Edebiyat yani edep, çoğunlukla aşklar, arzular, kayıplar ve haksızlıklar üzerine dökülen harfleri yan yana dizip kelimeler, cümleler ve satırlar inşa etme kaygısından oluşuyor gibi görünse de, hakikatte edebiyat, çırılçıplak var olanı çirkinliğinden, sahiliğinden, aleladeliğinden ve keskinliğinden yontup, mevcudu güzel gösterme endişesidir. Bu yüzden kaygılıdır edebiyatçılar, bu yüzden evhamlıdır, içine kapanıklardır ve bir o kadar da cesur, gözü pek ve tolgası kırık birer şövalye gibi en ön saflarda dururlar insanlığın insanlığa savaşında. Cenk meydanında her zaman süvariler, toplar, piyadeler, tanklar ya da bataryalar değil, bazen de hastalıklar çarpışır. Tıbbi hastalıklardır bunlar ve insanlık, gözle göremediği varlıklarla cenk eder. Virüs der hekimler, bakteri der tabipler; ilaçlar, merhemler, maskeler, yakılan cesetler ve zehirlenmiş havayı teneffüs eden yığınların arasında, en çok edebiyatçılar bağışıktır. Çünkü kendisini bildi bileli ince bir hastalığın ateşiyle, uykusuzluğuyla ve halsizliğiyle dövüşen bedeni, var olduğunda beri direndiği amansız bir hastalığın endişesiyle, bitkinliğiyle ve ümitsizliğiyle cebelleşen zihni, tıbbi hastalıkların yarattığı ve doktorlarca tanımlanmış terimlerin, iğnelerin, teşhislerin, şurupların, ilaçların ve tentürdiyot kokularının arasında, esas hastalığın bencillik, asıl hastalığın kibir, gerçekte olanın insanla yine insan ve insanla doğa arasındaki bir savaş olduğunu bilir. Bu yüzden reçeteler yazmaz edebiyatçı, bu yüzden nekahet süreleri ön görmez ya da şifa için haplara, hortumlara, yataklara sarılmaz. Hep yaptığını yapar; çırılçıplak var olanı biçimsizliğinden, ötekileşmişliğinden, hoyratlığından ve kabalığından kesip ayırarak, güzel olanı gösterir.
Defoe’nin Veba Yılı Günlüğü’nde (Daniel Defoe, Veba Yılı Günlüğü, 1722) 1665 yılında İngiltere nüfusunun çeyreğini öldüren büyük veba salgınına, vebanın taşıyıcısı virüsünü, bulaşma biçimlerini, belirtilerini, kuluçka süresini, ilaçlarını ya da ölüm oranlarını okumayız. Defoe kitabını hazırlarken yüzlerce tıbbi doküman, kayıt ve diğer belgeleri incelemiş olmasına rağmen, salgını salt bir hastalık olarak betimlemez. Veba üzerinden İngiltere’deki sınıfsal ayrımları, kilise ve halk arasındaki ilişkiyi, tüccarların çeşitli hilelerini, mahalle arası gıda çatışmalarını, hekimlerin öncelediği vakalardaki maddi gerçekliği anlatır. Çünkü Defoe’ye göre veba ne Tanrı’nın bir gazabı, ne kirliliğin bir sonucu ve ne de sadece farelerle taşınan bir hastalıktır. Ona göre veba ölümcül bir hastalık olmakla birlikte beslendiği pislik ve kirliliğin, şehirleşmenin ve alt yapı hizmetlerinin dışında bırakılmış yığınların, barakalarının önüne küfelerce çürük et ve meyve atılan fakirlerin ve inançsız, ahlaksız ya da hayâsız olarak tanımlanarak dışlanmış toplulukların, “dindar”, “soylu” ve zenginlere verdiği bir cevaptır. Şöyle der Defoe: “Lağım çukurlarında yaşayan farelerden kristal şarap kadehlerine ve oradan da pek soylu asilzadelerin mumlar diktiği kiliselere sıçrayan bu illet, üst üste yığılarak yakılan cesetlerin eşit miktarda kül bıraktığını anlatıyor.” (İş Bankası Kültür Yayınları, 2016, çeviren İris Kantemir, sayfa 195)
