Yazar: 15:48 Röportaj

Ercan Kesal ile Söyleşi

Ercan Bey merhabalar. Mahal Dergi olarak söyleşi davetimizi kırmadığınız için teşekkür ederiz. Yenal Bilgili ile gerçekleştirdiğiniz söyleşi, geçtiğimiz Aralık ayında Cebimdeki Ekmek Kırıntıları ismiyle Kronik Yayınları etiketiyle okuruyla buluştu. Öncelikle yeni kitabınız için sizi tebrik ediyoruz. Siz; yazar, hekim, sinema oyuncusu, senarist gibi birçok vasfı bir arada barındıran bir sanatçısınız, bu yüzden Mahal olarak biz de söyleşimizde bahsi geçen kimliklerinizin hepsini kapsayan sorular sormak istedik. Size, başta son kitabınız olmak üzere tüm kitaplarınıza ve filmlerinize, edebiyata ve sanata dair sorular yöneltmeye çalışacağız. Umarız keyifli bir söyleşi olur. Dilerseniz sorularımıza geçelim.

Cebimdeki Ekmek Kırıntıları, okuması son derece keyifli bir kitap olmuş. Hem Yenal Bey’in hem de sizin emeğinize, nefesinize sağlık. Yenal Bilgici’nin kitabın girişindeki sözlerinden anlıyoruz ki bu sohbet, Urla’da, zeytin ağaçlarının gölgesinde, cırcır böcekleri korosunun mola verdiği anlarda yapılmış (burası benim tahayyülüm, kabul).

Bu atmosferi hayal ederek kitabı okumak, beni daha çok mutlu etti diyebilirim. Bir Ege çocuğu olarak… Tüm okurlara da naçizane tavsiyem, kitabı buna benzer bir atmosfer hayal ederek, iyot kokusunu burnunda duya duya okumaları yönünde olacak. Çokça hayal kurduysak artık kitaba dair konuşabiliriz. Cebimdeki Ekmek Kırıntıları aynı masada buluşmuş dost sıcaklığı vaat eden bir kitap. Sizin sadece edebiyata dair değil, hayatın ve sanatın birçok sahasına dair fikirlerinizi barındırıyor. Metnin okuyana dinginlik veren bir yapısı var, ayrıca cümleleri okurken her daim kulağımızda sizin sesiniz yankılanıyor. Kitabın başarısını arttıran temel etmenlerden biri de bu sanırım: okurla yazarı aynı masada buluşturabilmek.

 Kitapta yazma çabanıza dair, “Bütün derdim eve sağ salim dönebilmek…” benzetmesini yapıyorsunuz. Kitabın adını da düşündüğümüzde, aklımıza Hansel ile Gretel masalı geliyor. Peki Ercan Bey, size göre ev kavramı, her zaman bir mekânı mı karşılar? Bu kavramı bizim için biraz açar mısınız? Ya da insan ne yaşarsa/yaparsa evini bulmuş olur?

İnsan deneyimlerinden başka bir şey değildir ve belleğin evi insanın kalbidir.  Eve dönmek ise  “masumiyet çağına” geri dönmektir. Çocukluğa dönmek elbette. Kaygılardan azade, doğan her güne şaşkınlık ve coşkuyla bakabildiğim o günlere, babamın saçlarımı okşadığı, anamın eteklerinde kaybolduğum zamanlara dönmek. Domates kokusuna, rüzgarın hışırtısına, bozkırın sessizliğine, alnımda parlayan güneşe dönmek. Yeniden ve bu kez her şeyin farkında olup, hiçbir şeyi heba etmeden içime çekerek dünyayı bir kez daha yaşama fırsatı istemek hayattan! Ama bunların hiçbirisinin olmayacağını bilmek en kötüsü. Bu yüzden ormandayız ve kayıbız artık. Geri dönebilmek umuduyla serpiştirdiğimiz kırıntıları kuşlar yedi. Kuşlar da tanıdık:  İstikbal kaygısı, hayatına yön verme telaşı, güvenlik endişesi, önceden tedbir alma numaraları, garanticilik, soğukkanlı ve temkinli olma halleri. Onlar yediler kırıntıları ve bu yüzden dönemeyiz artık evimize. Yolumuzu kaybettik artık.  Şansımızı kendi icat ettiğimiz kuşlar  yüzünden kaybettik.

Cebimdeki Ekmek Kırıntıları kitabınızda, dünya ile aranızdaki meseleyi tarif ederken “Kendimi fark ettiğim ilk andan itibaren dünyaya ilişmeye çalıştım,” diyorsunuz. İlişmek eylemi, kısa süreli bir yaklaşma veya hafifçe dokunma gibi anlamlar ihtiva ediyor. Bu bağlamda sözcüğü irdelediğimizde, sizin hayata veya bu dünyadaki halinize dair çağrışımlara açık bir sözcük olduğu düşünülebilir mi? Sadece siz mi dünyaya ilişmeye çalışıyorsunuz yoksa genel anlamda sanatla ilgilenen insanların çoğu için bunu söyleyebilir miyiz? Bu kavram sizin sözlerinizde, sanatçının aynı zamanda bir tutunamayan oluşuna dair bir çağrışım da barındırıyor mu?

