1

“Şehrin bütün gürültüsünü içimde hissediyorum; esnafların bağrışlarını, mültecilerin yabancı bakışlarını, alkoliklerin ağız kokusunu, sokak çocuklarının kimsesizliğini, fahişelerin yalancı laflarını bütün kanayan hücrelerimde buluyorum benliğimden farklılaşarak… Sanki bütün yüzlerin dertleriyle ben karışmışım, sanki bu ağır yükü kaldırmak yalnızca bana verilmiş. Yüzlerimiz ve bedenlerimiz farklı olsa da duygularımızın ortaklığı yüreğimi kor gibi yakıyor. Her geçen gün üzülmek ve hissizleşmek arasında gidip geliyorum. Bazen öylesine üzülüyorum ki annemin son bakışları gözlerimden kayıp gidiyor. Bazen öylesine hissizleşiyorum ki eşimin bana olan sevgisini unutuyorum. Ne zor duygular bunlar? İnsanlar bu duyguları nasıl birleştiriyor, nasıl bu duyguların farkında oluyorlar? Aslında farkında olsalardı; belki de bu kadar yapmacık sevinçle, saniyelik gülüşlerle ömürlerini sürdürmezlerdi. Gerçek, sürekli dünyanın farkında olur, hüznü de sevinci de birlikte yaşardık. Toplum kimyası için birliği ortak duygularla sağlayabilirdik en azından. Yolda yürürken camiden ölüm haberi geldiğinde orada olur ‘iyi bilirdik’ diyebilirdik. ‘Ben mi öldüm, bana ne’ gibi saygısızlıklar etmezdik. Ama dünya maalesef dönüyor, dönerken de insanların akılları da dönüyor, dönüşümler değişimlerle birlikte gerçekleşiyor, yeni çağ’a ayak uyduramıyoruz! Her geçen gün güçsüzleşiyoruz.

İlk ve son dostum olan kendimle konuşuyorum her zaman ki gibi! Bazen öylesine uzun cümleler kurmak istiyorum ki noktalı virgüller gürültüleriyle kıyameti koparsın, etrafı toz bulutlarıyla sarsın, yeri sallandırsın göğü inletsin, kelimelerin gerçek gücünü ortaya çıkarsın. Öylesine uzun cümlelerle dünyayı sarmalamak istiyorum ki herkes benliğinin farkında olsun! Oysa istediğim fazla bir şey değil; yolda yürürken samimi bir “merhaba”, sıcak bir tebessüm, dünyada yalnız olmadığımızı belirten dostça bakışlar, yaşadığımızı gösteren duygular, gözlerde belirgin olan sevgi, ekmeğin yarısını paylaşmak, uzaktakinin değil yakındakinin farkında olmak, bir gülü koklarcasına sarılmak… Bu cümleyi bağırarak itiraz eden bir bağlaçla bölmek istemezdim ama bu maalesef mümkün değil yeni kurulmuş dünya düzeninde…”

İçinde biriktirdiklerini yeni temiz kâğıda aktardıktan sonra sararmış kâğıtların en tepesine koydu U. Her gün yatmadan önce sıkıntılarını, isteklerini ve çare bulamadıklarını yazardı. Uzun uzun kendisiyle konuşurdu sanki en yakın arkadaşıyla konuşurcasına. Sıkılırdı konuşurdu, üzülürdü konuşurdu, dertlenirdi, haykırmak isterdi hep konuşurdu. Konuşması bittikten sonra da masasının kenarında duran kâğıtları harflerle kuşatılmış bulurdu. İstese de istemese de beyaz sayfa saatler sonra temizliğini yitirir, yeni anlamlara dönüşürdü. Bu, hayatında bir çeşit düzen oluşturmuştu. Kâğıtlar, kitaplığının boyunu yakalamıştı hatta geçmişti bile! Peki bunu neden yapıyordu, neden “öteki”lerin dertlerini, hüzünlerini, kısa da olsa mutluluklarını yorulmuş bedeninde hissediyordu? Diğer insanlar, onlara “öteki” sıfatını takmışken neden o bunu yapmıyordu? Aslında cevabı belli: U. Ölümlü ve sıradan olduğunun farkındaydı. Sadece karşısındaki insanlar, bunun farkında olmak istemiyorlardı. Çünkü onlar, evrenin en ihtişamlı yıldızlarıydı övünerek baktıkları aynalarına göre!

