Yazar: 23:56 Genel, Öykü

Son Talkım

Mermerin üzerinde karıncalar. Üstü böyleyse altında kim bilir neler var. Temizlemem lazım. Etrafıma bakındım. Tam o sırada elindeki boş plastik şişelerle ağaçların arasından koştu geldi.

“Çeşme uzakta, sen git gel yorulursun. Ben tek seferde hallederim abla,” Abla deyişi senin sesini getirdi bıraktı toprağın üzerine. Yüzüne, gözlerini arar gibi baktım. Gözlerinde boz leke.

Toprağın hâlâ nemliydi. 
“Su istemez. Toprak iyi. Bu saatte bu sinir bozan vaaz da yeni mi çıktı?”

 Mezarın üzerindeki dalları temizlerken kafasını sağa sola salladı. Kayıtmış, canlı değilmiş. Vaaz değil, hatimmiş. Kelimeleri kafamda sıralamaya, doğru yerlerine koymaya çabalıyordum. 

Kırk ikindilerin indireceği saatlerde omuzlarda getirmişlerdi seni buraya. Annemden tam bir sene beş ay sonra. Getirmişler işte. Ben yokken. Her damarıma başka başka zehirler zerk edilip uyutulmaya çalışılırken. Yoksa ben seni böyle tepelerde bir başına bırakır mıydım? ‘‘Sakın,’’ demiştim. ‘‘Sakın ha o Fatoş karısının ve Necmi manyağının yanına gömmeyeceksiniz,’’ Bir tek o sözümü dinlemişler. Dinlemişler ama paraya biraz daha kıyıp girişte yeni hazırlanan mezarlardan almamışlar. Annemin sülalesi ölümün karşısında bile pintiliğinden taviz vermiyor. Yoksa birbirlerinden ölümüne nefret eden iki insanı neden yan yana gömsünler. Küfür gibi. Ben olsaydım çeşmenin yakınında, kavakların altındaki yerlerden alırdım. Gerekirse üç maaş avans ister seni bunların yanında bırakmazdım. Ama ben olsaydım, sen zaten o betonda öylece…

“Vaaz verir gibi konuşuyorsun, bu ses tonu karşındakini çok incitiyor abla. Yapma,” dediğin o günü hatırlıyorum. Tıkanmaya başlamıştım. Yıllardır bizi rahat ettirmek için verdiğim ve becerdiğime inandığım mücadelemden yorgundum. İnsan bazen yoruluyor. Vazgeçer gibi oluyor. Devam etmeye sebep arıyor. Benim sebebim sendeydi. Yorulmam senden değildi. Akşamları yemekten sonra meyvelerimizi yerken dizlerimin üzerine uzanırdın. Ben, bütün gün o anın hayaliyle nefes alırdım.  Kayardı ellerim kadife saçlarının üzerinde. Kokun odaya dolardı. ‘’Ne olacak abla bu işin sonu? Hiçbir yerden aramıyorlar, utanıyorum senden para almaktan, şu güvenlik görevlisi işine başvurayım artık, ne dersin?’’ Elimin altındaki saçlarını karıştırmış, dudağımı eğmiştim.

‘‘Ya abla Allah aşkına yapma!’’

Allah’ın aşkını laflarına pek sık eklemezdin, eklediğinde sinirlenirdim. Sinirleneceğimi bilerek mi söylerdin acaba? Senden cevaplarını duyamayacağım bir dolu soru kaldı şimdi içimde. ‘‘Olur olmadık anma adını. Allah’mış, aşkmış. Bizi görmüş mü bunca zaman şu hayatta, bundan sonra aşkını meşkini bekleyeceğiz.’’ Kafanı karanlık sokağa suçlanmış gibi çevirmiştin.

‘‘Yapma abla,’ derdin sıklıkla. Ben ne yaptımsa da olmadı mı, sevdiremedim mi kendimi sana? İnandıramadım mı seni? Olur olmadık zamanlarda gelip gidiyor bazı anlar. Annem ölene kadar senede üç defa açtığı o zoraki aramalarında soruyordu ya hani:

 “Aynı evdesiniz tamam anladık ama koca adam oldu artık kardeşin. Ne zaman işe girip ayrı eve çıkacak bu çocuk?” Rahat etmiştir şimdi.

‘‘İyi geceler ablaların en inatçısı,’’ der, aydınlığını gözlerime bırakıp odana giderdin. Evdeki tüm sesleri kitap okuyorum yalanıyla sustururdum da senin uykuya dalışını beklerdim. Annem, sırtını dönüp uyuduğunda nefesini dinlediğimi, odanda saatlerce güzel yüzünü izlediğimi bilse âdet yerini bulsun diye açtığı telefonları açmaya devam eder miydi sence? Annemiz dediğimiz o kadın anne olsa bırakıp gider miydi bizi o yaşta ciğeri beş para etmez bir babayla. Herkesin hatıraları dün kadar canlı kalabiliyorken, benimkiler soluyor.