Elbette. Büyük insan kalabalığının bir parçasıyım ben de. Bazı yeteneklerimin olması bir imtiyaz sağlamıyor, aksine yükümü ağırlaştırıyor. Dünyaya ilişme arzumun esasında “dünyaya bulaşmak” olduğunu sonradan fark ettim. “İlişmek” daha pasif ve keyfi bir halmiş gibi geliyor bana, bulaşmak ise yapıştığınız ya da iliştiğiniz şeye sıvanmaktır! Ona ne kadar bulaşıyorsanız bir o kadar da o size sıvanıyor. Ona sarılıyor, onun rengini alıyorsunuz. Varsa bir renginiz siz de ona katıyorsunuz. İç içe geçme hali. Dünyaya ilişmek daha korunaklı, kendinizden vazgeçmeden yaptığınız bir eylem, bulaşmak daha riskli, içerden ve dönüşerek çıktığınız bir yolculuk.

Kitabınızda, toplumun tabanından bahsederken basiretli sözcüğünün, toplumun içerisinde bulunduğu hali tam ifade etmediğini belirtiyorsunuz. Bu cümlelerin yer aldığı paragrafları okurken ve kitapta yer yer bahsi geçen taşra kavramını düşündüğümde son zamanlarda oldukça ses getiren Emin Alper imzalı Kurak Günler filmini düşünmedim desem yalan olur. Filmi izlediğimde büyük bir öfkeyle salondan çıktığımı hatırlıyorum. Kurak Günler, taşra ve taşradaki siyasi, ekonomik çıkar ilişkileri, erk ve onun tahakkümündekiler, taşrada yaban olma gibi konuları bir kez daha irdelememe vesile oldu. Özellikle av ve avcı olmak üzerine çokça düşündüm. O sahnelerde insanı hem rahatsız eden/tedirgin eden bir vahşet arzusu hem de yaşadığımız coğrafyaya ait çıplak bir gerçek var diyebilir miyiz? Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz, filmdeki bu sahneler size ne hissettirdi? Anadolu, farklı olanı avlamakta sizce bu kadar katı mıdır?

Ne yazık ki! Ama kibirli ve umutsuz olmaktan korkarım her zaman. Bu halin dışında değilim ki ben de. Kimsenin suçu yok, buraya beraberce geldik. İçinde tazeliği ve umudu da taşıyan bir çetrefilli hal bu. Diyalektik bir şey. Madalyonun iki yüzünü de görebilmeliyiz. Birisi öbürünün sebebi ve sonucudur. “Anadolu basireti” deyip bir şeylerin arkasına saklanmayalım diyorum, kendinden vazgeçmeden o coğrafyanın hafızasında eriyebilmek mümkün hâlâ. İyisiyle kötüsüyle sokağın eninde sonunda aklın yolunu bulacağını bilmek, iyi ki bu çağda yaşamışım ve bu coğrafyadayım diyebilmek. Kenara çekilip akıldanelik yapmadan, parmak sallamadan, olmayacak şeyler vadetmeden, yangının ortasından konuşabilmek. Yanmaktan korkmadan, yanmaya da razı olup  kendinden emin durabilmek.

Bir başka kitabınız Kendi Işığında Yanan Adam, 2018 yılında İletişim Yayınlarından çıktı. Tanıdığım Metin Erksan alt başlığıyla okurla buluşan kitap aracılığıyla ünlü yönetmenin sizin hayatınızda ne denli büyük bir yere sahip olduğunu da öğrenmiş olduk. Son kitabınızdaki “Çok yaşlım olmuş benim… Onlar beni terbiye etti. Onlar beni çok uslandırdı,” sözlerinizi de burada anmak istiyorum. Bu sözlerle bir arada düşündüğümüzde size şunu sorayım: Metin Erksan ile hiç tanışmamış bir Ercan Kesal, nasıl biri olurdu? O, sizin hayatınızda neleri değiştirdi? Bize biraz bundan bahseder misiniz?

