Yazar: 18:13 Anlatı, Deneme

Yeraltı: Catacombes de Paris

“Ölüm; 
ben onu, 
varlıkları silerken 
gördüm.”

Özdemir Asaf, Ölüm

Güneşli bir Pazartesi günü…

Ayaklarım ilk defa sokağa çıkarken geriye çekiyor bedenimi. İçimde bir huzursuzluk…

Yola koyulmadan önce -belleğime çok zaman önce ekilmiş- bir şiir ilişiyor düşünceme;  “Kaç günümüz varsa şunun şurasında”, “O kadar güneşimiz var”, “Her günlük hakkımızdır mutluluk”[1].  

Şaire gülümseyip; “Ne kadar zaman yaşadık/yaşayacağız?” soruları kafamda dönüp dururken işyerine giriyorum yavaştan.

Tedirginiz. Herkesin yüzünde bir tereddüt. Nasıl birdenbire tüm yaşam şeklimizi değiştirecek şeylerle karşı karşıya kaldık. İçimiz bozuk, sözümüz yarım, notamız kırık.

Aslında tarihin dehlizlerinde insanlığın ilk çağlardan beri değişik biçimlerde karşısına defalarca çıkmış (tifo, sıtma, veba, kolera, cüzam, kuş gribi, SARS, AIDS) salgın hastalıkların birinden başka bir şey değil belki Koronavirüs süreci.

Henüz salgın dönemlerine kadar bile geri gitmeden, I. ve II. Dünya Savaşları sonrası katledilen milyonlar… Balkanlar’da on yıllardır birlikte yaşayan kardeş halkların birbirine düşman edilmesi ile başlayan iç savaş sonrasında gördüklerimiz… Alman faşizminin dünyayı kan gölüne çevirmesi… Ortadoğu’daki emperyalist müdahaleler sırasında yok olan insan hayatları düşünüldüğünde belki de çok hatırlanmayacak bir dönemdeyiz. Bunu kim bilebilir? Gelecekte her ne olursa olsun, şu an salgın hastalık süreci içindeyiz; yaşıyoruz, etkileniyoruz, değişiyoruz, değiştiriyoruz ve iliklerimize kadar bu süreci hissediyoruz.

“bir yerler vardır elbet,
bildirin bir yerlere çocuklar.
‘geceler bozuk’ deyin,
‘gündüzler bozuk’ deyin,
yaşamak be çocuklar ‘yaşamak bozuk’ deyin.
bildirin bir yerlere çocuklar,
aylara, yıldızlara, Marslara, Merihlere
bir bilen yok mu sorun,
bir gören yok mu sorun,”
[2]

2020 yılının Şubat ayının on ikinci günü, Paris sokaklarında gezerken beni misafir eden can dostumun “Seni çok ilginç bir yere götüreceğim,” teklifi ile yola koyulduk. Evden çıktık. Evin dibinde bulunan “Metro-7” hemen iki durak sonra “Metro-2” ile kesişiyordu. İki durak için aktarma beklemeye değmeyeceğini düşürerek biraz yürüyerek Stalingrad durağına vardık. Paris Metrosu’nun -şehri bir ağ gibi ören- ilk kez Metro ile yolculuk yapacak kişinin kafasını altüst edecek derecede karmaşık gibi görünse de -çok gezen birinin birkaç gün içinde çözebileceği- basit bir kurgusu/yapısı var. Stalingrad durağından “Metro-4 ya da 6” ile Denfert meydanına doğru yola çıktık. Denfert meydanına yakın Metro’dan inerek müze girişine geldik. Can dostum yerin ilginçliğini anlatırken çok üstünde durmayıp; anlattığı şeylerin ayrıntısına çok dikkatimi vermemiştim. Bu müzeye girdiğimde hayatımızın ileriki döneminde yaşam biçimimizi kökten değiştirecek, bizi altüst eden, dünya da binlerce insanın ölümüne yol açan, seyahat kısıtlamalarına sebep olan ve Çin’in Vuhan kentinden dünyaya yayılan bir virüsün başımıza getirecekleri ile bağ kuracağım aklımın ucundan geçmezdi.

Paris’in merkezinde 14. Bölge sınırları içerisinde Denfert-Rachereau meydanında giriş kapıları olan büyük bir yeraltı mezarlığı/müzesi düşünün. Catacombe müzesine mezarlık demek ne kadar doğru o tartışılır. Zira üst üste konulmuş insan kemiklerinin, kafataslarının yerin yirmi metre derinliğinde 131 basamak iniş, 112 basamak çıkış merdiveni bulunan, 11 bin metrekare alana kurulu, 1,5-2 km parkuru bulunan mağara koridorlarında sergilendiğini hayal edin.

