Yazar: 12:30 Öykü

BI

Okuldan geldim, kurt gibi açım. Okula neden gidiyorum bu kadar aç kalacaksam, hâlâ anlamadım. Babamın verdiği yirmi beş kuruşa sadece simit alabiliyorum, yutamadığım için boğazımda kalıyor, Eylül de sırtıma vuruyor insin diye. Ama babamdan ayran parası istemeyeceğim, üzülür. Anneme “Param yok kadın!” derken duydum. Evet, annem bir kadın ama niye kadın olduğunu bağırdı. Kadın olmak bağrıltılı bi şey mi?

Annem geldi yanıma, aç mısın diye sorduktan sonra hemen eliyle yüzümü sağa çevirdi. Çenemdeki morluğu gördü. Saklayacaktım ama açlıktan unutmuşum. “N’oldu senin çenene Naife? Niye morardı kızım böyle? Bi yere mi çarptın?” Öğretmen Bı’yı yazamadım diye çeneme vurdu diyemedim. Sonra babama söyler, babam da öğretmene kızarsa diye. Valla ben seni şikayet etmedim öğretmenim, sen beni hâlâ sev diye kimseye bi şey demedim öğretmenim!

“Anne çok açım hadi, kuru fasulyeyle pilav mı var? Yerim soğanın cücüğü ile ohh.” Cücük mü dedim ben, babamın çenesinde de cücük varmış öyle dedi anneme, “Cücüğüm nasıl olmuş hatun?” “Baba sen soğan mısın diyemedim,” kızarsa diye sustum.

Ona yüzümü saklayarak güldüm ama nafile. Babam cücüğüyle bana baktı. Homurdanarak yemeğini yedi. “Bugün derste hangi harfi işlediniz,” diye sorardı her gün. Gün boyu o harfle ilgili evin içinde kelime bulmaya çalışırdık. Bugün sormadığı için bir yandan mutluyum. Bı’yı ağzımla diyebiliyorum ama neye benzediğini bilemiyorum. Ah be Bı. Senin yüzünden mosmor şimdi çenem.

Ertesi sabah babam portmantoda asılı duran pantolonunu hemen giyiverdi. Okula götürecekmiş beni. Hem de cücüğünü bile taramadan. Ballı ekmeği annem tutuşturuverdi elime. “Hadi Naife bunu yolda yiyiver kızım. Sen de çok şey yapma bey?” 

N’apmayacaktı onu anlamadım. Çenem için mi okula geliyor acaba? Eyvaah, ya öğretmenim babama söyledim zannedip bana kızarsa? Çenemi gördüğünden beri çok sinirli. Babamı böyle görünce içimden ona vurmak geliyor ama sadece içimden. Çünkü babam televizyon gittiğinde tepesine vurunca geliyor ya. Babam öyle yapıyor, ben değil!  Ama babalara vurulmaz ki.

Ne yalan söyleyeyim, okula Kıvanç’ı görmeye gidiyorum. Kırmızı gözlüklüm benim. Süt gibi beyaz suratlım. Kalbimin yerini diğer iç organlarımdan önce öğrendim. Diğerleri nerede bilmiyorum, çok da önemli değiller herhalde. Sol üst tarafımda bir sıkışma, bir heyecan, bir hemen çişe gitme isteği… Şey… Ben onun Faber Castel kalemlerine âşık oldum da. Benimki Fatih marka, çürük hep.  Kalemtıraşla aç aç aç aç, hemen bitiveriyor. Ama Kıvanç’ın kalemleri öyle mi. Sabaha kadar aç yine bitmez valla. Ben kalemlerimi sıranın altına açıyorum, utanıyorum çürükler diye. Diğerleri çöpün başında kırk saat sohbet ediyorlar. Dersi de dinleyen yok. Bı’ymış Cı’ymış kimin umurunda. Onlara bakacağım diye çeneme defter yedim. Ne konuşuyorlar acaba, bir gün Faber’im olursa ben de gideceğim çöpün başına övüne övüne. Kıvanç ne zaman ayağa kalkarsa hemen ben de arkasından koşacağım. En büyük hayalim bu şimdilik. Ay tam sol üstte bir şeyler oluyor yine, hayal kurdukça kalbimdeki kelebekler bir-ki-üç-on üç… Bir sürü kelebek oluyor işte.

Babam ben hayallerdeyken beni okulun koridoruna bıraktı.

 “Naife ben müdürün odasına gidiyorum şimdi.”

“Baba öğretmenimi şikayet mi edeceksin, ondan mı sinirlisin. Çenemde bir şey yok ki benim, geçti hem, mor değil artık sarı.”