Eksik biri olurdu. Daha güvensiz, daha kibirli, daha cahil ve elbette daha az neşeli! Erksan kendinden ve içinden gelerek veren bir adamdı. Bunu da büyük bir istek ve heyecanla yapardı. Sahaflardan zorla aldırttığı bir kitabı okuyup ertesi hafta karşısına çıktığımda gözleri parlardı sevinçten. İnsan bir başkasının okuduğu kitaba niye bu kadar sevinir Allah aşkına! O sevinirdi. Coşkun bir adamdı. Hiç ölmeyecekmiş gibi uzun vadeli planlar yapardı. Onunla konuştuktan sonra yanından ayrılırken onlarca iş planı yaparak ayrılırdınız. Hiç vakit kaybetmeden yeni senaryolar ve filmler yapmak zorunda hissederdim her muhabbetin sonunda. Çok komik ve çocuk gibi neşelenen bir adamdı. Olmayacak yer ve zamanlarda insanı yerlere yatıran esprileri olurdu. Dünyayı sarakaya alarak da onunla baş edebileceğimi öğretti bana.

Peri Gazozu’ndan bu yana kaleme aldığınız kitapları düşündüğümde, Ahmet Telli’nin çok sevdiğim “Hangi dağ efkârlıysa oradayız / Perişan edilen her yer bizimdir.” dizeleri aklıma geliyor. Hayata ve insanlara dair kucaklayıcı tavrınız, kitaplarınızda satır aralarından hissediliyor. Cebimdeki Ekmek Kırıntıları’nda da bahsettiğiniz borçlu hissetme, kendini pey akçesi gibi sunma eğiliminiz zaman zaman da olsa sizi yormuyor mu? Yorulduğunuz zaman sizin imdat çekiciniz olan şeyler nelerdir, hangi motivasyonla yola devam edebiliyorsunuz, açıklayabilir misiniz?

Biraz bizim kuşağın yazgısı bu! Erken olgunlaşmak zorunda kalan, genç omuzlarına ağır yükler konulan yorgun ve hüzünlü bir kuşak. Daha kötüsü yapabileceğimiz şeyleri yapamadığımız için içimizden bir türlü çıkmayan kederle yaşamaya devam etmek. Bir yerde hata varsa orada biz de bulunmuşsak en başta o hatanın sorumlusu olarak kendimizi addetmek. Bunun getirdiği bitmeyen suçluluk duyguları. Yorucu  elbette ama insan biraz da böyle olgunlaşmıyor mu? Kendimize olan saygımız belki buralardan neşet ediyor. Bu yüzden yoruldukça dinlenen birisiyim derken kastettiğim yorgunluğun sonunda vaat edilen kendine saygı hali.

Ercan Bey, siz yazarlığınızın yanı sıra oyunculuk, senaristlik ve yönetmenlik de yapıyorsunuz. Birçok toplumsal konuya da değindiğiniz Cin Aynası kitabınızda, Yılmaz Güney’in veya M. Haneke’nin filmlerini izledikten sonra sinemadan çıkan insanların yüzlerini tarif ederken “Artık bir daha eski benlikleriyle yaşayamayacaklarını fark etmiş insanların şaşkınlığıdır gördüğünüz,” ifadesinde bulunuyorsunuz.

Sizce sinema, insanlara ne yapıyor? İnsanlar, ne oluyor da bir filmi izledikten sonra -ki kurgu olduğunu bile bile gidiyoruz sinema salonuna- hayata aynı noktadan bakmaya devam etmiyor/edemiyor da dönüşüyor? Sinemanın dönüştürücü etkisine dair fikirlerinizi bizimle paylaşır mısınız?

O zaman yine Cin Aynası’na bakalım:

Kapılar kapanıp, salonun karanlığa gömülmesiyle birlikte filmin başlama anının, gözleri kapatıp uykuya geçme anıyla eş olduğu söylenir. Işıklar kapandığında, karanlığın içinden bilmediğimiz bir dünyaya geçerek, kayboluruz. Görünmeyeni gösteren bu büyülü yolculuğun adı “film seyretmektir.”

Film boyunca yaşanan süreç aynı zamanda terapötik bir süreçtir. Filmler ruhsallığımızın en derinine inip, onu değiştirme gücüne sahiptirler. İnsanın içinde duran ama fark etmediği şeyleri ortaya çıkartarak, “onunla yüzleştirirler.”

Sinema, büyük insan kalabalığının içinde yalnız olmadığımızı hatırlatan deneyimler sunar. İstediğimiz zaman o kalabalığını içine karışabileceğimizi müjdeler. Başkalarının hayatı üzerinden kendi geçmişimize bir kez daha bakmamızı sağlar. Duygularımızı harekete geçirir. Bir daha geri dönemeyeceğimizi, artık kaybettiğimizi düşündüğümüz yitik zaman parçasını yeniden yaşama fırsatı vererek o deneyimden hayati sonuçlar çıkarmamızı sağlar.