İçeri girip kemik-iskelet ve kafatası yığınları ile karşılaşınca mekânın hikâyesi bende büyük bir merak uyandırdı. Zira egemen dinlerdeki uygulamalardan farklı olarak üst üste yığılan kemiklerin -insanların- bu gömülmemiş ölülerin hikâyesi acaba ne olabilirdi?

Şairin dediği gibi “insan” birini ya da bir şeyi sevince, bir konuya ilgi duyunca “iş-güç sahibi” oluyor.[3] Artık bilgi çağındayız. Doğru-yanlış ayırmadan her türlü bilgi parmaklarımızın ucunda. Gerisi sizin yaratıcılığınıza, nereden baktığınıza ya da neyi ne kadar incelemek istediğinize bağlı.

“Ölüler ki bir gün gömülür

İçimizdeki ölüler, dışımızdaki ölüler”[4]

18. yüzyılda salgın hastalıklarla baş etmeye çalışan dünyanın birçok şehrinden biri de Paris’miş. Salgın hastalığın kaynağını araştıran bilim insanlarından bazıları, salgının mezarlıklardan yayıldığını tespit etmişler. O sürece nasıl gelinmiş, bu kim tarafından tespit edilmiş buna dair çok bir bilgi bulamasam da sürecin aşağı yukarı bu yönlü geliştiği, gerek müzenin girişindeki tarihçede gerekse bir dizi kaynakta bu şekilde ifade edilmiş.

1785 yılında Paris’in o dönemki yönetimi mezarlıkların tamamını yeraltı alanına taşıma kararı almış. Taşınacak yerin başkente yakın, kolay erişilebilir yer olmasından hareketle araştırma yapılmaya başlanmış. Montrouge ovasının altındaki eski Tombe-Issoire taş ocakları bu taşıma için en uygun alan olarak seçilmiş. Neredeyse on beşinci yüzyıldan beri faaliyette olan ve daha sonra terk edilen bu taş ocaklarından çıkarılan “Kalker Taşları” ile Paris’in geleneksel tarihi dokusu oluşturulmuş. Taş ocakları uzun yıllardır kederine terk edilmiş ve çeşitli kısımlarında göçükler oluşmuş, bir kısmı kullanılamaz halde iken ne şans ki taşınma kararından sekiz yıl önce 1777 yılında XVI Louis tarafından kurulan bir komisyon marifeti ile tünellerin sağlamlaştırılma kararı alınmış.  

İlk tahliye Paris’teki en büyük mezarlık olan Saints-Innocents mezarlığıyla 1785 yılında başlayıp 1787’ye kadar sürmüş. Taşımaların tamamı kilisenin tepkisinden korkulduğu için gece yapılmış.

Mezarlar tek tek açılmış. Kemikler alınmış ve kimin olduğuna bakılmaksızın tüm kemikler bu alana istiflenmiş. Bu yapılırken Paris’in o bölgesinde yerin altında kilometrelerce kurulu bulunan maden tünellerinin sadece 2 km’lik bir alanı kullanılmış. Alana taşınan, istiflenen kemiklerin her bir bölümde kendi içinde ayrı bir kompozisyon-sanat eseri gibi kurgulandığını görmek mümkün.

Bu büyük yeraltı mezarlığının ismi keşfedildiğinde Paris’te ve dünyada büyük yankı uyandıran, büyüleyici Roma yer altı mezarlarına atıfta bulunularak “Yeraltı Mezarları” olarak güncellenmiş. Bu yapılmadan hemen önce de o dönemki dini otorite tarafından 7 Nisan 1786’da “Paris Belediyesi Kemik Mezarı” olarak Hristiyanlık inancına göre kutsanmış ve 1809’dan itibaren halkın ziyaretine açılmış.

Taşıma sonrası şehre giriş çıkışlar sınırlandırılmış. Salgın belirli bir süre sonra kontrol altına alınmış.    

Müze alanın, Paris’in çalkantılı siyasal dönemlerinde kesintiye uğrasa da sürekli olarak gündemde kaldığını söylemek mümkün. Fransız devrimi sonrası çalışmalara devam edilmiş. 1840, 1859, 1860 yıllarında burası yeniden düzenlenmiş ve restore edilmiş.  Bu alanda birçok mimari, bilimsel, sanatsal çalışmanın yapıldığı yazılmış çeşitli kaynaklarda. Krallar, kraliçeler, soylular, bilim ve sanat insanları gibi birçok ünlü kişinin de ziyaret yeri olan bu yeraltı mezarlığı kimi için deney, kimi için üretim, kimi için iç gözlem, kimi için de ruhani bir arınma yeri olarak kullanılmış.

