I1
Dilimin ucunda duruyordu günün özeti. Kötü günler art arda, kötü anlar sık sık oluyordu uzun zamandır hayatımda. Kaybolduğum kumsallarda sarımsı, küçük, kırılgan kum, dalgasında kendimi bıraktığım denizlerde oksijen yoktu. Kimin sesinde şiir vardı, kimin sesinde tınısında soyunduğum şarkı. Şarkı sözleri düşüp parçalanan çakıl taşlarına dönüşmüştü. Şehre yağmur yağmıyordu uzun zamandır ben buna bağlamıştım uğursuzluğu ama bendeydi. Bunu nasıl itiraf edecektim hem kendime hem de buluta, açmazdaydım. Senin de benimle aynı açmaza sürüklenmeni istiyordum içten içe ama bunu sana söyleyecek kadar aşık değildim sana. Sahi her açmazda aşığında olmalı mıydı? Cevabı yoktu ben de sen de olabilir miydi? Gölgesinde kestirdiğim söğüt ağacını kesmişlerdi dün, ondan önceki gün tramvay durağında omzuma dokunup beni teselli eden meczubun cenaze töreni vardı, katılmadım ben törene, öldüğüne inanmadığımdan değil; katille karşılaşmaktan korktum. Her katilin katlettiğine benzediğine inanıyordum eskiden şimdi ne düşüyordum sorusuna takıldı aklım, evdeki çay bardaklarının bittiğini anımsayınca vazgeçtim bu sorudan. Anneme böyle sorular sorduğumda yüzüme anlamsızca bakıp boş ver derdi fısıltıyla, sonra orlon ipin keskinliğinde hırka örmeye devam ederdi. Komşu kadın sipariş vermişti hemen bitirmeliydi. Sigarasız, çaysız kalmaktan korkardı annem. Ben de şimdi çay bardaklarının tükenmesinden korkuyorum. Korktuğum her şeyin başımıza gelmesinden sonra uzun zamandır hiçbir şeyden korkmuyordum ama fark ettim ki korkmak gerekli. Korku insanı besleyen disipline eden şey derler ya, beni beslemiyor beni disipline etmiyor çünkü biliyorum ki insan korktuğunda kendini saklayan, yüzünü kağıtlara saran, gözüne perde inen bir et yığınına dönüşüyor. Ben biliyorum işte, babamın annemi dövdüğünde benim divanın altına saklanıp soluk almadan durma oyunumdan bir farkı yok işte. Yalan mı? Hepimiz tutuyoruz soluğumuzu duruma göre, bunu da biliyorum ama en zoru korkudan olan. Korku terbiye etmez diyorum kimse duymuyor. Kimse kimseyi, duymuyor, kimsenin kimseyi sevmediği gibi. İnsan kimseyi sevmez ki zaten ya öfke duyar ya kıskanır ya öldürür ya da savunmaya geçer. Nedir ki sevgi, babamın beni kucağında okşadığı o an mı yoksa annemi yatakta hırpalarken çıkardığı seslere gizlemeye çalıştı keyif mi? Nedir ki gerçekten sevgi. Korkudan beslenen mi korkuya gelene kadar geçirilen yaşantı da kalbimizde çoğalan mı? Ben de bilmiyorum, size soruyorum. Cevap versenize be. Peki susun siz de zaten herkes susuyor. Konuşurken susanlar, susarken konuşanlar, konuşmaktan çenesi çıkanlar, konuştuklarında mistik varoluşlar saklayanlar, slogan atanlar… Herkes konuşuyor herkes susuyor, ben bunun farkına vardığımda dokuz yaşlarındaydım. Sarı saçlı, mavi gözlü cılız bir kız vardı karşı komşunun balkonunda. O susar ben onun yerine ses çıkarırdım ben susarken o yine susardı. Aramızda görünmez iplerle birbirine bağlanmış hisler duruyordu ama ben ses oldukça onun için o susuyordu, belki de beni sevdiği için susuyordu belki de sevgi konuşmayı dağıtıyordu. Mavi gözlü kız sustukça ben büyüdüm o bir süre sonra öldü ben onun yerine konuşmaya devam ettim.
Dilimin ucunda duruyor günün özeti. Kısa, ritmik, sancılı. Evde biten bardakları tamamlamam lazım sonra anlatmaya devam ederim ben.
II
Bugün Perşembe. Kara deliktir zaman benim için, içini öfke, suç, nefret, kayıp, ölüm, cinayetle doldurduğum. Kim demiş ki zaman iyileştirir. Kim demiş ki zaman yaraları sarar, kim demiş ki unutturur. Yalan! İnsanın unuttuğu her şey fermandır; ölümün fermanı.
Gitti zaman
Ölüm gitti
Gitti toprak
Sen gittin.