Saatler hızla ilerlemeye devam ettiğinde, kahverengi çalışma masasının başında, kafasını gri duvara sabitlemiş, suskun bir hâlde düşünüyordu U. Düşünceleri beyninin okkalı kıvrımlarını başarıyla geçmiş, yaradılışın en güçlü yapısını istila etmişti. Yavaş yavaş bütün ikilemelerin naif ve sarsıcı tonuyla yankılanıyordu soru işaretleri, devrik cümleler… Bu karmaşıklığı iliklerine kadar hissediyordu. Gözleri açık uykuya dalmışken; dünyada yaşadığını unutmuşken, gerçek evrenden kafasında kurduğu evrene geçmişken, oksijenden bile uzaklaşmışken, ses tellerine kadar âşık olduğu kadın uyandırdı onu derin uykusundan.

“Şarkıları bazen hatırlayamıyorum sevgilim. Ama illaki vardır: ‘Gel nefesini, nefesimle uyutayım,’ demeyi imâ eden bir şarkı. Ne düşünüyorsan boş ver. Gel nefeslerimizi birleştirerek uyuyalım sevgilim. “

Gözleriyle tebessüm etti U. Sarılarak uyudular.

                                                                                    2

“Boğucu bir kış günü. Göz gözü görmüyor, dünya sis bulutlarının içinde kaybolmuş. Nerede olduğumu, ne yaptığımı bilmiyorum. Şehirde miyim, kasabada mıyım, yoksa hiçbir yerde miyim? Seçemiyorum, ayırt edemiyorum… Olumsuzluk ekleri bedenime işlemiş, ruhumu ele geçirmiş, beynimi zindana atmış. Özgürlüğüm kelepçelere bağlanmış durumda. Etrafım koca bir soru işareti. En hassas duyu organım görevini yitirmek üzere. Hava soğuk, ellerim terli. Şarıl şarıl terliyorum. Ter damlalarım, soğuk bedenime karışıyor. Düşük ısının içinde kaybolarak eriyorum.

Kendimi zor da olsa toparlayıp, çevreme baktığımda gökdelenlerin arasında sıkıştığımı görüyorum. Hayatında hiç siyah, pahalı camlarla örülü hapishane görmemiş bir Aborjin gibi yabancıyım bu konuma. Hiçbir türlü kendimi buraya ait hissedemiyorum, sanki uzun bir labirentin içinde çıkış yolunu bulmak için çırpınıyorum. Yüzler ise gözlerindeki hırsla umursamadan birbirlerini eziyor. Tozlu dumanlı koşuşturma gürültüler oluşturarak başlıyor; evraklar havada uçuşuyor, karton bardaklar yere atılıyor, pahalı cep telefonlarının zil sesleri kulakların kirini arttırıyor, kibar görünen telefon konuşmaları birkaç saniye sonra sahteliğe dönüşüyor… Telaşlı ve sıkıcı koşuşturma sisli olan havayı daha da bunaltıyor. Sis saniyeler içinde çoğalarak büyüyor. Yüzlerin ellerindeki karton kahvenin kokusu burnuma geldiğinde çamur kokusu soluyorum. Narin ciğerlerim bu kokuyu içlerinde bulmaktan dolayı çok rahatsız: ‘Neden bu eziyeti bize yapıyorsun,’ sorusunu mideme gönderiyorlar, midem egzoz gibi gurulduyor. Etrafımdaki soru işaretleri yavaşça iki noktaya dönüşüyor: Önüm, arkam, sağım, solum her taraf gökdelen! Simsiyah yüksek hapishaneler beni kuşatıyor, yelkovanın hızına ayak uydurarak vücudum hızla daralıyor. Kaldırımlar yüksek, tek bir ağaç bile yok! Caddenin ortasından geçen tramvayın yerini neon ışıklarla süslenmiş küçük ve dar havuzlar almış, pırıltılı ışıkların sonu görünmeyecek kadar uzun. Galatasaray Lisesi, Çiçek Pasajı, Balıkçılar çarşısı… Caddenin sembolü olan her şey yıkılmış. Sevimli kediler evlerini terk etmiş, koca koca böcekler onların yerini almış… Bu berbat durumu görünce aklıma gençliğimin en güzel günleri geliyor; sokak müzisyenlerinin ikinci sınıf melodileri eşliğinde sevgilimin elini ilk defa utanarak tutuşumu, avuçlarımız hızlı hızlı terlerken şalvarlı Roman ablanın ‘Abe güzellikler bu size hediyemdir,’ deyip kırmızı gül uzatışını, okul çıkışı arka sokaklarda yediğim en güzel üçüncü şınıf bayat pirinçli midyeyi, derbi günü Nevizade’de alkolün sesi açan etkisiyle ‘Şereftir seni sevmek,’ diye haykırdığım o günleri hatırladığımda bir kere daha tanrıya teşekkür ediyorum. En azından bu sözde modern beton yığıntıları görerek büyümedim…