Veba üzerine cephede yer alan ve kalemini sayfaların üstünde bir hekim gibi dolaştırıp, cümlelerini birer ilaç, paragraflarını birer aşı ve okurken bıraktığı duyguyu bir eczacı vakuruyla yaşatan yazar Camus: “Görünür gerçeğe rağmen, bir insanın ölümünün bir sineğin ölümünden farksız olduğu bir çılgınlık dünyasında yaşadığımızı; bu hesaplı vahşetler ve ölçülü delilikleri, insanda korkunç bir hürriyet isteği duyuran bu hapsedişi, öldüremediklerinin üzerine sinen bu ölü kokusunu, nihayet her gün bir kısmımızın fırın ağızlarında yığın yığın birikip yağlı dumanlar halinde havaya karıştıkları, başkalarının ise kendi sıralarının gelmesini mecburen bekledikleri, serseme dönmüş bir topluluk olduğumuzu sükûnetle inkâr etmek istiyorlardı.” diye yazmıştı Veba isimli kitabında. (Albert Camus, Veba, 1947)
Anlatımına konu ettiği salgın, memleketi olan Cezayir’de yaklaşık yüz sene önce yaşanmış olan Kolera Salgını olsa da, Camus hastalığı, bireylerin yaşamla ölüm arası sürekli yaşadığı ve galibi belli çatışmaya benzetmiş, yeryüzündeki yegâne gerçeğin ölüm olduğu vurgusuyla kimi yerlerde karamsar, kimi yerlerde ümitkar ve kimi yerler de ölümü soğukkanlılıkla tarifleyen bir üslup kullanmıştır. Camus’un hastalıkları ve ölümü kaleme alışı, yaşlılık gibi olağan vefat nedenlerinin dışında kalan ve kitlesel ölümlere yol açan savaşların, afetlerin ve salgınların, dev bir hakikat olarak insan zihnine kazınması gereken bir gerçek olduğu üzerinedir. (Varlık Yayınları, 1967, çeviren Oktay Akbal)
Hemen hemen bütün hastalıklarda ilk belirtiler ateş, halsizlik, terleme ve titremedir ya, ne kadar da aşkın ilk belirtilerine benzer bunlar, değil mi? Bir virüsün vücuda girmesiyle harekete geçen antikorların yükselttiği ısı, yüksek ateşe bağlı terleme, oluşan halsizlik ve iştahsızlık ve gece yoğunlaşan titremeler, aynı zamanda bir kalbe giren aşk tutkusunun yaşattığı sıcaklığa, özlemin neden olduğu kaygı ve heyecana, sevdanın elden ayaktan düşürmesine ve yar için yarlardan uçup gitmelere benzer. Sanırım Marquez de, Kolera Günlerinde Aşk isimli romanında, hastalıkla aşkı ilişkisini böyle düşünmüş olmalı. (Gabriel Garcia Marquez, Kolera Günlerinde Aşk, 1989)
Marquez, kendisine ilham veren Kolera salgını ve bana göre insanlığın en kadim hastalığı olan aşk arasındaki bağı anlatırken, aşkın “iki kişilik” bir salgın olduğundan bahseder. Sağlıklı, mantıklı, güçlü ve üretken bir bünyeye ansızın giriveren aşkın, kişiyi sarsıcı ve çaresiz bir hale getirip hem bedenen hem de ruhen zayıf düşürdüğünü ve tıpkı bir salgında tek kurtarıcının aşı-ilaç olması gibi, aşkta da tek ilacın kavuşmak için yapılan her şey olduğunu ancak kavuşmanın şifa değil, aşkın ölümü olduğunu yazar.
Salgınlarda reçeteler yazılır, aşkta mektuplar, hastalıklarda hastaneler dolar taşar, aşkta güzel bahçeler ve kıyılar, salgınlarda doktorlar ve hemşireler vardır, aşkta kalemler ve şarkılar.
