1985 Nisan
Tatlı telaşlar esiyordu bu sabah yollarda. Ağaçlar baharın hakkını veren imbat esintisiyle edalı edalı kıvrılıyor, kuşlar melodiyle şakıyor, güneş ışınlarını cömertçe sızdırıyordu etrafa. Gülşah heyecanlı ve mutluydu. Aslında biraz üzgün gibiydi. Yok üzgün değil de alışılmışın dışına adım atmanın belirsizliği gibi bir şey. 08.30’daydı uçuş. Son gece onda kalmamı istedi. Tek başına yola göndermeyeceğimi tahmin ediyordu. Havaalanına vardığımızda kontuar kısmına gidene kadar bayağı bir yürüdük. Yaptığımız kahvaltıdan eser kalmamıştı midemizde. Gülşah’ın üniversitede hazırladığı Kadın ve Şiddet tezi Türkiye’de sadece mezun olabilmek için yazılan bir şey olarak tozlu raflarda ömür doldururken yurtdışında bir dernek tarafından büyük ilgiyle karşılanmıştı. Hatta Gülşah’ı dernek bünyesinde yapılan çalışmalara ortak etmişlerdi. Uluslararası projede yer almanın mutluluğunun yanı sıra mücadelesinin işlevselliğini taşımanın onuru vardı şimdi Gülşah’ta. Vedalaşırken bir yandan bana el sallıyor bir yandan da tatlı tebessümünü esirgemiyordu. “Gülşah’ım umarım her şey gönlünce olur” diye kalbimden ümit ederken gözlerimin nemlendiğini hissettim. Ardından burnum sızladı. Yapayalnız bir Gülşah’ın içinde tüm dünyayı kucaklayan milyonlarca Gülşah belirdi gözümde o an. Gülşahlardan biri üzülse diğeri omzuna elini koyar, bir diğeri ağlasa diğer Gülşah gözyaşını siler gibiydi. Kendi varlığını kendi doğururdu böylece.
Dönüşte eski okulumun sokağına düştü yolum, arabayı park ettim. Seyre daldım okul binasını. Üç katlı sempatik görünümlü bir okulda geçen lise yılları sahneleri açıldı teker teker. Eski taşları sökmüşler. Sanki her şey yapay bir hal almış. Şimdi okulun içine girsem hiçbir hocam orada değildir muhtemelen. Cam kenarındaki ön köşede otururdum. Genelde herkes arkada oturmayı tercih ederken benim önde oturma takıntım vardı. Ortama adapte olamıyordum arka sıralarda. Krem rengine eşlik eden kahverengi dış boya şimdi mat yeşil olmuş. Evet hoş olmuş, pastel görünümü doğallığı yansıtıyor.
Ne günler geçirdik beraberce bu okulda. Diğer arkadaşlarla özel günlerde telefonla iletişim kuruyoruz ama Gülşah yakın bir dost olarak yanı başımdaydı daima. Artık bu semtte bile değildiler. Birçoğu evlenip çoluk çocuğa karışmıştı, kimi fakülte sonrası çalışma hayatı falan. Bense asistan olarak görev yaptığım fakültede çalışmalara devam ediyorum şimdilik. Süslü Leyla, Kızgın Cemil, Hamarat Naciye, Hızlı Gonzalez Gürbüz daha dün gibi canlandı gözümde. Hakan yine ders esnasında masada kollarının üstünde başını dayamış beni süzüyordu. Yok aslında düpedüz bakıyordu ve ben derse motive olmakta zorlanıyordum. Hiçbir hoca da fark etmiyordu ki uyarsın. Hakan bana bakıyordu ama ben Ahmet’in bana bakmasını istiyordum. Evet ama o hiç oralı olmuyordu. Bu hep böyle sürüp gidecekti ilerideki hayatımda. Ters bağlantı mı desem, ters denklem mi desem, karşılıksız yasaklar manzumesi takipte kalacaktı. Bir an şu köşedeki sınıf, evet ortak dersleri işlediğimiz sınıfın önce perdesi, sonra camı açıldı, sanki sınıfça oradaydık. Bu ses Didem Hoca… Camdan içeri süzülüyor muyum ne!
1979 Ekim
Masada duran defteri açar açmaz bir şeyler yazmaya başladı. Ne yazdığını merak ettim. Çünkü bana göre dersin not alma kısmı bitmişti. Sıra dışı karakter olduğu birçok halinde simgeleniyordu. Çok konuşmazdı mesela. Bizimle hiç voleybol oynamazdı. Teneffüslerde erkeklerle bilek güreşi yapardı ara sıra. Dans kursuna gittiğini kendi ağzından duymasam aktif olmayı sevmediğini düşünecektim neredeyse. Bazı sabahlar derse geç kalır, sınıftan içeri girer girmez gözleriyle gözlerimi arardı. Tatlı tebessüm etmeden gözlerini ayırmazdı benden. Benimle arası iyiydi. Kütüphanede denk gelirdik ara sıra, kitaplar üzerine konuşurduk. Hatta bir gün aradığımız kitabın aynı olması muhabbetimizi daha da derinleştirmişti. Sonra sırayla okumuştuk o kitabı, ardından uzunca tahlil ettik beraber. Aynı kitabı okumamış olsaydık yine de ortak noktada buluşabileceğimiz çıkarımı o kitabın tahlilinden sonra gün yüzüne çıkmıştı.