“Sen sınıfına git hadi kızım.” İyi de ben daha sınıfımın yerini ezberleyemedim diyemeden gitti babam, neyse ki kalbimin yerini biliyordum. “Kıvanç nerede acaba, ay sınıfım nerede diyecektim.” 1-Bı. Allah kahretsin, Bı’yı da bilmiyorum şimdi. Sağımı solumu bile bilmiyorum. Sağım sarımsak, solum sorumsak mıydı? Kaldım ortada. Zil çaldı. Eyvah, geç kaldım diye öğretmenim kızarsa. Aaa, şu Eylül değil mi? Onun peşinden gideyim. Ohh, 1-Bı. Bu muymuş ya. Bı gözlük olan mıymış. Ben bunun için mi yedim çeneye defter. Kırmızı gözlük deseydi öğretmen, aklımda kalırdı.  Kıvanç-Kırmızı gözlük-Bı.  Kazıdım bunu aklıma.

“Gü-gü-gü-gü-naydın Kıvanç! Naşılsın”  Naşılsın ne, dilim sürçtü kalemlerini de görünce öyle sıranın üstünde. Faberler sıra sıra dizilmiş benim kalbime diyesim geldi Kıvanç’a. Öyle dedim diye ya bana kızarsa, beni sevmezse…

Şşşşş. Öğretmen geldi. Ne o? Babam kapıyı öğretmenden önce tuttu. Öğretmenim içeri giremiyor. Baba bıraksana kapıyı. Öğretmenim bana kızacak. Tırnaklarımı yiyorum, kalbimdeki kelebeklerden biri öldü.

“Sen mi vurdun kızımın çenesine Öğretmen Hanım?”

“Ne diyorsunuz siz, ben vurmadım Beyefendi, bırakır mısınız kapıyı!”

“Sen vurmadıysan niye kapıyı zorluyorsun, gel sakince konuşalım şurada.”

“Git be adam şuradan!”

“Gel buraya konuşacağız kadın!”

Eyvah, babam yine kadın dedi. Kadın olmak artık eminim bağrıltılı bi şeydi. Ben kadın olmayacağım Kıvanç. Korkudan altıma işememek için kendimi zor tutuyorum. Kıvanç benim altıma işediğimi görürse ya beni sevmezse. Hayır, ağlamamalıyım, hayır işememeliyim.

“Bakın hanımefendi! Hanımefendi diyorum hâlâ saygıdan. Ben kızımı ne yoklukla okutuyorum. Evde iki tane daha çocuğum var. Siz ona nasıl vurursunuz?  Biz onun kılına bile zarar vermezken. Çocuğa öyle bir vurmuşsunuz ki, çocuğun çenesi çıkmış. Nasıl vereceksin bunun hesabını öbür dünyada ha?”

“Çok şımardı, hak etti, vurdum ben de. Sen evde tabak kırdı diye çocuğunu öper misin döver misin?”

Ben bir şey mi kırdım okulda. Ben Bı’yı bilemedim sadece.

“Naife mi? Ne kırdı? Neyse parası öderiz bir şekilde.”

“Bı’yı kırdım galiba babacım. Gözlükler kırılır ya, ben de Bı’yı kırdım galiba. Sen hadi git baba!”

“Sen sus Naife!”

“Dilerim Allah’tan çocuğuma vuran elleriniz kırılsın.” 

Babamın bağırmasından sonra öğretmenim bana öyle baktı ki galiba beni duvardan duvara çarpacağını gözlerinde hayal ettim. Aklıma muhteşem bir fikir geldi. Ağlayarak işesem mi? Tam sırası! İki yağmurdan biri yağacak, valla tutamıyorum kendimi Kıvanç’ım. Belki böyle yaparsam öğretmen affeder, babam gider, Kıvanç da belki bana üzülür, bana Faber kalemlerinden birini verir. Pembeyi isterim belki.

Neyse ki hiçbir yağmur yağmadan babam tuttu kolumdan beni sınıftan çıkardı. O an saçlarım gözümün önüne düştü, kimseyi göremedim çıkarken. Rezil oldum, oraya buraya savruldum. Kıvanç babamı deli sanacak. Yol boyunca da kaşları Bı gibiydi desem değil, Vı gibiydi. Tam bir Vı.

Eve geldiğimizde annem kapıyı yüzünde bir gülümseme ile açtı. Yoksa bana pembe Faber kalem mi aldı. Okuldan ve babamdan sonra iyi geldi kalbime gelen bu sıcaklık hissi, bir kelebek daha doğdu kalbime. “Canım kızım, sen gelene kadar evde olan kumaşlardan sana bir şey diktim.” Gazeteye sarılı. Açtım, baktım. Kaygan kumaştan iki parça kıyafet yere kaydı düştü. Kapri ve askılı üst. Bok renginde! Üzerinde minik papatyalar var. Sevinmem mi gerekiyor şu an. BOK RENGİ! Sevinmezsem bana kızar diye çok beğendim annecim dedim. “Giy de bakalım üzerinde.” Babamla annem mutlulukla bana baktılar ama ben bok rengi kıyafet gi-ye-mem! Demedim, diyemedim. Onlar üzülmesin diye biraz üzerimde dursun bari. Bir kelebek daha öldü.