Üzerine serilmiş yabani otların arasında dallar, her birinden adını bir türlü öğrenemediğim çiçekler patlamış. Her dalın bir çiçeği var.   

İki kez ‘‘Ayrı eve çıkacağım, yeter, bunalıyorum,’’ diye geldin. O yeter çok ezmişti yüreğimi. Ablayım ya ben, hallettim bir şekilde. Sana dair içimde nereye saklayacağımı bilemediğim bir dolu duygu gibi, acıta acıta erittim.  Seni kaybedemezdim. Birinde hayat pahalılığı, gelir gider bir sürü hesap kitap koydum önüne, ikna ettim; diğerinde yalnızlığımı bahane ettim. Ben seninle hayata bağlanıyordum, sense sana bağladığım konforla.

“Acem halısı bu toprağı sever abla, hem yabaniler de söner. Abi de genç gitmiş ya, Allah arkada kalanlara sabır versin artık.”
“Sen biraz daha su getirsen de yıkasak şu mermerleri.”

Annem ve babam hayatımızı henüz kocaman kara bir deliğe dönüştürmeden önce, annemin ‘‘Ben halimi vaktimi yoluna koyup alacağım sizi o itin evinden,’’ diyerek bırakıp gitmeden çok çok önce, oturduğumuz o bahçe katında, bence kapıcı dairesiydi ama bahçe katı demek daha havalı oluyordu, ayak altında dolanmayalım diye bizi sokağa saldıkları anlarda mahalledeki çocukların oyunlarına dahil olmaya çalışır bir türlü becermezdik. Babam izmarit ve yağ kokan bıyıklarıyla homurdanan dev bir gölge gibi evde dolanırdı. Annemle bağrıştığı gecelerde gelen sesleri duymayalım diye en çok senin kulaklarını kapatırdım. Ölseler kurtuluruz derdim içimden. Evde mutsuzduk; yaşanılan, koyu bir mutsuzluktu, çocuk da olsak bunun farkındaydık. Biri gidecekti ama önce gidenin annem olmasını beklemiyorduk. Gitse bile bizi bu karanlık kuyuda bırakacağına ihtimal vermiyorduk. En sevdiğimiz oyunumuz saklambaçtı. Evdeki huzursuzluğu saklanarak sileceğimize inandığımız aptal yaşlarımızdaydık. “Söz veriyorum bulunmayacak yerlere saklanmayacağım, hem ben seni hiç bırakmayacağım,” derdin de bahçedeki kömürlüğün en karanlık köşelerine gizlenirdin. O köşelerde bulurdum seni, saçlarını parmaklarıma dolardım. Yüzünü göğsüme yaslardın. ‘‘Saklan kaçtı bitti mi?’’ diye sorardın. Kocaman gözlerinde sana hayran bakan yüzümü görürdüm. Bitlendiğimiz yaz annem ikimizin de saçlarını gaz yağı ile tarayıp üç numara yaptığında birbirimize bakıp bakıp ağlamıştık. Ben fazla ufak tefektim, abla kardeş demezlerdi de ikiz misiniz siz diye soran olurdu. Bozulurdum. ‘‘Bak, ben senin ablanım. Hep yanında olacağım. Kocaman olsak da yapayalnız kalsak da şu hayatta hep dibinde duracağım,’’ Kocaman da olduk, yapayalnız da kaldık.

Söz verdirirdin.

Ne söz verdiysem tuttum, ne aç bıraktım seni ne de açıkta. Yalan mı? Sen ne yaptın; tutturdun çalışacağım, kendim paramı kazanacağım. Yetiyordum bize. İkimize de yetişiyordum. Öyle sanıyordum.

‘‘Ertesi gün gelip başlayın,’’ diye aramışlar. Pantolonunu ben ütüledim. Askıya asarken sen çoktan uykudaydın. Saçlarının parlaklığı yüzüne düşmüştü.

Başucundaki suyunu tazeledim, karıncalar sağa sola kaçıştı. Geceleri öksürük krizin tutardı, pis Necmi gibi kalkıp su içerdin.

‘‘Abla, şöyle mezar başına da dökeyim mi su?’’
Öylece yattığın caddede ceketinin bile buruşmadığını, pantolonunun ütü izinin durduğunu, saçına sürdüğün jölenin kokusunu falan anlatacak gibi oldum. Mezarının başında elindeki plastik şişeyle dikilen çocuğun ellerine baktım. Tırnaklarının arasındaki toprakları görünce vazgeçtim. Elindeki son plastik şişeyle baş ucunda dikiliyordu.

“Evet.  İlk iş günüydü. Sen dök, her yere dök.”

Editör: Hatice Akalın

Latest posts by Aysim Demiröz Göral (see all)
Visited 25 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version