Tikelden Tümele, Bir Sanatçıdan Hareketle “Sanatçı”nın Analizi ve Sanatın Kendisinden Hareket Ettiği Yadsıma Edimi

“Sizi rahatsız etmeye geldim”

Ali Şeriati

İnsan doğasının temel bir özelliği “öteki”ne, yabancıya olan korku temelli bir korku daha doğrusu kaygı duymaktır. İlk defa karşılaşma edimi burada önemlidir. Bu, insanoğlunun kabilelere ayrıldığı ve diğer kabilelerle yani “öteki” kabilelerle savaşta olduğu ve bundan dolayı hayatta kalmanın temel koşulunun ötekini düşman kabul etmek olduğu arkaik dönemde evrimleşip geliştirdiği bir yetidir. Biyolojik ve mikro boyutta incelediğimizde ise duyularımız, dış dünyaya açılan kapılarımız, ötekine karşı bir önyargıya sahiptir. Beyin dahi sıcaklığı, tanıdıklığı sever çünkü çalışmak istemez tembeldir. Değişime karşı direnç gösterir ve farklı bir tecrübe durumda canlanır ve bir çare bulmaya çalışır, tüm yetilerini kullanır. Mesela ne kadar hoş olursa olsun daha önce hiç tatmadığımız, koklamadığımız bir şey ilk defa karşılaşma durumunda kötü intiba uyandırır. Duyuların birkaç tekrardan ve maruz kalmadan sonra ona karşı körelmesi gerekir. Güzel ve hoş dediğimiz tüm şeyler duyularımızın kendilerine karşı köreldiği şeylerdir. Estetik algımız ve kadınlar dâhil. Nitekim duyular iptal olunca devreye bilinç dışı girer

Doğal olarak dünyaya geldiğimiz ilk yıllarda, bebeklikte duyularımız tüm dünyaya yabancıdır ve öyle ki doğarken oksijenle karşılaştığımızda ağlarız. Bunun olumlu iki yanı vardır: Anı yaşamak ve hayret etmek. Bebeklik ve çocuklukla birlikte karşılaştığımız dünyaya defalarca kez hayret ederiz. Fakat yıllar geçtikçe dünyaya alışırız ve hayret ettiğimiz durumların sayısı gittikçe azalır. Ne var ki duyularımız körelmeden ve dünyaya karşı canlılığımızı yitirmeden katlanamıyoruz yaşama. Büyüdüğümüzde artık tehlikede değilizdir ve rahata ulaşmışızdır. Karşılığında hayret etme yetimizden feragat ederek. Aslında kurgudan daha ilginç olan yaşama, yaratılışa karşı donuklaşır, tepkisizleşiriz. Yaşlandıkça anı yaşayamamamızın nedeni de budur, duyularımız körelmiştir.

Fakat sanat ve sanatçının en önemli işlevi işte burada ortaya çıkar. Sanatçı, hayret etme yetisini kaybetmemiş insandır. Sanat bize, kendisine karşı köreldiğimiz ve tüm ihtişamına kayıtsız kaldığımız yaşamdan kesitler sunup bu kesitleri vurgulayarak yaldızlı bir çerçevede sunar. Nihayetinde bir perspektif ve form işidir. Nitekim birçok kez gerçekten kaçıp kurguya, sanata sığınırız. Aslında sanatçının yaşadığı psikotik durumlar da bunun belirleyicisidir.

Çağlar boyunca çeşitli toplumlara böyle “garip” kişiler gelmiştir. Sıradan insanlar rutin hayatlarına körelmiş bir halde “rahatça” yaşarken birileri gelir ve alışkanlıklarımızı yadsırlar. En başta rahatsız olur ve başkalarını da rahatsız etme gereği duyarlar. Büyümelerine rağmen hayret yeteneklerini koruyabilmişlerdir, bilinçleri bu dünyaya alışamamıştır ve deyim yerindeyse uyumsuzlardır.

 İşte bu çalışmamda bir uyumsuzdan bahsedeceğim. Okan Bayülgen. Alışılmadık bir adamdan. “Bir sanatçı”dan yola çıkıp “sanatçı”ya ve “sanatçılık”a dair bir inceleme çalışması sunacağım.

