Yazar: 19:10 Mahal Dergi 6. Sayı, Öykü

Tek Sıra

Helin’e ithafen…

 Rektörlüğün etrafından dolaşıp, ağaçlı yola saptım. Sonbaharın gelişiyle yerlere serilen yaprakları çiğneyerek yürüdüm. Hava, yazın bitişinden haberi yokmuşçasına sıcaktı. Yan yana yürüyen insanların arasından sıyrılarak, Yıldız Amfinin arkasından devam ettim. Burası daha tenhaydı. “İnsanlara tek sıra hâlinde yürüme zorunluluğu getirilmeli,” diye düşündüm. Birkaç adım sonra saçma geldi bu fikir. “Bencillik yapma Erkan,” dedim kendi kendime. “Sen yalnız yürüyorsun diye, milletin keyfini kaçırmaya ne hakkın var…”

On dakika sonra, kasvetli, gri bina karşımdaydı. Fen-Edebiyat Fakültesi… İçimdeki heyecan bir anda sönüverdi. Her şey bıraktığım gibiydi. Bahçede, kümeler hâlinde sohbet eden öğrenciler, donuk bakışlarla öğrencileri kesen güvenlik görevlisi, mayışmış kediler… Her şey aynı. Buraya, ufacık da olsa beklentiyle geldiğim için kendime kızarak, A kapısından binaya girdim. Dik merdivenler, bacakları sağlıklı biri için bile zorlayıcıydı. Saatimi kontrol ettim. Derse, daha otuz üç dakika vardı. Yönümü kantine çevirdim. Çay ile yulaflı bisküvi alıp, terasa çıktım. Pek kimse yoktu. En soldaki masaya oturdum. Bastonumu yandaki sandalyeye dayadım. Çantamdaki sigara paketinden bir dal çıkartıp, dudaklarımın arasına yerleştirdim. Burada sigara içmek serbest miydi? Anılarımı yoklamaya başladım. En son ne zaman gelmiştim buraya? İki hafta önce… Hayır, o zaman okulda bile değildim. Bir ay… Daha eskiden… Sonunda hatırladım. En son vize haftasında gelmiştim buraya. Başak’la birlikte. “Hafızamı sikeyim,” diye söylendim. Cehennemi, her şeyi hatırlayabildiğimiz bir yer olarak düşünmüşümdür hep. Tüm hayal kırıklıklarını, rezil olmaları, aldatılmaları… Hatırlamak, insanlara verilmiş en büyük cezaydı.

Sigaramı yakıp, çayımdan bir yudum aldım. Kitaplarımı masanın üzerine çıkarttım. Kim bilir kaç sayfa ilerlemişlerdi ben yokken. Bir süre, konulara göz gezdirdikten sonra, adımı söyleyen tanıdık bir sesle kafamı kaldırdım.

“Oo Erkan, hoş geldin kanka.”   

“Hoş bulduk, dostum.”

Seslenen, sosyoloji bölümünden Furkan’dı. Fakültede tanıştığım ilk kişiydi. Birkaç hafta beraber takıldıktan sonra, başka bir ortama dahil olmuştu. Yine de karşılaştıkça selamlaşır, ayaküstü sohbet ederdik.

“Nasılsın?” dedi. “Olanları duyunca çok şaşırdık.”

“İyiyim. Toparlandım yavaş yavaş.”

“Aman dikkat et kendine, görüşürüz.”

Sağ çaprazda oturan arkadaşlarının yanına geri döndü. Masada altı kişilerdi, Furkan haricinde iki tanesini tanıyordum. Bir süre seyrettim onları. Durmadan kahkaha atıyorlardı. “Dünya üzerinde hiçbir şey bu kadar komik olamaz,” diye düşündükten sonra önümdeki kitaba geri döndüm. Carl Jung, kolektif bilinçaltı, arketipler… Psikoloji bölümünü kazandığımda ne çok sevinmiştim. Entelektüel insanlarla karşılaşacağımı, derin sohbetlere gireceğimi düşünüyordum. Oysa sınıfımdakiler, sosyal bilimci olmak bir yana, kantinci Hayri Abi kadar ilgisizdi bu konulara. En azından çoğu… Başak mesela, o severdi. Keşke, kendisinden hoşlandığımı söylemeseydim. Bir an için olabilir gibi gelmişti. Acaba tekrardan… Başımı ellerim arasına alıp, tekrar ettim. “Geçmiş olsun bile demedi sana. Aptal olma. Aptal olma. Aptal olma…”

Olacak iş değildi zaten bizimkisi. Bir elimle, elini; diğeriyle bastonu mu tutacaktım… Yan yana yürürken bile, insanların garip bakışlarını üzerimde hissediyordum. Ben alışmıştım gerçi. Peki, Başak ne kadar dayanabilecekti buna? 

“Boş ver,” dedim. Kitapları toplayıp, çantama geri koydum. Saatime baktım, on dokuz dakika kalmıştı.

“Erkan, gelmişsin…”

Kafam çevirip baktım sesin geldiği tarafa. Eski oda arkadaşım Selçuk, yanıma yaklaşıyordu. Sandalyeyi işaret ederek, “Oturabilir miyim?” diye sordu. 

“Tabiî, buyur.”

“Nasılsın,” dedi omzuma dokunarak. “İyi gördüm seni.”

“İyiyim.”

Yıllardır aynı yalanı söylüyordum. İyiyim… Neyse ki, aslında nasıl olduğumu merak ettikleri için sormadıklarını bildiğimden, vicdanım rahattı.

“Hayırdır,” dedim. “Sen gelmezdin buraya.”

“Arkadaş, sevgilisini görmeye geldi. Ben de onun yanında gelip, bir bakayım dedim. Belki bir şeyler çıkar bize de.”

Suratındaki gülümseme midemi bulandırmıştı. Bir yandan diğer masaları gözlüyor, bir yandan da benimle konuşuyordu. “Ya Erkan, sizin fakültedeki hatunlar da iyiymiş. Var mı senin tanıdık kız?”

“Siktir git, Selçuk,” diyerek kalktım masadan. Doğrudan sınıfa yöneldim. Orta sıralarda bir yere oturdum. Son iki ayda yaşadıklarım gözümün önünden geçmeye başladı. “Salaksın Erkan,” dedim elimdeki kalemi çevirirken. “Herifin sorduğuna bak. Bu yavşakların hakkını savunmak için dayak yedin.”

Acaba gerçekten bu yüzden miydi? Eğer Başak beni reddetmemiş olsa, o kadar öfkeli olmasam, yine de katılır mıydım eyleme? Dayak yemek sorun değildi. Okuldan uzaklaştırma almak da sorun değildi. Ama polisten yediğim fırça, günlerce tekrar etmişti kulaklarımda.

“Haydi bunlar katıldı eyleme, onu anladım. Sana ne oluyor lan? Bacağına bakmadan sen niye katılıyorsun? O bastonu yerleştirirdim sana ama…”

Gözlerimi ovuşturup, derin bir nefes aldım. Yapacak bir şey yoktu. Saate tekrar baktım. Ders başlamak üzereydi. Telefonumu sessize alıp, hocayı beklerken, kapıda Başak’ı gördüm. Saçlarını boyatmıştı. İstemsizce gülümsedim. Sonra arkasından biri daha geldi. Sıkıca sarıldı Başak’a. Öpüp, vedalaştılar. Gülümsemem yavaş yavaş kayboldu. Titreyen ellerle kitabı açtım. Aaron Beck, Bilişsel Terapi, Algı…

Latest posts by Berkant Cödel (see all)
Visited 14 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version