkadaşlarıyla ilişkileri giderek kopmuştu. Yurtdışında yaşayan evli kızıyla da arada bir telefon görüşmesi yapıyorlardı. Burada, dostluk denmese de yeterli yakınlıkta, arada bir görüştükleri yeni birkaç komşu ve arkadaş edinmişlerdi. Çok fazla kimseye de ihtiyaç duymuyorlardı zaten.
Yavaş adımlarla yürüdü. Usul usul akşam karanlığı çökerken evlerin lambaları yanıyordu birer ikişer. Sahile çıkan sokakta yürürken zemin katların, tek katlı evlerin açık olan pencerelerinden gördüğü ev içlerinde, bazılarının bahçelerinde, bazılarının da üst kat balkonlarında akşam sofraları hazırlanıyordu. Televizyonlardaki sesler sokağa taşıyordu. Kimi esnaflar kepenk kapatma telaşındaydı. Herkes kendi hayatının telaşında, koşturmacasında.
Hüzünle, sessiz dünyasının içinde kendi evindeki sofraları, sofradaki sohbetleri hatırladı. O ev hali, o sofralar, o konuşmalar, o gülüşler şimdi kendisine öyle uzaktı ki. Erişilmezdi. Bu sokakların her köşesinde görünmez bir şekilde asılı kalmış, birikmiş nice anıları da acı duyarak anımsadı, her geçişindeki gibi.
Ayaküstü de olsa kısa birkaç cümlelik konuşacağı kimseye rastlamadı bu sefer. Bazı günleri böyle, kimseyle tek kelime konuşmadan geçerdi. Ağzının pasını silmek, üzerindeki ağırlığı atmak, içindeki yalnızlık zehrini akıtmak, taze bir soluk almak gibi gelirdi anlık sohbetler. İyi tanımasa da göz aşinalığı olan iki kişiye “İyi akşamlar,” dedi, karşılık alıp geçti.
Sahile vardığında bir süre dikilip denizi seyretti. Kıyıya bağlanmış birkaç küçük balıkçı teknesi yorulmuş, kendini denize teslim etmiş, yumuşak sallantılar içindelerdi. Her halini insan ömrüne benzetirdi denizlerin. Dalgalara gebe durgun hali de ne kadar olup sonunda mutlaka durulması da insan kalbi gibi gelgitlerinin ve fırtınalarının olması da derinlerinde sakladığı güzellikler de tehlikesi de. İnsan hayatı da öyle değil miydi?
Döndü, biraz ötede kimsenin oturmadığı banka doğru yürüdü. Kendisi gibi yalnızlık içinde, birini bekler halde duran bankın bir kenarına ilişip oturdu. Diğer boş yanına belki biri gelip oturur düşüncesi geçti aklından. Yerlerde sararıp dökülmüş sonbahar yaprakları doluydu. Gelip geçenler oluyordu önünde. Hüzünlü bir yalnızlık, kahredici bir iç sıkıntısı, bir uçurum ürküntüsü ve kalabalığın orta yerinde unutulmuş hissi vardı ruhunda.
Karanlık çöküyor, deniz giderek lacivertliğini yitirip siyah renge bürünüyordu. Nice sevinçlerle, dertlerle, mutluluklarla, sorunlarla, özlemlerle, kavuşmalarla, acılarla, dalgalanıp durulmalarla geçip giden günlerini düşünüyordu. Son zamanlarda en çok yaptığı buydu ve sahip olduğu tek şey de yalnızlığıydı. Okyanusun ortasında, küçük bir sandal içinde susuz, bitkin, yaralı, çaresiz gibiydi. Bir gemi geçer miydi? Bu çaresizlikten kurtulabilir miydi? Ne kadar sürer, dayanır mıydı, ne kadar ayakta kalabilirdi, bilmiyordu.
Bazen insan hayatı öyle bir ters yüz olur ve devran öyle döner ki. Beklenmedik bir zamanda hesapta olmayan gelişmeler, tahmin edilemeyen bir şekilde, akla hiç gelmeyen, görülmedik, şaşırtan durumlar yaşatır ya. Tam da o durum içindeydi Fehmi Bey.
Dalgın, uzaklara bakıyor gibi gözüküyordu ama aslında kendi içine bakıyordu. İçindeki uzaklara. Üç ay önce bir kazada kaybettiği eşinin acısıyla yangın yerine dönen yüreğine bakıyordu. Ve baktıkça yakıcılığı artıyor, yüreğinin harabe haline katlanmak zorlaşıyordu.
Annesinin ölümüyle koşup gelmişti biricik kızı. Ölüm hançerinin yarasını birlikte sardılar, paylaştılar, hafiflettiler sızıyı. Günler içinde birbirlerine sarılıp ağlarken ıslandı omuzları baba kızın. Bir ayın sonunda evladın gitmek zorunda kalışı, ayrı bir yanık etkisi bırakmıştı Fehmi Bey’in benliğinde. Komşular da kendi dünyalarına dönmüş, gelişlerini seyrekleştirmiş, giderek ayaklar çekilmişti. Zaman, acısının ağırlığını hafifletmiş, yalnızlığını çoğaltmıştı.
Durgun ve gam yüklüydü. Hayat arkadaşının yokluğuyla düştüğü en karanlık, en beter günler içindeydi. Bir ormanda yolunu kaybetmiş, hangi yöne gideceğini bilemiyordu.
Zihninin derinliklerinde asla unutulmayan nice sesler, nice cümleler, görüntüler. Sahne sahne canlanıyor, şerit şerit akıyordu gözünün önünde. Akşam esintisiyle denizde çoğalan dalgaların bile farkında değildi. Gözleri çakılıp kalmıştı kıyıyı yalayıp geri dönen dalgalara ama baktığını görmüyordu. Ne arada bir köpüren dalgaların farkındaydı ne de sesini duyuyordu denizin. Geçmişteki hayatının, yaşadıklarının dalgalarında çalkalanıyordu. Yine nerede olduğunu, hangi zamanda bulunduğunu unutmuş haldeydi Fehmi Bey.
Editör: Gülhan Tuba Çelik
- İçteki Uzaklar - 22 Mayıs 2024