Marquez kolera salgını üzerinden, bize aşkın yeryüzündeki en görkemli salgın olduğunu ve böyle bir hastalığa tutulmakla şifa için değil, hasta kalmak için uğraşılması gerçeğini yazar. Koleraya karşı alınan önlemleri, devletin yaptırımlarını ve idarenin tutumunu anlatırken, arada ince bir gönderme yapar ve “ Belden aşağısı bedenin aşkı, belden yukarısı ruhun” der Marquez (sayfa 92). Tıpkı Kolera mikrobunun sindirim sistemini sarması ve kanlı ishal yapması gibi. Ve Marquez ölümcül koleranın aslında basitçe sıvı takviyesi yani su ile bertaraf edilebilmesi gibi, aşkın da en yalın haliyle suyun saflığındaki sadakat ve vefa ile mutlu etmesini anlatır. (Can Yayınları, 1982, Çeviren Şadan Karadeniz)
Şairlerin ve yazarların derdi hastalıkların hasta ettiği insanlıktan ziyade insanlığın hastalık sandığı ve nafile savaştığı arazlar olduğundan, veba, kolera, tifüs gibi sahi hastalılar dışında, Saramago’nun hayal gücüyle var ettiği körlük de bulaşıcı bir hastalıktır. Ancak Saramago’nun körlüğü, bildiğimiz görme engelli yani ama olma hali değil, kendimize, hayata, yaşamı oluşturan unsurlara ve kaidelere karşı oluşmuş bir görmeme halidir.
Jose Saramago 1995’de kaleme aldığı Körlük isimli romanında, sıradan bir sabah araç trafiğinde seyrederken birden bire görme yetisini yitiren karakter üzerinden, bütün kenti saran bir körlük salgını ve gittikçe artan körlük vakasına karşı toplumun ve devletin beceriksiz tutumunu eleştirir.
Despotça ve baskıcı uygulamalar hayata geçirerek körlük salgınıyla baş etmeye çalışan otorite, birer ikişer görme engelli olan şehir sakinlerinin alışa geldik yaşamlarını sürdüremeyişini, gittikçe bencilleşen ve benmerkezci olan aileleri ve karanlık bir boşluğa bakan insanların çaresizliğini anlatır. “Asıl körlük, umudun tükendiği bu dünyada yaşamaktı” ve “Sessiz kalma, en büyük alkışlamadır” cümleleri, Saramago’nun ümide olan tutkusunu ve haksızlığa karşı duruşunu anlatan cümleleridir.
Saramago, insan bedeninde ruh barındıran tek organın göz olduğuna inanarak, görme yetisinin kaybedilmesini ruhun yok oluşuna benzer. Ancak bunu kör olan kişi üzerinden değil, görmeye devam edenlerin köre ve körlüğe bakışı nazarından ele alır. Çünkü görenler bir köre baktıklarında, körün gözlerindeki ifadeyi göremediklerinden hem körün ruhunu anlayamazlar hem de kendileri bir körlük halinde olurlar. Bu görüngü durumun salgın bir hastalık halini alıp herkesi kör ettiği bir bulaşa dönüşmesinin yarattığı karanlık, hem kitlesel bir ruhsuzluk hem de ferdi bir çaresizlik meydana getirir. İnsanların birbirlerini görmediği, nesneleri ve dünyayı diğer duyularıyla fark edip tanımlayabildikleri bir dünyada renkler anlamsızlaşır, biçimler değişir, tarifler farklılaşır ve bir bütün halinde ruhsuzlaşan şehirde kalan tek gerçek, körlüğün de bir görme biçimi olmasıdır. Nitekim Saramago bu eserinden yıllar sonra aynı konuyu bu kez ‘Görmek’ ismiyle tekrar kaleme alacak ve körlük-görmek ilişkisini başka bir dille daha anlatacaktır. (Jose Saramago, Körlük, 1995, çevirmen Işık Ergüden)
Yakın dönemin popüler yazarları da hastalıkları ve salgınları ele almış ve kimi zaman uzaydan gelmiş bir virüsün, bazen bilinmedik bir deniz canlısından insanlara sıçramış bir mikrobun, bazı eserlerde hayvanlardan insanlara bulaşan bakterilerin yol açtığı ölümcül hastalıkları yazmışlardır. Bu tür eserlere Stephen King’in Mahşer isimli romanı, Peng Shepherd’in Kıyamet Başlıyor isimli kurgusu, Emily Mandel’in İstasyon On Bir isimli hikayesi örnek teşkil eder. Benzeri pek çok roman ve öyküde, insanoğlu yaşadığı yerküreye temelden aykırı bir tüketim ve tabiat yağması sonucu bir virüsle temas eder ve kurgu boyunca tedaviler, acılar, ölümler ve kayıplar yaşandıktan sonra nihayet bir aşı ve ilaç üretilmesiyle salgın son bulur. Geriye alınmamış dersler, devam eden hayat ve tıbbın görece zaferi kalır.
