“Bütün bu yaşadıklarımızdan, yaptıklarımızdan, biriktirdiklerimizden, gördüklerimizden sonra illa ki ölecek olmak hakikati içimi burdu.” 1
Bu cümle, Mahir Ünsal Eriş’in Olduğu Kadar Güzeldik kitabının ruhunu özetliyor. Yaşamın tüm birikimlerine rağmen ölümün kaçınılmazlığı karşısında duyulan o derin melankoli, kitaptaki tüm karakterlerin ortak kaderi. Ama bu sadece ölüm korkusu değil, aynı zamanda yaşanmış olan güzelliklerin geçiciliğine dair bir üzüntü. “Olduğu kadar güzeldik” ifadesi de bunu anlatıyor zaten: Ne aşırı romantik bir geçmiş özlemi ne de tamamen karamsar bir bakış. Yaşanmışlığın verdiği olgunlukla, geçmişi idealize etmeden ama güzelliğini de inkâr etmeden kabullenmek.
Eriş, bu kabulleniş halini Marmara coğrafyasının sıradan insanlarının hikâyelerinde sergiliyor. Bandırma’nın nemli sokaklarından Çanakkale’nin rüzgârlı meydanlarına, Susurluk’un sessiz akşamlarından Erdek’in yazlık neşesine kadar uzanan bu coğrafyada yaşayan karakterler, ne kahraman ne de anti-kahraman sadece insan. Ve bu insanlık halleri o kadar gerçek ki okuyucu kendini onların yerine koyuyor, onların acısını, sevincini, hayal kırıklığını paylaşıyor.
Kitabı okurken en çok etkilendiğim şey, yazarın sıradan görünen durumların altındaki derin akıntıları gösterme becerisi. Mesela yanlışlıkla başka biri sanılan adamın düğünde yaşadığı kimlik kargaşası, sadece komik bir durum değil; çağdaş insanın aidiyet krizinin trajikomik bir yansıması. “Yalnızlık ailesizlikmiş meğer, yalan da olsa bir ailem olunca nasıl mutlu göründüğümü hissettim,”2 diyen karakter, aslında hepimizin yaşadığı o temel sorunu dile getiriyor: Ait olma, kabul edilme, sevilme ihtiyacı. Sosyal medya çağında bu daha da anlamlı. Kaç kişi gündelik hayatında rol yapmıyor, performans sergilemiyor ki?
Eriş’in karakterlerinin ortak noktası, geçmişle hesaplaşma hali. Kimisi unutmaya çalışıyor, kimisi hatırlamak zorunda kalıyor. Belleğin seçici yapısını, travmaların nasıl gömüldüğünü ve sonra nasıl yeniden yüzeye çıktığını ustalıkla anlatıyor. Kardeşine mektup yazan kadının “Anlatmadık bunları sana. Annem istemedi,”3 sözleri, sadece o ailenin değil, tüm Türk ailelerinin ortak dramını yaşıyor. Çocukları korumak adına söylenen yalanlar, saklanan gerçekler, kuşaklar arası iletişim kopukluğu… Yazar burada evrensel bir durumu çok yerel bir dille anlatıyor.
Bu yerellik, Eriş’in en büyük başarılarından biri aslında. Dil kullanımı hiç zorlama değil, çok doğal. Yerel ağız özelliklerini, gündelik konuşma dilini edebî metne o kadar başarılı taşımış ki okuyucu kendini o mekânlarda hissediyor. Bu sadece folklorik bir tercih değil karakterlerin iç dünyalarını, sosyal konumlarını, psikolojik durumlarını yansıtmanın da aracı. “Avrupa” sözcüğünün yarattığı komik yanlış anlaşılmada olduğu gibi, bazen kelimeler bilinçdışı kaygıları açığa çıkarıyor. Aile, dayılarının Avrupa’ya gitme ihtimalinden değil, başına bir şey gelme ihtimalinden korkuyor aslında.
Yazarın en cesur yanlarından biri de zihinsel hastalığı sadece bireysel bir sorun olarak görmemesi. İdealist gençlerin yaşadığı çöküş, 90’ların politik atmosferi, ekonomik zorluklar… Tüm bunlar karakterlerde derin izler bırakıyor. “Yaşamıyor, ara sıra depreşen derince bir keder ve coşkulu bir neşeyle havanın boşluğunda süzülüyordu sanki,” 4 cümlesi, deliliği poetik bir dille anlatırken aynı zamanda toplumsal sebeplerini de ima ediyor. Bu yaklaşım, modern psikolojinin toplumsal koşulların zihinsel sağlık üzerindeki etkisine dair bulgularıyla da örtüşüyor.
Emek sömürüsü, işçi-patron ilişkileri, onur kırıklığı gibi konuları da Eriş didaktik olmadan, karakterlerin yaşadığı somut durumlarla anlatıyor. Yıllarca sadakatle çalışan yaşlı adamın genç patron tarafından aşağılanması, sadece bireysel bir dram değil sistemik bir sorunun yansıması. “Yirmi dört yıl yattım kalktım orda,” 5 diyen karakterin yaşadığı adaletsizlik, çalışan insanın yaşadığı en temel sorunları özetliyor. Ve intikamın masum bir çocuğa mâl olması da ahlaki bir ikilem yaratıyor: Karakterin öfkesini anlıyoruz ama sonuçlarına üzülüyoruz.
