Bu hafta sevgili Aslı Aktümen ile biraraya geldik. Bir demet kahkaha, bir kucak hüzünle konuştuk uzun uzun. Aslı Aktümen hem insana dokunan bir psikiyatrist hem de kalemi oldukça çarpıcı bir yazar. Ben kitaplarını okurken etkilendim, çünkü kaleme aldığı her hikaye aramızda geziyor, duraklarda, parklarda, ışıkları sönmeyen evlerde. Aslı Aktümen’in gülümsemesinin altında duran küçük kız çocuğunu da selamlıyorum elbette. Hüzün ile çocuk birdir zannımca, kalabalıktır çocuk Aslı Aktümen de öyle, o hüznü ve kalabalığı küçük bir söyleşi ile böldüm. Keyifli okumalar.
Sevgili Aslı hanım, bize kendinizi nasıl anlatırsınız?
Psikiyatri uzmanı ve psikoterapist olarak çalışıyorum, yaklaşık yirmi yıl olmuştur. Kendi özel muayenehanemde, öncelikle psikodinamik odaklı psikoterapi yaklaşımını benimseyerek danışanlarımla çalışmaya başladım. Ardından değişen zaman, isteklerin ve ihtiyaçların farklılaşması, en önemlisi de artan bilgi kirliliğinin önüne geçmek için farklı psikoterapi yöntemleri kullanmaya başladım. Yani klasik psikiyatri uygulamalarının yanı sıra, sanat terapisi ve sinema terapi gibi yaratıcı terapi yöntemlerini de uygulamaya özel önem verdim. Grup terapileri düzenliyorum ve bu gruplarda sanatın iyileştirici gücünden yararlanıyorum. Aynı zamanda mesleki bilgi ve deneyimlerimi paylaşmak amacıyla çeşitli kongrelerde sunumlar yapıyor ve kurumsal eğitimler veriyorum. Bu sayede hem kendi gelişimimi sürdürüyor hem de meslektaşlarımla bilgi alışverişinde bulunma fırsatı yakalıyorum.
Etkileyici. Psikoloji ile sanatın derin bir ilişkisi var, biz bunu kendi aramızda “Yazınca rahatlıyorum, çizince rahatlıyorum, izleyince rahatlıyorum” diye kodluyoruz. Bir psikiyatrist olarak ne dersiniz bu kodlamalara?
Bu konudaki düşüncelerimi ve klinik deneyimlerimi üç farklı kitabımda derinlemesine ele alma fırsatı buldum. “Bir Psikiyatristin Sinema Defteri” adlı kitabımda, sinema sanatının ruh sağlığı üzerindeki etkilerini ve film analizlerini detaylı bir şekilde inceledim. “Bilinçdışı Öyküler Sulu/Boya” isimli eserimde, farklı öykülerin psikolojik boyutlarını ele aldım ve sanatın iyileştirici gücünü yazınsal bir perspektiften değerlendirdim. “Beş Ses Bir Sır” adlı romanımda ise tüm bu birikimlerimi kurgu dünyasında harmanladım.
Sanatın her formu, insanın kendini ifade etmesini ve iç dünyasını dışa vurmasını sağlayan benzersiz bir yoldur. Aslında bilinç dışını açığa çıkaran iki farklı ve pratik yöntem vardır, birisi psikoterapi, diğeri ise sanat. O yüzden sanat terapisi farkında olmadan direk bilinç dışını açığa çıkarmaya yarar. “Rahatlıyorum” kodlaması aslında çok yerinde bir tespit. Çünkü sanat, bilinçdışı süreçlerimizin güvenli bir şekilde dışavurumunu sağlar. Yazarken düşüncelerimiz netleştir, çizerken duygularımız somutlaştır, izlerken ise başkalarının deneyimleri üzerinden kendi yaşantılarımızı anlamlandırıyoruz.
Sanat iyileştirir, birleştirir, onarıcı gücü büyüktür. Siz sanatı danışanlarınız üzerinde nasıl bir biçimde kullanıyorsunuz?