Geçmiş ve Trajedi 

Aileden ayrı, saf, uslu ve asosyal bir çocukluğa sahip olduğunu düşündüğümüz Okan Bayülgen gençlik yıllarının fırtınalı duygusal dalgalanmaları ile birlikte büyük bir değişim geçirmiş ve çocukluktaki saflığa ve uslu çocuğa karşı bir tepki olarak agresif, uyumsuz bir karaktere bürünmüştür. Çocukluktaki bu psikolojik sıkıntılardan yeni bir karaktere bürünme ve bu duygulanımlardan sanatçının doğduğunu ve daha sonra bu potansiyelin sönümlendiğini inceleme konusu yapacağım.

Düşünce tarihi boyunca insanı diğer canlılardan ayıran özelliğin “düşünmek” olduğu söylenilegelmiştir. Fakat bu gerçek anlamıyla “insanların” değil “insanın” geliştirdiği bir yetidir. Yani insan düşünebilir fakat bu tüm insanların düşündüğü anlamına gelmez. Birçoğumuz günümüzün büyük çoğunluğunu ve dolayısıyla yaşamımızın büyük bölümünü düşünmeden, otomatikleşmiş davranışlar ile geçiririz. Bir teoriye göre düşünmek insanoğlunun evrim sürecinde geliştirdiği bir sapmadır. Yani doğanın tersi yönünde işleyen bir yapıya sahiptir. Beraberinde yabancılaşmayı ve ayrılmayı getiren düşünme edimi haliyle birtakım insanları uyumsuz hale getirmiştir. Ayrılma ve ayrışma burada önemli kavramlardır. Çünkü ayrılıklar yaratıcıdır ve insanın gelişimi yolunda ayrışma mecburidir.

Yaşama önce cennetten ayrılarak, ana rahminden, başlarız. Daha sonra bebeklikte anneden ayrılma sürecimizi idrak ederiz. Buraya gelene kadar ayrılıklarımız doğal ayrılıklardır. İnsan eğer gelişim yönünde seyredecekse doğanın bıraktığını akıl ile sürdürecek ve ayrılmaya devam edecektir. Ergenlikte ve gençlikte aileden ve toplumdan ayrılırız. Bu ayrılıklar dünyaya gelişle birlikte sahip olduğumuz tüm aidiyetlerimizden yani “biz” den ayrılıp “ben”e ulaşırken sürekli yarattığımız “öteki”lerle süregelir. Yalnız kalabilmek az insanın gerçekleştirebildiği bir edimdir. Yaşamı bir sıcaklık içinde, toplumla birlikte ve aidiyetlerimizi güçlendirerek eğlenmek gibi çalışmak gibi çeşitli uyuşturucuları kullanarak geçirip dünyadan gidebiliriz. Fakat diğer yol sancılı, sıkıntılı ve sıradışı bir yoldur. Zaten bu yollar bizim seçimimiz dahilinde değildir. Yaşamı seçtiğimiz yanılgısı aşırı kontrolcü kişilerin kapıldığı bir sanrıdır. Biz bir yaşama seçilir, yaşama maruz kalırız. Örneğin az önce bahsettiğimiz ikinci yol, uyumsuz kişilerin yolu seçilecek bir yol değildir. Yalnızlık gibi insanın kendine dönük geçirdiği ve doğal olarak çeşitli sıkıntılar yaşadığı durumlar yaratıcılıkla ilişkilendirilir. Yalnızlığın ve yaratıcılığın aynı anda tanrıya mahsus olması tesadüf müdür? Yalnız kalınca yaratma edimi de bir “öteki” yaratma olarak değerlendirilebilir.

Dolayısıyla Okan Bayülgen’in de içinde geçirdiği bu uyumsuz ve sancılı yıllarda içindeki potansiyel oluşmuştur. Sanatçının yaratıcılığı ve acı deneyimine daha sonra değineceğim.

“Bu deruni hayalleri izlediğim yıllar, hayatımın en önemli dönemleriydi. Diğer her şey buradan yola çıktı. (…) Tüm hayatım, bilinçdışından patlak veren gizemli bir çağlayan gibi, bazen beni yıkabilecek kadar güçlü olan bu akıntıyı anlamaya çalışmakla geçti. (…) Sonrası sadece sınıflandırma, bilimsel değerlendirme ve hayata tatbik etme. (…)”

C. G. Jung

Zıt Kutuplar

“Mutlu; yaşam serüveniyle yüklü, coşkulu, ateşli, hamarat biridir. Erotiktir, şevk sahibidir. Yaşam doludur çünkü. Canlı olanı sever, derin olanı düşünür.”