Üzerimdeki kıyafete bakmadan evin içinde dolanıyorum. Ara sıra anneme gülümsüyorum. İçimden annem bana bunu nasıl yapar, beni hiç sevmiyor mu bu kadın, pembe kumaş yok muydu diyorum. Anneme artık ben de kadın demiştim. İçimden böyle düşündüğümü ya duyar da bana kızarsa? Çıkarsam bu üzerimdeki boku. Sevmeye çalışmak için küçük papatyalara bakıyorum ama olmuyor. Annem bunu bana nasıl layık görür. Ben bok muydum kadın! Bu sefer kaşları Vı olan bendim. Kimse de oralı olmadı. Henüz kaşımın ortasında çizgi oluşamadığından anlamadılar tabii.

Zil çaldı. Annem beni çağırdı, kapıya böyle çıkmak istemiyordum. Eylül ödevleri söylemeye gelmiş. Maalesef çıkmak zorunda kaldım. Ödevleri sıralarken beni baştan aşağı süzdü. İnşallah bir şey demez derken patlattı kahkahayı.  Bir güldü bir güldü.  Yine kalbim sıkıştı, “Bok mu giydiğiiiin,” dedi. “Hayır, baksana küçük küçük papatyaları var,” dedim. Hem çok sıcak havalar, çok serin tutuyor. Sen sınıftakilere söyleme olur mu aramızda kalsın.” Eylül’ün son dediğime aldırmadığına çok eminim. Gülerek uzaklaştı kapıdan. Çok utandım anne, beni sevmiyor musun?

İçeri girdim, elime makası aldım. Beni sevmeyeni ben niye seveyim dedim. Kestim kestim, annem görür kızarsa diye de çantamın içine attım boku. Sana çok sinirliyim kadın, bugün çok erken yatacağım seni görmemek için.

Vı vı uyudum vı vı uyandım ertesi güne. Önlüğümü giydim. Ballı ekmek elime tutuşturuldu. Balın rengini bile görmek istemiyordum dünden sonra. Okula babam götürdü yine. “Çantanı taşıyım ver,” dedi. “Yok baba,” dedim, “hafif.” Okula geldik. Babam öğretmenimi kapıda bekledi yine. Kapıyı kapatarak içimdeki tedirginlikle sınıfa girdim. Girişteki ilk sırayı gösterdiler bana. Sıram değişmiş. Yalnız oturacakmışım artık. Peki ya Kıvanç? Onu aradı gözlerim. Bugün yoktu. İçimdeki kelebeklerin hepsi bir anda vurulmuştu.  Herkes ödevlerini çıkarmış öğretmeni hazır bekliyordu. Ben de ödevlerimi çıkaracaktım ki tam o sırada defterlerle birlikte kestiğim kumaşlar ortalığa saçıldı. Rezil oldum, herkes gülmeye başladı aynı Eylül gibi. Kıvanç da yokken her iki yağmur da yağabilirdi rahat rahat. Ne olacaksa olsun. Saldım. Hem ağladım hem işedim. Ağladığım ve altıma işediğim için ya öğretmen kızarsa?

Müdür girdi bir anda kapıdan içeri, babam da arkasından geldi. “Öğretmeniniz kaza yapmış, elleri kırılmış, birkaç hafta yok, derslerinize başka bir öğretmen girecek,” dedi. Babamla göz göze geldik. Gözleri kocaman açılmıştı. Külotlu çorabımdan sızan çişlere mi, müdürün söylediğine mi, yoksa yerdeki kumaşlara mı… Hangisine şaşıracağına karar veremedi sanırım. Hemen çantamı topladı, beni kucağına aldı. Sınıftan biraz uzaklaştıktan sonra koridorda, “Elleri kırılmış öğretmeninizin. Sana vuran elleri kırılmış. Allah’ım sen ne büyüksün!” dedi. Babam öğretmenimin ellerinin kırıldığını öğrendikten sonra rahatlamıştı sanki.

Babamın sakin gözlerine baktım ve dedim ki:

“Baba, o zaman ziyaretine gidelim. Gitmedim diye ya öğretmen bana kızarsa?”

Editör: Gülhan Tuba Çelik

Latest posts by Şeyma Aktaş (see all)
  • BI - 20 Ekim 2024
Visited 38 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version