Psikodinamik yaklaşımı temel alarak yürüttüğüm terapi süreçlerinde, sanatı çok yönlü bir araç olarak kullanıyorum. Özellikle grup terapilerinde, sanat terapisi ve sinematerapi tekniklerini aktif olarak uyguluyorum. Örneğin, bir film gösterimi sonrasında grup üyeleriyle birlikte detaylı analizler yapıyor, karakterlerin psikolojik süreçlerini tartışıyor ve kendi yaşamlarıyla bağlantılar kurmalarını sağlıyorum.
Sanat terapisi seanslarında, danışanların resim, çizim gibi görsel sanat çalışmaları yapmalarını teşvik ediyorum. Bu çalışmalar sırasında ortaya çıkan ürünler üzerinden duygusal süreçleri keşfediyoruz. Bazen bir renk seçimi, bazen bir çizginin şiddeti, kişinin iç dünyasına dair önemli ipuçları verebiliyor. Sadece görsel sanatlar değil, öykü yazmak, drama kullanmak, müzik dinlemek ve dinlediğimiz müzikleri duygular ile pekiştirmek gibi bir çok farklı sanat dalını, hem bireysel hem de grup şeklinde gerçekleştirdiğim sanat terapisi uygulamalarında kullanıyorum.
Danışanlarınız iyileşirken genelde sanatın hangi alanından destek alıyor, sinema, edebiyat, resim..?
Klinik deneyimlerimde en çok sinema sanatının terapötik etkisini gözlemliyorum. Yaklaşık 5 yıldır 2 haftada bir 90 dakikalık sinematerapi grup terapileri yapıyoruz. Özellikle bu oturumlarda, danışanların kendilerini karakterlerle özdeşleştirmeleri ve kendi yaşam hikayelerini bu karakterler üzerinden anlamlandırmaları oldukça etkili oluyor. İkinci sırada resim ve çizim çalışmaları geliyor – özellikle grup terapilerinde resim yapmanın, duyguları ifade etmede güçlü bir araç olduğunu görüyorum. Edebiyat alanında ise öykü yazma ve okuma çalışmaları, kişinin tamamen kendisi ile yalnız kalarak kendi içine baktığı söylemlerden oluşuyor. Ve bazen yazan kişi bile çıkan okuma metnine şaşırıyor. Burada sıralama yapmak uygun olmaz.
Çünkü tamamen grubun ya da kişinin altta yatan kişiliğine ve durumun dinamiğine göre o an seçilen bir yöntem oluyor. Her danışanın bireysel ihtiyaçları bazen ilgi alanları, bazen de çok yabancı bir alanın cazibesi doğrultusunda farklılık gösterebiliyor.
Sanatın danışanlarınız üzerinde gözlemlediğiniz etkisini nasıl tarif edersiniz?
Sanatın hastalarım üzerindeki etkisini “katmanlar halinde açılan bir çiçek” gibi tarif edebilirim. İlk aşamada, genellikle bir direnç ve çekingenlik görüyorum. “Ben resim yapamam”, “Yaratıcı değilim” gibi önyargılarla geliyorlar. Ancak süreç ilerledikçe, özellikle grup terapilerinde, bu direncin yerini merak ve keşif duygusu alıyor.
En çarpıcı etkiyi, danışanların kendi içsel süreçlerini sanat yoluyla dışsallaştırdıklarında görüyorum. Örneğin, kelimelerle ifade edemedikleri bir travmayı resimle anlattıklarında, ya da bir film karakteriyle özdeşim kurarak kendi hikayelerini yeniden anlamlandırdıklarında, gözle görülür bir rahatlama ve farkındalık yaşıyorlar. Bu süreç sadece terapötik değil, aynı zamanda özgürleştirici ve güçlendirici oluyor.
Neden edebiyatı, yazmayı seçtiniz?
Edebiyatla olan ilişkim, aslında mesleğimi seçme nedenlerimle çok paralel. İnsan ruhunun derinliklerine olan merakım, hem psikiyatri hem de edebiyat alanına yönelmeme neden oldu. Edebiyat, benim için sadece bir hobi değil, aynı zamanda kendi iç dünyamı keşfetme ve ifade etme aracı. Belki de benim için bir nevi psikoterapi. Ben de yazarak rahatlıyorum kısacası.