Baba-oğul ilişkilerinde de yazar çok derin bir psikolojik analiz yapıyor. Başarısız baba figürünün oğul üzerindeki etkisi, idealize edilmiş babanın gerçeklikle çarpışması… “Çocukluğum, babamın bir gün Fenerbahçe formasıyla gazeteye çıkacağı hayal ve umuduyla geçti,” 6 cümlesi, çocuğun babasını idealize etme eğilimini ve bunun getirdiği hayal kırıklığını özetliyor. Bu sadece bireysel bir sorun değil toplumsal da. 90’ların politik atmosferi, hem devrimcilik hem spor alanındaki hayal kırıklıkları, kuşaktan kuşağa geçen başarısızlık duygusu…
Eriş, karakterlerin iç dünyalarını anlatırken bedensel deneyimlere de odaklanıyor. “Göğsümde bir yerlere yorgan iğnesi saplandı sanki,” 7 ya da “Etim yanıyormuş gibi bir yanma sardı içimi,” 8 gibi ifadeler, duygusal acının bedensel karşılıklarını gösteriyor. Modern psikoterapinin “somatik bellek” bulgularını, yani travmanın sadece zihinde değil bedende de depolandığını çok doğal bir şekilde edebî diliyle ifade ediyor.
Çocukluk travmaları da kitapta önemli yer tutuyor. Öğretmenin şiddeti, çocuğun yaşadığı rezalet ve yıllar sonra o adamla karşılaştığında yaşanan iç çelişki… Travmanın sadece psikolojik değil, bedensel de bir deneyim olduğunu gösteriyor. Ve karakterin sonunda affetmesi, büyümenin, olgunlaşmanın göstergesi. Bu, Freud’un travma teorilerinin edebî karşılığı ama hiç akademik olmayan, çok insani bir dille anlatılmış.
Kitaptaki öykülerin bir diğer özelliği de okuyucuda catharsis yaratması. Aristoteles’in “arınma” kavramı burada devreye giriyor. Okuyucu, bu karakterlerin hikâyelerinde kendi yaşadıklarını görüyor, yalnız olmadığını anlıyor. Bu, edebiyatın en temel işlevlerinden biri ve Eriş bunu çok başarılı yapıyor.
Yazarın üslubu, didaktik olmadan felsefi derinliği gündelik yaşamın içine sızdırıyor. Karakterlerine yukarıdan bakmıyor, onlarla aynı seviyede konuşuyor. Bu da metinlere samimilik katıyor. Okuyucu, bu hikâyelerin uydurma değil, yaşanmış olduğunu hissediyor. Sait Faik geleneğini sürdürürken çağdaş sorunlara da değiniyor. Yerellikle evrenselliği, sadelikle derinliği harmanlıyor.
Olduğu Kadar Güzeldik, çağdaş Türk öykücülüğünün önemli eserlerinden biri olarak öne çıkıyor. Sıradan insanların büyük dramlarını, gündelik yaşamın altındaki derin akıntıları gösteriyor. Felsefi derinlik ve psikolojik gerçekçiliği o kadar doğal harmanlıyor ki okuyucu teorik metin okuduğunu değil, yaşanmış hayatları dinlediğini hissediyor. Bu kitap, edebiyatın en temel işlevini yerine getiriyor: İnsan olmayı anlamamıza yardımcı oluyor. Eriş, yalnız olmadığımızı, acılarımızın paylaşılabilir olduğunu hatırlatıyor. Ve bunu yaparken de hem gülümsetiyor hem düşündürüyor. Sait Faik Abasıyanık Hikâye Armağanı’nı kazanmış olan bu eser, sadece bir ödülün hakkını teslim etmiyor; aynı zamanda Türk edebiyatının o büyük geleneği içinde kendi sesini bulmuş bir yazarın olgunluğunu da kanıtlıyor. Mahir Ünsal Eriş’in bu kitabı, okuyucuya hayatın karmaşıklığını ve güzelliğini aynı anda sunmanın mümkün olduğunu gösteriyor. Sonunda hepimiz, unutulan bir şarkının ezgisi gibi, birisinin belleğinde yaşamaya devam edeceğiz.
- Mahir Ünsal ERİŞ, Olduğu Kadar Güzeldik, İletişim Yayınları, 2014, (sf. 27) ↩︎
- Mahir Ünsal ERİŞ, Olduğu Kadar Güzeldik, İletişim Yayınları, 2014, (sf. 29) ↩︎
- Mahir Ünsal ERİŞ, Olduğu Kadar Güzeldik, İletişim Yayınları, 2014, (sf. 9) ↩︎
- Mahir Ünsal ERİŞ, Olduğu Kadar Güzeldik, İletişim Yayınları, 2014, (sf. 58) ↩︎
- Mahir Ünsal ERİŞ, Olduğu Kadar Güzeldik, İletişim Yayınları, 2014, (sf. 97) ↩︎
- Mahir Ünsal ERİŞ, Olduğu Kadar Güzeldik, İletişim Yayınları, 2014, (sf. 107) ↩︎
- Mahir Ünsal ERİŞ, Olduğu Kadar Güzeldik, İletişim Yayınları, 2014, (sf. 106) ↩︎
- Mahir Ünsal ERİŞ, Olduğu Kadar Güzeldik, İletişim Yayınları, 2014, (sf. 99)* ↩︎
- Yaşamın Sessiz Kahramanları: Mahir Ünsal Eriş’in “Olduğu Kadar Güzeldik”inde Sıradan İnsanın Büyük Dramı - 4 Ağustos 2025
- Mükemmel Günlerin İzinde: Bir Sadelik Güzellemesi - 28 Şubat 2025
- Hayat: Bir Direnişin Anatomisi - 24 Ocak 2025