Rahatsız bir rüzgâr esintisiyle uyanıyorum. Sanırım yine sabah temizliği. Bugün de tadımı kaçıracak bir şey buluyorum. Odadaki cereyanla düşüncelerim de pencereden uçup gitsin istiyorum. Yataktan sersem gibi kalkıp yarı açık yarı kapalı gözümle sağa sola çarpmadan banyoyu bulmak az da olsa keyfimi yerine getiriyor. Küçük ve anlık mutlulukların insanıyım diye düşünüyorum. Kör bir dalışla önce ellerim sonra yüzüm suyla buluşuyor. Soğuğun çarpmasıyla açılan gözlerim aynadaki yansımamla karşılaşınca gece boyu kaçtığım düşünceler yeniden yüzüme çarpıyor. Başladı yine kesik kesik oflamalar, izinsiz akan birkaç damla kalp suyu. Hiç deniz görmemiş bir insanın suya dokunduğundaki hayranlığı, yıllardır istediği oyuncağı daha hiç oynayamadan metrelerce yüksekten düşürmüş olan bir çocuğun hayal kırıklığı gibi zihnim. İlginç gelmiş olsa gerek size bir cümlede böylesine tezat. Kabul ediyorum çılgınca. Böyle zamanlarda kafamı karpuz gibi ikiye bölmek geçiyor aklımdan. Gideni geleni çok metro istasyonlarının hıncahınç dolu olan yürüyen merdivenleri gibi. Ardından midem boş olsa da var olan bir kusma refleksi.
Beynimin bir tarafı çoktan verdi kararını. Bıraktı kendini uçsuz bucaksız maviliklere. Sürükleniyor. Sürükleniyorum. Sürükleniyoruz. Yalnızca ben değil hepimiz. Ben sadece kusuyorum bazen tüm yaşananları. Suyun altında saklanan bedenim titriyor. Düşer düşmez yılanın aksine küçük bir balığa rastlıyorum. Balık titreyen bedenime dikkatle bakarken ben can havliyle soruyorum. “Adın ne?’’ Balık “Nemo,” diyor. Beni bir gülme alıyor. Nasıl olur diyorum sen kırmızı değilsin ki! Balık alık gözleriyle kaçamak bakışlar atmaya devam ediyor. Şaşkınlığı geçince kocaman açıyor ağzını. Sular beni genişçe bir salona çıkarıyor. Islak bedenim dışında her yer kupkuru. Alice gibi hissediyorum kendimi. Umarım burası da harikadır! “Bak sen,” diyorum küçük balık Nemo’ya, neler de sığdırmış küçücük dünyasına. Biraz ilerledikten sonra karşıma çıkan ilk odaya giriyorum. Geniş odada dört tarafı da tavana kadar raflarla kaplı kütüphane karşılıyor beni. Bir sis olsa da etrafta seçebiliyorum hemen yan tarafımdaki klasikleri. Gözüme Dostoyevski takılıyor. Sanırım tüm basılı kitapları bulunan rafta Yer Altından Notlar ilişiyor gözüme. Diğerlerine göre daha bir çıkıntı duruyor. Belki de çıkıntısı benim yakınlığımdan. Karşıdaki rafta Türk klasiklerinin içinden de Kürk Mantolu Madonna göz kırpıyor bana. Boy ölçüşmek haddim olmasa da tutamayıp soruyorum kendime. Bir gün bir kitap yazsan mesela bu yaşadıklarını hangi rafa koyarlardı sence? Dangalak diye cevaplıyorum sorduğum soruyu. Keşke her soru böyle sorulduğu anda cevaplanabilse diyorum. Sıkıldınız mı? Benim vaktim çok, bir açıp kaparım gözlerimi başka yer, başka zaman, bambaşka olaylar. Ne gerçek ne hayal, siz düşünedurun. Ben gezmeye devam edeyim ulaşabildiğim tüm boyutlarda.