Psikolojik açıdan baktığımda ise edebiyatın benim için bir “güvenli alan” oluşturduğunu söyleyebilirim. Terapist olarak pek çok ağır hikaye dinliyorum ve bunları taşımak, işlemek gerekiyor. Yazmak, benim için bu hikayeleri anlamlandırma ve dönüştürme sürecinin önemli bir parçası. Aynı zamanda, kendi duygusal süreçlerimi de yazarak işliyorum. Bu anlamda edebiyat hem bir kişisel terapi hem de profesyonel gelişim aracı. Benim yazdıklarım da benim bilinç dışım aslında. O yüzden öykü kitabımın adı, “Bilinç Dışı Öyküler!”
Ursula K. Le Guin “Okunmayan öykü öykü değildir; kâğıt hamuru üzerine düşmüş küçük kara işaretlerdir yalnızca. Okur, okuduğu zaman canlandırır onu; yaşayan bir şey, bir öykü kurar.” diyor katılır mısınız?
Le Guin’in bu sözüne kesinlikle katılıyorum. Bu söz bana psikoterapideki “karşılıklı etkileşim” kavramını hatırlatıyor. Nasıl ki terapi sürecinde danışan ve terapist arasındaki etkileşim yeni anlamlar ve iyileşme yaratıyorsa, okur ve metin arasındaki etkileşim de benzer bir yaratıcı süreci tetikliyor.
Her okur, kendi yaşam deneyimleri, duyguları ve birikimi ile metni yeniden yorumluyor. Bu yüzden aynı kitabı farklı zamanlarda okuduğumuzda farklı şeyler bulabiliyoruz, çünkü biz değişiyoruz ve metinle kurduğumuz ilişki de değişiyor. Bu açıdan bakınca, bir öykü ancak okunduğunda ve okuyucunun zihninde yeniden kurulduğunda gerçek anlamını buluyor.
Beş Ses Bir Sır, Biliç Dışı Öyküler – Sulu Boya, Bir Psikiyatirstin Sinema Defteri, üç kitabınız var. İki öykü kitabınızda da anlaşılır, yalın, gerçek bir dil kullanmayı seçmişsiniz. Gerçek hikayeler mi yazdıklarınız?
Kitaplarımdaki öyküler, yaşamın içinde biriktirdiğim hikayelerin, dinlediğim seslerin ve tanık olduğum anların birer yansıması tabi ki… Her birimizin hayatında öyle anlar vardır ki, bir kahve sohbetinde, uzun bir tren yolculuğunda ya da bir dostun evindeki akşam sofrasında paylaşılan hikayeler ruhumuza dokunur, içimizde yankılanır ve zaman içinde kendi hikayemizle harmanlanır. Duyduklarımız sözlerimizin bir parçası olur.
“Beş Ses Bir Sır” da, şehrin koşturmacası içinde birbirine değen, kesişen yaşamların izini sürdüm. İnsanların umutları, hayalleri, kırgınlıkları… Aşk evlilik ve sadakat hakkında kısa bir roman yazdım. Her karakter kendisini anlatıyor. Ama hepsi haklı. Çünkü her zaman herkes haklıdır! “Bilinç Dışı Öyküler – Sulu Boya”da ise daha çok yıllar içinde zihnimde biriken ve olgunlaşan hikayeleri kaleme aldım. Dediğim gibi benim bilinç dışımı süpürdüm biraz… Ama kesinlikle son dönem de popüler olan bazı meslektaşlarım gibi, hasta öyküsü yazmıyorum. Yazmayı da, danışan dan izin bile alınsa, etik bulmuyorum. Ben hekimim. Hekimlik hasta sırrı tutmak üzerine kurulur ve zaman bunu değiştiremez!