Okan Bayülgen yukarıdaki tanıma uyar gibidir. Fakat mutlu değildir. “Yaşayan” denilebilir. Yaşayan yani gerilen. İki kutup arasında. Doğum ve ölüm. İnsan, tanrı ile hayvan arasında durmadan “insan” oluşunu aşmak ister. Ya farkında olarak, kendinle yüzleşerek ya da varlığını tümüyle unutarak. Otto Rank’ın deyimiyle “yaşam korkusu” ve “ölüm korkusu” arasında. Yaşam korkusu tek kalma, kendine yönelme korkusudur, toplulukla kaynaşarak giderilir. Schopenhauer’e göre sosyalleşme insan sevgisinden değil yalnız kalma korkusundan kaynaklanır. Ölüm korkusu ise tam aksidir. Toplulukla kaynaşma, kendinle kalamama, bireyselleşememe korkusu. Bir varoluşçunun en büyük korkusu. Tek kalmayınca insan seçim yapamaz, sorumluluk alamaz ve nitekim özgür olamaz. Topluluk bize sıcaklık verir, teklik ışık. Sanat ısıtır, bilim aydınlatır. Sanatın kaynağı imgelemdir ve sanat bütünü eder. Parçaları açıklar. Anlam veremez.

“İnsan, bilinçsel varoluşunu unutma yetisine borçludur; nesneleri ve algıları dilde, dili ise düşüncede unutur. Oysa asıl unuttuğu yaşamdır.” 

Dücane Cündioğlu

 O, çıktığı günden itibaren bizi rahatsız etmiştir. Televizyon aracılığıyla toplumu. Ve defalarca çatışmalar, hayal kırıklıkları yaşamasına rağmen ülkesine küsmez. Rahatsız etmek amacı değil aracıdır. Bir şeylerin farkına varmak ve vardırmak için. Gündelik uyuşukluk ve konformizm içinde geçen ve sorunları umursamadığımız yaşamımıza bir tepki koyar. Bu açıdan toplumsal bir misyon edinmesine karşın bir de özel alanı vardır. Uyanık bir adam olarak uyandırmak ister fakat kanaat önderi olmak veya siyasi figür olmak gibi bir derdi yoktur. Bu kapsamda Gezi olaylarındaki tavrı kendisini “sahnedeki adam” dediğimiz statüye yükseltmek isteyen kitleyi hayal kırıklığına uğratmıştır. “Kitlelerin aklı yoktur duyguları vardır” der Gustave Le Bon. Kitle kendi duygularının ifade edilmesi ve sorumluluk yüklenecek birini aradığı için alkışı kullanır. Bir kurban arar. Olay bittikten sonra yargılanma esnasında mahkemeye çıkacak birini. Hitler gibi. Bir figür sahneye çıkar ve yaptıkları karşısında alkışı almayana dek durmaz. Saçmalar, abartır zira sahne kaygandır ve insanın bir alkış almasın, yapmayacağı şey yoktur. En temel içgüdüye işaret eder çünkü bu; onaylanmak, kabul edilmek, beğenilmek. Öte yandan Bayülgen kitleye ihanet etmiş, korkmuş geri adım atmış olabilir. Bu durumda onun özel alanına gireriz:

“Sanat ahlaksızdır. Sanatçılar toplumun genel geçer ahlak kurallarıyla yargılanamazlar.”    

Okan Bayülgen

Bayülgen yalnızdır. Uyumsuzdur. Düşünen adamdır çünkü. Anlamı bozmuştur, kendini varoluşçu ve belki nihilist olarak ifade eder. “Varoluş özden önce gelir”. Çünkü yaşamın kendinde bir anlamı yoktur; ya ona önceden başkalarınca verilmiş anlama hayatı boyunca sıkı sıkıya bir dogmatik olarak sarılır ya da baştan bir anlam kurar kendine. Ama bu kolay değildir. Önce bozmak gerekir. Bu kendini gerçekleştirme edimine giden yoldur ve zaman gerektirir. Çünkü anlamak için durmak gerekir ve anlam daima sonradan verilir. Fakat başlangıçta öyle değildi. İnsan öncelikle açıklamaya değil anlamaya ihtiyaç duydu. İnsanın en te

mel ihtiyacı anlam vermek. Hayatta kalmak için. Bu yüzden sanat! Önce sanat vardı.

Yazı seri olarak yayımlanacaktır, takipte kalınız. İyi okumalar!

Bir Romantik Sanatçı: Okan Bayülgen-2
Bir Romantik Sanatçı: Okan Bayülgen-3
Latest posts by Selman Vural (see all)
Visited 30 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version