Sınıftakiler ona yaklaşmaya çalışsa da oralı olmazdı. Neden bilek güreşinde ısrarlı olduğu muhabbetin bel kemiği olurdu kimi zaman. Ben de arada köprü görevi görür, orta yolu bulmalarında ön ayak olurdum. Başaramazdım çoğunlukla onları ikna etmeyi, nasıl bu kadar sabit karakterde kalabildiklerine içerlenirdim. Ama yine de yanlarına gidip bir çay içmeyi ihmal etmezdim. Gülşah, sosyal ortamından etkilenmeyen farklı bakış açısına sahipti. Diğer kızlar gibi gelinlik hayali kurmamıştı mesela. Üniversite sınavına iki sene kalmışken ona göre gelinlik hayali içi doldurulamaz boşluktan başka bir şey ifade etmiyordu. Sımsıcak bir yuvadan ve aile şefkatinden mahrum oluşu onu diğerlerine nazaran erken büyütmüştü. Ne nazlanacak anne ne de kahrını çekecek bir baba olmuştu hayatında. Trafik kazasına kurban giden ailenin ardından aile mefhumu erken yaşta silinmişti belleğinden. Tüm çocuklar ailesiz büyüyor sanıyormuş o yıllarda. İlk okula başladığı sene arkadaşlarının aileleri okula gelip gidince kavramış yuva diye bir şey olduğunu. Bunun gibi şeyler anlatırdı ara sıra. Çok küçük yaştan itibaren çalışma hayatında bulmuş kendini. Öğrenci olduğu için kafe ya da barda iş bulabilmiş ancak. Gündüz okul saatinden sonra gece yarısına kadar çalışıyormuş. Bir gün bana çalıştığı barda birkaç kez tacize uğradığını ve oradan ayrıldığını söylediğinde anlamıştım bilek güreşindeki sırrı. İş hayatının açmazları onun feminist duygularını daha bir öne çıkarmıştı anlaşılan. Erkek egemen topluma bir tür öfkeydi bilek güreşi bana kalırsa. Sınıftaki kızlara bunu anlatsa dahi anlamazlardı. Çünkü onlar da büyük ihtimalle ailelerinden gelen hazır rollere teslim olmuşlardı.
Bana hangi bölümü düşündüğümü sorar, cevabını alınca da nedenini arardı. Konuşmalar uzardı böylece. Sonra kendi okumak istediği alandan bahsederdi sıklıkla. Tabi ki nedenini açıklamayı da geçmezdi. Sayısal alanda oldukça başarılı olmasına rağmen sözel alanda okumak istiyordu. Feminen bakış açısıyla yapmak istediği faaliyetlerinin anahtarı sayılardan çok kelimelerdeydi.
O sabah sınıfta siyah sessizlik hakimdi. Siyahın çağrışımını kış mevsimine teslim olan gökyüzünde okuyordum. Siyahı severdim halbuki, ne diye beynimize kodlanmış şu renklerin sembolleri. Siyah asaleti simgelerken bir yanı da karamsarlığı yankılardı kültürümüzde. Öyle derdi büyüklerimiz renklerin sembollerinden bahsederken. Bense kışı siyah ile özdeşleştirirdim. Ben siyahın asalet kısmına odaklıydım aslında. İstemezdim karamsarlıkla özdeşleştirmeyi. Esnafın dükkanları sabah ayazıyla açtığını, sokaklarda kalmak zorunda kalan yoksulları görüyorum şimdi şu gökyüzünün saklı siyahında. Sonra dedim ki akşam olunca sabaha nöbet tutan karanlık da siyahtır. Güneşi içten içine hapseden de siyah rengidir. Öyle ki renginden ödün verir her bir ışına maruz kaldığında. Ancak siyah olma özgünlüğünü yitirmemiştir hâlâ. Gülşah’la ortak noktalarımızdan biri de ikimizin de Beşiktaşlı olmasıydı. Ben onun kadar fanatik değildim. Hiç maça gitmedim mesela. O maça gider, gümbür gümbür marşlarla story ekler, sabah ders saati öncesi maçın sahnelerini heyecanlı heyecanlı anlatırdı. Ben sadece renklerindeki cazibe için Beşiktaş tarafındaydım. Siyah beyaz, yaşam ölüm, iyi kötü, savaş barış, sonsuzluk… Zıt kavramları birbirine çarpıp yeni sembolik anlamları okumayı severdim. O sabah da öyle oldu.