Yalın ve anlaşılır bir dil kullanmayı tercih ettim, çünkü hayatın en derin, en karmaşık duyguları çoğu zaman en sade ifadelerde kendini buluyor. Bazen okurlardan, hocam aynı ben, şeklinde geri bildirimler alıyorum. Bunun iki temel sebebi var. Birincisi karmaşık bir dil kullanmadan okuyucuya dokunmak, ikincisi ise inanın yaşamlar o kadar da farklı değil. Zengin, fakir, eğitimli, okuyamamış, bağımlı, depresif ya da obsesif… İnsanları ne kadar ayırsak ta; aşk aynı aşk. Hüzün aynı hüzün, ihanet aynı ihanet…
Edebiyat sizin kariyer öykünüzde nasıl bir yerde duruyor?
Edebiyat, benim için Ankara’nın yokuşlarında Murathan Mungan okuyarak başladı. O dönem otobüste, evde, okulda, yürürken bile kitap okurduk. Çantamızda defter ve kalem, mutlaka bir sinema ya da tiyatro bileti koçanı, okuyacak bir kitap olurdu. Ve o kitaplar ile uyurduk, o kitaplar ile uyanır, onların içinden geçerek yaşamda var olurduk. Kısaca okuma ve yazma sevdalısı olma halim, ta o zamandan beri var, çocukluktan. Tutulan günlükler de hala duruyor, çantamda defter ve kalem kutuda. Kütüphanede fazla oturunca, o dönemden yazmaya başladığımı hatırlıyorum mesela. Biraz rahatlamak için öykü ya da şiir yazardım. Sonra da ders çalışırdım.
Tıp fakültesi bitip de uzmanlık seçme kısmında ise bütün tercihlerim psikiyatriydi. Şu açıdan gerçekten çok şanslıyım, çok az insana kısmet olacak bir kader çizgim oldu. Yaptığım mesleği çok sevdim. Hala da büyük bir tutkuyla yapıyorum. Çünkü insan seviyorum. İnsanı ve onun hikayesi sevmek; beni iyi bir psikiyatrist yaptı. O yüzden hep söylerim, bir kez daha dünyaya gelsem yine doktor ve yine psikiyatrist olurum. Ama kendimi rahatlatmak belki de onarmak için yazma halim, meslek hayatımın başından beri, klinik gözlemlerimi ve deneyimlerimi edebi bir forma dönüştürme haline döndü belki de zaman içinde. Yani edebiyat sayesinde, vakalarıma daha geniş bir perspektiften bakabiliyorum ve insan psikolojisinin farklı katmanlarını keşfedebiliyorum. Aynı zaman da kendiminde…
İnsan ile temas eden her alanın sanat ile temas etmesi gerekir mi sizce?
Kesinlikle gerekir diye düşünüyorum. Çünkü sanat, insanı anlamanın ve onunla iletişim kurmanın en evrensel yollarından biri. Sanat, duyguları, düşünceleri ve deneyimleri aktarmada kullandığımız dilden çok daha kapsayıcı ve derinlikli bir iletişim aracı. İnsan ile çalışan her meslek grubunun – eğitimciler, sağlık çalışanları, sosyal hizmet uzmanları – sanatın bu dönüştürücü gücünden faydalanması, hem kendi mesleki gelişimleri hem de hizmet verdikleri kişiler için çok değerli. Ve bunu sözel olarak anlatması çok zor ama gerçekten inanılmaz bir birleştirici özelliği var! Yüzbinlerin aynı şarkıda duygulanması; buna sadece küçük bir örnek. O yüzden sanat, insanı anlama ve ona dokunma konusunda bize benzersiz imkanlar sunuyor. İyi ki sanat var! Unutmayın sanat her zaman çoğu şeye iyi gelir. Sadece unutmadan yaşama dahil etmek yeterli!
Çok teşekkürler samimi yanıtlarınız için.
Sevgili Yasemin hem soruların için hem de varlığın için çok teşekkür ederim.
Yasemin Seven
- Sanat Nasıl Şifalandırır? - 17 Nisan 2025
- Polisiye Sesler: Alper Canıgüz - 20 Mart 2024
- Polisiye Sesler: Halis Dokgöz - 13 Mart 2024