Birazdan nasılsa tiz bir hemşire sesi kahvaltı vakti anonsuyla başımda belirir. Parmaklıkların ardına sakladılar bedenimi, bilmeden aklımı kilitleyemeyeceklerini. Özgürüm ben de herkes kadar. Bunu bir anlasa doktor, tutmaz bir beş ay daha bu sıçan deliğinde. Ona sorsan haklı gerekçeleri var. Kim haksız ki bu dünyada? En haklısı da Berna hemşire. “Hadi ama bir gün de çağırmadan gel kahvaltıya.” Eskiden olsa cevaplardım yemek istemiyorum diye. Şimdi biliyorum ki gerek yok, onun cevabı hazır zaten. “İlaçların aç karnına sana zarar verebilir.” İlk zamanlar şaşırmıştım, sadece Berna hemşirenin benimle ilgilenmesine. Hatta kendimi özel hissettiğim anlar bile olmuştu. Sonra anladım ki nöbet tutmadığı için her sabah o geliyordu yanıma. Zaman zaman onu dışarda bir yerde tanısam sevebilir miyim diye düşündüğüm de olmuştu. Aramızda en fazla beş yaş fark vardı. Bundan emin değilim sadece öyle görünüyor. Ben kaç yaşımda olduğumdan da emin değilim. Ben artık hiçbir şeyden emin değilim. Zorunlu kahvaltıdan sonra yatağıma oturup düşünmeye başlıyorum. Her gün ve durmaksızın. Uyanınca bir başlar ta uyuşuncaya kadar. Uyuşmak diyorum çünkü verdikleri ağır ilaçlar uyuşturuyor. Öyle ki bazen düşüncelerim bile yavaşlıyor. Tam bir konuda sonuca varacağım bir bakıyorum unutmuşum ne düşündüğümü. Bugün niyetliyim hayatımın kararını vermeye. İlacı içer içmez yatağıma gelip konuyu bir sonuca bağlayacağım. Yalnızca yirmi dakikam var. Yirmi dakika sonra yine başı unutulmuş bir konu ya da hangisi gerçek hangisi hayal olduğu belli olmayan bir dünya. Bu nedenle hemen karara varmam gerektiğini söylüyor diğer yanım.
Karar verildi, her gün aynı hayatı yaşamaktansa yalnızca birkaç dakika daha cesur olmam gerekiyor. Ölüm. Kimine göre son kimine göre başlangıç. Ben mi? Benim için hiçlik. Zaten bu yüzden buradayım. Hiçten ve hiçlikten geçemediğim için tüm sevdiklerim vazgeçti benden. Önemi yok. Zaten hiç olmadı. Hiçin olduğu bir kafada ne önemli olabilir ki? Yanılmıyorsam bir ay önceki yirmi dakikamda bir jilet saklamıştım. Yanılıyor olabilirim. Bende ve burada zaman çok net değil. Bunun da bir önemi yok zaten. Belki de buna bugün değil günler önce karar verdim, bundan da emin değilim. Jiletimi alıp banyoya gidiyorum. Ağır hareketlerle el bileğime yaklaştırıyorum. Aferin bana iyi kesen bir jilet saklamışım. Sanırım yine ağırlaşmaya başladım, ilaçlar etkisini gösteriyor olsa gerek. Kesiyorum sanki bana ait olmayan bileği. Acı yok. Kanama başladı, hem de yoğun. Son anda birisi engel olsun istemediğimden sesimi çıkarmıyorum. Nefesimi sakınıyorum duvarlardan. Kanlar çoğalıyor, gözlerim bulanıklaşıyor. Ağırlaşıyorum. Hiçliğe ulaştığınızda nasılsa karşılaşırız yeniden bir yerde.
Editör: Gülhan Tuba Çelik
- Onur’a Veda - 23 Ekim 2024
- Susturulan - 4 Temmuz 2024
- Hiçlik - 24 Ocak 2024