Sanki akşamdan yağan lapa lapa kar, donmuş buz kristalleri bırakmışçasına dışarıda şıkırdıyor gibiydi o sabah, olmayan karın kendini hissettirmesi muhabbete engel olmuyor, tam tersi kelimeler içimizi ısıtıyordu, ısıtıyordu ısıtmasına da hemencecik soğuyordu dimağımda siyahın çağrışımını düşündükçe. Ders notu aldığım defteri kapadığım sırada Gülşah, defterini not almak için açtı. Kırmızı kazağının kollarını sıvaması ne yazdığına dair merakımın yüzdesini arttırdı. Cama yansıyan söğüt ağacının yaprakları hışırdıyordu kulağımda. O da ne! Cama konan bir yağmur damlası. Hızlıca kalktım yerimden, sandalye gıcırtısı sınıftakilerin uğultulu konuşmalarına aldırmadan yankılandı duvarda. Gülşah yazdıkça yazıyor, benim sabrım tükeniyordu. Camın yanına vardığımda ikinci yağmur damlası, üç, dört derken, doğa beni test ediyor. Tabii ki yağmur damlalarının hepsini saymayacağım. Her bir yağmur damlasının cama bıraktığı tıkırtılar kadar, Gülşah’ın ne yazdığına dair sorular belleğimde birikiyordu. Dersin hangi kısmı kime ve neye hitap ediyor. Belki de önemsiz bir şey yazıyordur. Alışveriş listesi falan, olamaz mı? Hayır! Kafamın içini kurşun doldurulmuş gibi hissediyorum. Sanki soru işaretleri üst oval kısımlardan birbirine eklene eklene ağırlaşıyor. Yağmura eşlik eden hafif rüzgâr söğüt yapraklarını hışırdattıkça hışırdatıyor hâlâ. Bahçenin sol kapısına doğru eğilen yapraklar, neyi ima ediyor. Soru işaretleri yön işaretleri ile yer değiştiriyor şimdi bu hışırtıyla. Takip ediyorum işaretleri. Uğultular uğultular… Kalabalıklar içinden geçiyorum, sanki hiç sonu gelmeyecek kadar uzun kalabalıklar. Aştıkça aştım kalabalıkları sonunda. Aslında kalabalıklardı belki de yön işaretlerini okuyabilme sırrı. Kalabalıklar kalabalıklar kadar yalnızdı genelde. “Ne vardı her dersin sonunda herkes aldığı notları sınıfta paylaşsa, eminim bambaşka ek notlar da oluşurdu.” diye geçiriyordum belleğimden tam Gülşah’ın defterini not almak için açtığı sırada. Ders çıkışında sorsam mı? Yok bu sefer onun sınırlarını ihlal etmiş gibi hissederim. Ya özel bir şey yazdıysa. Neyse vazgeçtim, ne yazdıysa yazdı, artık düşünmeyeceğim. Dördüncü iç ses gelirse şizofren olduğuma kanıttır dedim, kendi kendime. Neyse ki gelmedi dördüncü iç sesim. Bu üçü normal insanda olan id, ego ve süperego üçlüsü, beraber takılan hani bir tezin etrafında.
Kişiliğin mercekleri arasından sızan yeni bilgileri görüyorum o an havada. Harfler. Noktalama işaretleri. Etrafta öylece şekilden şekile, kelimeden kelimeye evriliyorlar. Arada aynı harflerin farklı kelimeleri beliriyor. Harflerin dahi evrildikçe anlamsal yönü değişiyor. Sabitlikten, tekdüzelikten sıyrılıyor sayfalara işleyen kelimeler, lügatlerden taşıyor. Zamanın saate tıkır tıkır işlemesi gibi harfler de daima işliyor sayfalara. Sayfalara işledikçe ebedi oluyor. Solmuyor, sönmüyor, zaman çizelgesi azaldıkça çoğalıyor. İşlevsellik ışınlanıyor nesillere. Onlar da bu sayfalara taze kelimeler ekleyecekler, hissediyorum. Sevgili yeni kuşak, harflerini sana bırakıyorum diyesim var. Henüz erken mi bilemiyorum ama güzel olacak. Buna eminim, nasıl ve ne zaman olur kestiremiyorum. Hayır! Gülşah’ın deftere ne yazdığını öğrendiğim zaman değil. Sınıftaki arkadaşının silgisini çalan çocuğun annesi “Benim çocuğum öyle şeyler yapmaz,” dediğini duyan çocuğun “En güzel keki benim annem yapar,” demeyeceği zaman.
Editör: Gülhan Tuba Çelik
- Birinci Tekil Şahıslar - 16 Ekim 2024
- Fısıldayan Yankı - 15 Ağustos 2024
- Kalmanın Huzursuzluğu ile Gitmenin Cazibesi Arasında: Kafandaki Ağaçlar - 17 Temmuz 2024