Sen gittin çünkü ferman vardı, unuttum çünkü seni. İnsan ferman vermeden unutmaz. Kutsal kitaplar, inançlar, şairler, roman kahramanları… Kim yaşar, unutma fermanı olmadan. Bardak almaya giderken aklına gelenlere bak deme sakın. Bardakları almaya çıktım, yollarda birikmiş çamurlar sıçradı çantama, alnıma yapışmış koca bir leke gibi. Annemin bir hikâyesi vardı, köy yerinde eksik olmayan çamurla ilgili ama şimdi onu anlatmayacağım. Hayatımızın her yeri çamurken kim çamuru yeniden dinlemek ister. Ben de anlatmak istemem zaten, neden isteyeyim. Deli miyim ben? Elimizin değdiği her yer çamur, baktığımız yer toz, duyduğumuz ses bozuk. Öyle sırf toprağa karışmış bir çamurdan söz etmiyorum elbette, keşke o kadar saf olsa. Markete girdiğimde, uzun boylu nazik kasiyer boş rafları dolduruyordu. Benim kalbimdeki boş rafları da dizer miydi? Dizmezdi, buna onun yılgın gözlerine bakınca karar verdi. Hepimizin gözleri yılgındı. Yılgın gözlerimizin içinde yatan umuttan başka bir yerde bahsedeceğim, şimdi bardak almalıyım. Yılgın gözlü kıza bardakları sordum, “İlk sola dön dedi sonra, yok yok orda değildi dedi,” sonra orada olduğuna karar verdi. İlk soldaki rafa döndüm yüzümü. Şiir dizesi gibiydi raflar, ilk rafı kesinleşmiş ama sonu tebessüm ettiren bir istikrarsızlığı çağrıştırıyordu; Sylvia plath mıydı yoksa Gim so vol müydü işte o belirsizlikle karar verdim hangi bardağı alacağıma.
İnce beli, geniş bedeni olan o bardak çağırdı beni. İlk dizesinden belliydi içime ışık bırakacağı. Çamurla ışık karışınca Nazım’ın aşkı da belirir miydi içimde diye düşünmeden edemedim aslına bakarsanız. Aşka ihtiyacım vardı benim. Aklımın uçup gittiği yerlerde kuşlar uçardı belki o zaman, o zaman kesik başlı hayvanlar canlanıp yapma demezdi bana. Oysa hiçbir cinayette payım yoktu. Kim demişti payım olduğunu. Parklardaki plastik kaydıraklardaki elektriklenmeyi de ben yapmamıştım ama tüm anneler bana düşmandı, suçum olmayan yalnızlıklardan da ben sorumluydum. Bitmiyordu suçlamalar. Yılgın gözlü kızın annesi de kızgındı bana, terk edilsin diye âşık ol dememiştim ki ben onun kızına. Hem kim terk edilmek için âşık olurdu ki. Ayıptı, günahtı benim suçum yoktu. Bardak lazımdı bana, ben sadece bardak almaya çıkmıştım. Bunca suçlamayla eve geri dönemezdim, ilk karakola gidip suçsuz olduğumu anlatmalıydım. Benim suçum yok demeliydim. Komiser dinler miydi beni? O da beni suçlarsa ne yapacaktım ben. Kalbimden dumanlar çıkardı benim, motorum bozulur, gözlerim yağ sızdırırdı. Korku ne yapmazdı ki insana; şiir yazdırır, şarkı söyletir, resim yaptırır, cinayet işletir, iftira attırır, tir tir titretirdi. Korku, başa bela bir düşman olarak hayatımızın bir köşesinden bizi dikizlerdi boyna. Boyu devrilesice. Bardakları alıp eve dönmem lazımdı, beni bekleyen işler vardı, mesele bembeyaz boyalı duvara bir tablo asacaktım bugün, salı pazarının geriye kalan çöpleri arasında bulmuştum o tabloyu. Bir cinayet tanığına benziyordu o tablo. Fırça darbeleri cinayeti gördüğünü kapatmaya yetmemişti, ben size diyim. Eve gidince alacağım hemen yoklamayı. Bardakları poşete koyan kasiyer kıza baktım, tırnak uçları yenmişti, gözünün kenarında da yavru bir sincap vardı. Ne severdim sincapları. Çıkardıkları kıtır kıtır sesler bana hep dünyanın fındık tanesi kadar küçük olduğunu anımsatır. Yüzünde yavru sincap gezen kasiyer kızın bakışlarında bir tuhaflık vardı. Kırık ayna parçaları ışıldıyordu sanki göz bebeğinde. Çok mutlu olmakla delirmek arasındaki o yerdeydi sanki. Bardakları hızlıca poşetledi, bir çift laf etmeme fırsat vermeden gönderdi beni marketten.
Çıktım.
Evde beni bekleyen işler, çözmem gereken bir cinayet vardı.
DEVAM EDECEK…
- Polisiye Sesler: Alper Canıgüz - 20 Mart 2024
- Polisiye Sesler: Halis Dokgöz - 13 Mart 2024
- Polisiye Sesler: Timur Soykan - 6 Mart 2024