Müzenin resmi internet sitesinde, mağara içerisinde zaman zaman ışıksız ortamda bitki örtüsü inceleyen bir botanikçinin, mağara kabukluları üzerine çalışma yapan bir doğa bilimcisinin çalışmalar yaptığına değinilmiş. Yapılan bir deneyin sonucu oldukça ilgi çekici; 1813 yılında iki Japon balığını Samaritan çeşmesinin havzasına atan Héricart de Thury balığın hayatta kaldığını ama üreyemediğini, belirli bir zaman sonra da kör olduğunu gözlemlemiş. 1861’de Félix Tournachon, üç ay boyunca yapay ışık kullanılarak yapılan çekimlerle deneyler yapmış. Müzenin yıllar içerisinde çeşitli mimari eklemeler ile güzelleştirildiği de ayrıca belirtilmiş. Günümüzde bile insan kemiği üzerine araştırma yapmak isteyen birçok bilim insanının hala burada çalışma ve gözlem yaptığı da ifade edilmiş.   Yaklaşık 6 milyon insanın kemiklerine ev sahipliği yapan bu müze her yıl 550 bin kişi tarafından ziyaret ediliyormuş.

Müzeden çıktığımızda içeride kemikler, iskeletler ve kafatasları arasında çekindiğimiz onlarca fotoğrafın yanında, Paris’in göbeğinde yerin altında bu kemiklerin varlığı üzerine uzun süre düşünmüştüm. Paris’in en güzel yerlerinden birinin de mezarlıkları olduğunu düşünürseniz –her eski mezarlık birer tarihi eser sanki- bu yerin altındaki mekân oldukça garip gelmişti bana.

Yaşarken size çok ilginç gelmeyen -çok heyecan vermeyen- anlam vermediğiniz birçok olay/yaşanmışlık, yaşamın koridorlarında başka başka durumlarla karşılaştıkça, hayatın içinde birçok şeyi deneyimledikçe, siz zamanın ateşinde kavruldukça, başınıza yeni yeni şeyler geldikçe kendi anlamını bulabilir. Paris gezimde “önemli” yaşanmışlıklar arasında kendine yer edinemeyen bu ilginç ziyaret kendi anlamını 3-4 yıl sonra bu yazı ile bulacaktı.

İçinde yaşanılan her tarihsel olay/olgu, içinde yaşayanları etkilerken aynı zamanda kendinden sonraki süreci de değiştirir, dönüştürür.

Bu etki ve dönüşüm hayatın tüm alanlarına sirayet eder. Öykü, roman, düz yazı metinleri, denemeler, şiir, resim, fotoğraf yani tüm yönleri insan olgusundan beslenen sanat dalları ve elbette dilimiz bu süreci iliklerine kadar hissedecektir. Artık “sımsıkı kucaklarımlar” birer mektup cümlesi olarak kalır, “özlemle sarılmalar” yumrukları tokuşturmaya döner. Temas yerini mesafeye bırakır. Dediği gibi şairin büyük yığınlar için birden bire “ilçe iken il oluverir yalnızlığımız.”[5]

1800’lü yıllardaki bir salgın/ veba/ta’ün [6], Paris’e ve Parislilere bugün bile ziyaret edilen, birçok bilimsel araştırmanın sürdürüldüğü bir tarihsel alan hediye etmiştir. 2020 yılının ortasında dünyayı kasıp kavuran Koronavirüs hastalığı bize, yaşadığımız coğrafyaya, insanlığa nasıl izler bırakacak bunu bilmiyoruz; ama insanlık bu güne kadar karşılaştığı badirelerin tamamında bir şekilde “kapının ardını” görmüş. Umarım bu sefer de “kapının ardında bekleyen ölüm değil hayattır” [7]. Umalım ki “bütün iyi kitapların sonunda, bütün gündüzlerin, bütün gecelerin sonunda, meltemi senden esen, soluğu sende olan yeni bir başlangıç”[8] olsun.


[1] Necati CUMALI; “Eksik Güneşler” şiiri

[2] Hasan Hüseyin KORKMAZGİL; “Sonuçsuz Bir Telefon Konuşması” şiiri

[3] Metin ELOĞLU, “Lokman Hekimin Sev Dediği” şiiri “İnsan seni sevince iş-güç sahibi oluyor Şair oluyor mesela” “Seni sevmeseydim”(…) İstanbul diye bir kent yoktu ki yeryüzünde umut diye bir şey yoktu ki”

[4] Edip CANSEVER; “Ben Ruhi Bey Nasılım” şiiri

[5] Küçük İskender; “Ayrılık Patileri” şiiri

[6] Vebâ hastalığına işaret etmek üzere divan şairleri veba ve taʽûn kelimelerini kullanırlar. Esasen veba bulaşıp yayılan her hastalığın ortak adıdır. Buna göre her taun vebadır ancak her veba taun değildir (Varlık, 2011: 175)

[7] Nazım Hikmet RAN; “Hastalar” şiiri

[8] Edip CANSEVER; “Umuş” şiiri

Latest posts by Bayram Deniz (see all)
Visited 56 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version