Kitaplarınız arasında itiraf etmeliyim ki benim için en özel yere sahip olanı Evvel Zaman. Nuri Bilge Ceylan’ın Bir Zamanlar Anadolu’da filminde anlatılan hikâyenin sizin Anadolu’daki doktorluk yıllarınıza dayandığını ve filmin senaryosunu Nuri Bilge Ceylan ve Ebru Ceylan ile birlikte kaleme aldığınızı biliyoruz. Kitabı benim için özel kılan nokta ise içerisinde hem senaryo yazım safhalarına dair bilgilerin yer alması hem de filmin çekimi sırasında tuttuğunuz günlükleri bünyesinde barındırıyor olması. Senarist, oyuncu ve hikâye sahibi olarak yaşadığınız bu süreç, içerisinde çokça sıkışmışlığı da barındırıyor diyebilir miyiz? Nasipse Adayız kitabını da buna benzer bir yaşanmışlık üzerine kaleme aldığınızı, sonrasında bu hikâyenin filmini çektiğinizi de düşünürsek sanatçının kendi kişisel tarihine dönüp tekrar baktığı bu anlar, bir yanıyla mucizevi bir yanıyla da sarsıcı diyebilir miyiz? Bu konudaki fikirlerinizi okurlarımızla paylaşır mısınız?

Doğru! Mucizevi, sarsıcı ve belki daha da önemlisi terbiye edici. Yapıp ettiğimiz her şey zaten buna hizmet etmez mi? İnsan şan şöhret para pul kariyer için yapmaz ki bunları. Her deneyim cömert bir armağan gibi yer almalı hayatımızda. Bir Zamanlar Anadolu’da filminin benzersiz bir yeri vardır. İnsanın kendi hayatının hem öznesi, hem kaydedicisi, hem de anlatıcısı olması müthiş bir deneyim ve daha keyiflisi bu deneyimi tüm açıklığıyla paylaştığınızda muhataplarınızdan gelen takdir duyguları.

Bellek, kitaplarınızda üzerinde sıkça durduğunuz kavramlardan biri. Evvel Zaman kitabınızda, bellek kavramının “hatırlamayı ve unutmayı aynı anda içerdiği”nden bahsediyorsunuz.  Kavrama bu bağlamda yaklaştığımızda, kişilerin veya toplumların belleğine ne kadar güvenilebilir?  Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Hatırlamak seçerek unutmaktır! Bu yüzden hatırlamakla unutmayı kardeş kavramlar gibi düşünürüm. Toplumsal bellekle ilgili belki de en veciz söz bizden çıkmış: “Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür!”  Hepimiz kolektif bir hafızanın mütemmim cüzüyüz.

Anıların “belleğin bekçileri” olduğunu düşünüyorum. Belleğimizi diri tutan, unutmayı engelleyen, çeri çöpü temizleyen… O yüzden, galiba hep iyi bir anlatıcı olmak istedim. Edebiyat ve sinemayla olan ilişkimi de buradan tesis ediyorum.

CANNES, FRANSA: (Soldan Sağa) Ercan Kesal, Taner Birsel, Nuri Bilge Ceylan, Muhammet Uzuner, Yılmaz Erdoğan ve Ahmet Mümtaz Taylan. “Bir Zamanlar Anadolu’da” 11-12 Mayıs 2011 tarihleri arasında gerçekleşen 64. Cannes Film Festivali’nde büyük ödül Altın Palmiye için yarışacak filmler arasına girdi ve ikinci büyük ödül olan Büyük Ödül’ü kazandı.

Ercan Bey, biraz da Urla’da yaptıklarınızdan söz açmak istiyoruz. Orada bir sanat merkezi kurma hazırlığında olduğunuzu biliyoruz ve bu konuda heyecanlıyız. Ülkenin Nesin Matematik Köyü veya Gümüşlük Akademi gibi mekânlar aracılığıyla nefes aldığını düşünüyoruz. Sizin kuracağınız merkezin işleyişi de bahsi geçen merkezlere benziyor mu, bu konuda bize biraz bilgi verebilir misiniz?

Derdim ticari bir mekân olmanın ötesinde bir okul kurmaktı. Eğitimin üretimin içinde yer aldığı, usta çırak ilişkisinin temel alındığı, bulunduğu coğrafyanın bir parçası olmuş, geçip gitmeyen, kendinden öncekilerin devamı ve o hafızanın katılanı olmayı becermiş bir yer. İyi bir okul. Her yaştan insanını bitmeyen öğrenciliğine de uygun bir mekan. Konaklama, gastronomi, tiyatro, sinema, müzik, plastik sanatlar, atölyeler, işlikler….olan bir yer. Ufak tefek eksikler kaldı, bitince başlayacağız.

Sorularımıza verdiğiniz cevaplar için Mahal Edebiyat olarak çok teşekkür ederiz; nice kitapta, nice filmde görüşebilmek dileğiyle…

Hazırlayan: Hatice Akalın

Visited 70 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version