Günümüzün konusu Covid-19 olarak isimlendirilmiş olan, grip ailesinden Corona isimli bir virüsün yol açtığı pandemi, yani küresel bir salgın. İnsanlık geçmişte olduğu gibi karantinalar, temassızlık, kısıtlılık, ölümler ve çare arayışları içerisinde, durumu onlarca kez anlatmış olan yazarların kurgularına paralel şekilde çırpınıyor. Bir yandan boğularak yaşanan ölümler, dolup taşan hastane kapasiteleri, diğer yandan ayakta tutulmaya çalışılan iktisadi varlıklar ve üretim, bir yanda tedaviye erişimi nispeten rahat olan zengin ve müreffeh ülkeler, diğer yandan varsıl ya da yoksul tanımadan ölüme kadar götürebilen bir hastalık. Havralarda, şapellerde, camilerde edilen dualar, laboratuvarlarda ve hastanelerde terleyen hekimler ve kentlerde maskeleriyle dolaşan insanlar, kah hafife alarak ve kah çok korkarak bekliyorlar. Bir hapşırığın ya da öksürüğün binlerce uzun menzilli füzeden, zırhlı tanktan ve mermiden daha tahripkâr olduğu, basit bir kucaklaşmanın bankalarda istiflenmiş balyalarca paradan ve külçe altından daha kıymetli olduğunun görüldüğü günler yaşanıyor.
Derken Dünya Sağlık Örgütü haftalarca basına kapalı olarak sürdürdüğü, oluşturduğu heyette bütün milletlerden temsilcilerin yer aldığı, bütün üniversitelerden tıp otoritelerin ve ilaç bilimcinin görevlendirdiği küresel eylem planını açıklıyor. Beyanatları tüm ajanslarda ivedi haber olarak yer alıyor, tüm televizyonlar, radyolar ve internet ilgili açıklamaya yoğunlaşıyor ve insanlık, daha önce hiçbir salgında varamadığı, kesin ve net bir çözüme kavuşuyor. Tedaviye dair oluşan şüpheler en güvenilir kaynaklarca çürütülüyor, yüzlerce istatistik paylaşılıyor, şehir efsanelerin yerini basit ve yalın bir gerçeklik alıyor. Başta şiddetle reddedilen, sonra şüpheyle ele alınıp üzerinden düşünülmeye başlanan ve Dünya Sağlık Örgütü başta olmak üzere tüm otoritelerce yoğun bilgilendirme ve izahat baskısı sonucu kabul edilerek milletler arasından kabul görmeye başlayan tedavi, Covid-19 için çözüm oluyor. Bütün ülkelerin üzerinde tam mutabakat sağladığı tedavi protokolü aşağıdaki şekilde hayata geçiyor.
- Covid-19 virüsü insanlığın hiçbir yaşam hakkı tanımadığı, beslenmek, eğlenmek, avlanmak, teşhir etmek ve kullanmak amacı güderek öldürdüğü, yaraladığı, tutsak ettiği ve aslında insandan farksız olarak, kendisi de bir yeryüzü canlısı olan hayvandan bulaşıyor. Bu yüzden HİÇ BİR HAYVAN YENMEYECEK, AVLANMAYACAK, TUTSAK EDİLMEYECEK VE TÜM HAYVANLAR YERYÜZÜNDE İNSANLARL BİRLİKTE DOĞAL BİÇİMDE YAŞAYACAKLARDIR.
- Covid-19 virüsü insanların hem kirletip hem acımasızca tükettiği su kaynakları gibi, insan bedenindeki su kaynaklarına, yani mukoza sıvılarına saldırıp bozuyor. İnsanın mavi gezegenimizdeki su dengesini bozması gibi, virüs de insanın su dengesini bozuyor ve bozuntuya uğrayan mukoza akciğerlere doluyor. Yetmiyor, tükürük bezleri, böbrek üstü bezler ve beyin sıvısını da enfekte ediyor. Bu yüzden, İNSANLIK HİÇ BİR SU KAYNAĞINI KİRLETMEYECEK, BENT VURUP KEYFİNCE KULLANMAYACAK, İÇİLEBİLİR SU KAYNAKLARINI SONSUZA DEK KORUYACAK VE ÇOĞALTACAKTIR.