Dakikalar ilerledikçe şiddetli baş ağrısı ezici hükmünü gösteriyor. Kafamın içinde deli bir baterist var,  düşmana vurur gibi vuruyor pahalı zillere. Sesi beynimde yankılanıyor. Gözlerim, ağrının etkisiyle istemsizce bir kapanıp bir açılıyor. Nefesim yavaş yavaş daralıyor. Ölüme giderek yaklaştığım vakitte tozu dumana katan koşuşturma bir anda duruyor: Bütün kunduralılar ve topuklulular aynı anda bana bakmaya başlıyor. Yüzlerinde katı bir öfke var nedenini bilmediğim. Kaşları demir gibi sert, gözleri faltaşı, elleri yumruk şeklinde… Sisli olan hava karanlık yüzünü ortaya çıkarıyor, aniden yağmur yağmaya başlıyor, yağmur damlaları hızlı ve sert biçimde sıcak terime karışıyor. -Karışıklık bu durumun özeti sanırım- Yüzler ellerindeki çantaları yere attıktan sonra üzerime doğru yürümeye başlıyorlar. -korkuyorum- Adımlarını yavaş ve aynı anda atıyorlar. -sanki şartlandırılmış gibiler- Yüz hatlarını görecek kadar yaklaştıkları zaman hepsinin ikiz olduklarını görüyorum. Erkek de kadın da kaşlarından gözlerine, saçlarından kulaklarına, burunlarından dudaklarına kadar aynı! -içimde tek kalan his korku-  Tam koşmaya başladıkları zaman saksafonlar sesleri etrafı sarıyor, gökdelenlerin teras katında binlerce saksafon kendiliğinden yıkıcı notalarla çalıyor. Ritim dalga dalga yayılarak yankı oluşturuyor. İkizler öfkeyle kafalarına vurmaya başlıyorlar, bedenlerindeki acıyı hissediyorum. Tam o anda arka tarafımdan gelen oldukça yüksek ıslık sesiyle saksafonlar susuyor, yağmur duruyor. Bir anda keskin sessizlik etrafı sarıyor. Tedirginlikle arka tarafıma dönüyorum. Yaşlı, kısa boylu, uzun saçlı, beyaz sakallı, Marx’a benzeyen tiple yanındaki siyahi küçük kız çocuğu el ele tutuşarak birkaç saniye gözlerime derin derin bakıyorlar. İlk bakışlarında çaresizlikle birleşmiş bir acı var, son bakışlarında ise kısa bir tebessüm… Ardından geldikleri yöne doğru hızla koşmaya başlıyorlar, saksafonlar daha yüksek sesle tekrar çalıyor, ikizler ise bağırarak üzerime atlıyorlar.”

Latest posts by Musa Paksoy (see all)
Visited 14 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version