- Bu virüs, insanlığın zehirlediği atmosfer gibi, insan vücudundaki oksijen depoları olan akciğerlere nüfuz edip insanı boğmaya başlıyor. Bütün ölüm vakaları, suyla dolan akciğerler ve yetersiz oksijen alımından kaynaklıyor. Başka bir deyişle, insanın yeryüzünü boğması gibi, virüs de insanı boğuyor. Bu yüzden, İNSANOĞLU HAVAYI KİRLETEN TÜM FAALİYETLERİNE SON VERECEK, ATMOSFERİN DOĞAL TEMİZLEYİCİSİ OLAN ORMANLARI VE DİĞER TÜM YEŞİL ALANLARI İSTİSNASIZ OLARAK MUHAFAZA EDECEKTİR.
- Virüse karşı geliştirilmiş ya da geliştirebilecek hiç sentetik ilacın ya da aşının, insan vücudu tarafından doğal olarak üretilen ve Oksitoksin adı verilen horman kadar etkili olmadığı anlaşılmıştır. Oksitoksin üretimi inanç, saygı, güven, sevgi ve sadakat duygularıyla sentezlenerek hipotalamusta sentezlenir ve vücuda arka hipofizden salınır. Bu yüzden İNSANLARIN İNSANLARA VE TABİATA KARŞI KOŞULSUZ İNANCI, FİKİR VE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNE, IRK VE DİL FARKLILIKLARINA KARŞI ÖNYARGISIZ SAYGISI, HAYATA VE YAŞAMA KARŞI SINIRSIZ GÜVENİ, HERKESİN BİRBİRİNE SEVGİSİ VE HER ALANDA KUŞKUSUZ SADAKATİ SAĞLANACAKTIR.
- Devletler, hükümetler, krallar ve kraliçeler, yukarıdaki küresel yasalara tam bağlılık ve rıza göstermişlerdir. Bu maddelerin hayata geçirilmesi ve istisnasız uygulanması için dünyadaki bütün ekonomik yapılar, ticaret döngüleri, eğitim biçimleri, yargı düzenleri ve askeri çalışmalar yeniden tanımlanarak inşa edilecektir.
Çevreci, barışçı, eşitlikçi ve nispeten eğitimli nüfusların eylemsel desteği, yoğun medya propagandası, iyileşen vaka sayılarının bu protokole yorulması, iyileşemeyen vakalar için ise oksitoksin üretimdeki azlığın, dolayısıyla kişinin inanç, saygı, güven, sevgi ve sadakat kavramlarına tam sahip olamadığının gerekçe edilmesi ve yanı sıra protokol dışı kaldığı belirlenen, maddelere uymadığı kanıtlanan, mutabakat metniyle uyumsuz yaşadığı ispatlanan kişi ya da kişilerin tüm dünya hastanelerinde ve doktorlarınca tedavi dışı tutulmasının yarattığı korku sayesinde önce belli başlı toplumlar, sonra bazı ülkeler, zamanla kıtalar ve derken bütün dünya milletleri iyileşir. Bir salgın gibi ancak öldüren değil, yaşatan bir pandemidir bu. Geride, vücudunda Covid- 19’un yarattığı tahribatı atlamayarak son nefesini vermiş on binlerin acı hatırası kalmış olsa da, bir nesil sonra yepyeni bir dünyanın taze bireylerinden oluşan bir yerküre ve Covid-19’a karşı çoktan bağışıklık kazandığının farkında bile olmayan insanoğlu, yaşamı bütün bir canlılığa sevgiyle devam ettirir.
Konu pandemi de olsa, bakılan pencere sadece tıp, sadece ekonomi, sadece her koşulda hayatta kalmak değil, tamamından üstün olan bilgi sevgisi ve edebiyat olunca böyle görünüyor. Neden olmasın?
- Yazmak, Bir İnce Hastalık - 21 Nisan 2020