Şehir bir şeyler saklıyor, gizliyor. Arkasını dönmüş, sırt çevirmiş; ancak uzun boylu binalar görünüyor buradan. Sakin bir deniz gibi, gri-beyaz örtüsüyle kapatmış her yanı. Arabaların farları, dükkânların neon tabelaları, billboardların titrek ışıkları boğuk parıltılarla belli oluyor. Ne olduğu anlaşılmayan, buraya ulaşana kadar can veren, tuhaf sesler geliyor. Canlı bir organizma bu şehir. Her şehir gibi bir şahsiyeti var. Ankara sessiz. Ankara kasvetli. Ankara yorgun. Uğraşmak istemiyor. Göstermek istemiyor. Konuşmak istemiyor.

O akşam “Bu yüzden,” demişti Saadet. “Hep böyle yapıyorsun.”

“Ne yapıyorum?”

“Korkuyorum senden.”

“Neden?”

“Gözlerini kırpmıyorsun çünkü.”

Fark edip gözlerini kırpıştırmıştı. Camdaki yansımasına baktı. Gözlerini kırpıştırdı.

“Ben farkında değilim. Farkına varamıyorum.”

Manzara iyi değildi. Muhabbet sarmıyordu. Ortam kalabalıktı. Dedikodu. Fısıltılar. Kaçamak bakışlar. Kahkahalar. Tepki arayan gözler. Zeki Müren çalıyordu. Gitme. Sana muhtacım.

Rakı güzeldi.

Saadet güzeldi.

“Yine yapıyorsun.”

“N’apıyorum?”

“Gözlerini kırpmıyorsun.”

“Sana bakıyorum. Alamıyorum kendimi.”

Saadet acır gibi güldü. Boynunu yana büküp öyle baktı. Birileri pahalı mekânın mozaik sahnesinde slow-dans ediyordu. Panoramik camların ardında sis başlıyordu.

Gitme.

Beni öldür öyle git.

Saadet telefonunu çıkardı. Kilidi açtı. Bi’ appe tıkladı. Aşağı yukarı kaydırdı. Kilidi kapatıp tekrar cebine koydu.

“Alışmışız,” dedi Uğur.

“Neye?”

“Böyle alıp bakıyoruz bi’. Sonra koyuyoruz cebe. Alışmışız Saadet.”

Saadet omuzlarını silkti. “Hoşbeşi hiç beceremiyorsun.”

“Beceremiyorum di mi?”

Saadet rakısını yudumladı.

“Sis indi ya.” Uğur camların ardını işaret etti.

“İndi Uğur.”

“Bu sis soğuğu alıyormuş.”

Saadet bir şey demedi.

“Bir yağmur yağsa dağılır aslında,” dedi Uğur.

“Gök gürlüyor.”

“Çok güzel çalıyor.”

“Sen Zeki Müren sevmezsin.”

Uğur iç çekip gözlerini önüne düşürdü. “İlk birkaç kadehte kafa açıyor bu meret. Çünkü zihin ilkin savaşmak istiyor ya. Sonra seni kendi etkisi altına alıyor. Öyle hülyasına kapılıyorsun.”

“Kimden bahsediyorsun?”

“Rakıdan…”

Dönüp sahneye baktı. Emel, yaz elbisesini savurarak kendi kendine dans ediyordu. Şarabını bitirmiş, boş kadehi sallıyordu.

“Mesela ben dans gibi diyorum ama Saadet mesela yaratıcı yazarlık kursu olabilirse…”

“Tabii abi bu devirde insanın kendine zamanı kalmıyor ki. Kendine zaman ayırmak için randevu alıyorsun böyle. İnsan mecbur kalınca ancak…”

“Her şey olabilir yani. Ben aşçılığa da diyorum ama onun daha ziyade okulları falan olduğu için…”

“Pastacılık var abi. Cupcake yaparsın, muffin yaparsın…”

Saadet telefonuna bakıyordu. Uğur masada dönen konuşmayı dinliyordu. Emel, masa örtüsü ile oynuyordu.

“Ben az bi’ hava alayım,” dedi Uğur, iki parmağını dudaklarına götürüp hayali bir sigara tüttürdü. İpek, UV camlı şişenin dibindeki şarabı kadehine boşalttı.

Saadet hiçbir şey demeden geldi. Uğur gayri ihtiyarı çakmağını çıkarıp yaktı kadının sigarasını. Öyle şehri izlediler bir süre, beyhude.

Uğur sigarasından bir soluk aldı. Gülümsedi. “Buradan,” dedi, “…kendimi attım mesela… üzülür müsün?”

Saadet kısa bir bakış attı Uğur’a. “Saçma sapan konuşma Uğur ya…”

“Üzülür müydün çok merak ediyorum.”

“Niye?”

“Çünkü mesela şimdi üzülüyorsun ama…” iç çeker gibi güldü, “…mesela hiç üzülmüyoruz gibi hemen unutuyoruz. Ben bizim yas tutmayı bilmediğimizi düşünüyorum.”

“Kim biz dediğin?”

“Ne bileyim işte herkes.”

Saadet sigarasının küllerini gri şehrin üstüne savurdu.

“Nasıl tepki vereceğimizi tam bilmiyoruz gibi geliyor,” dedi Uğur. “Herkes çok farklı tepki veriyor gibi…”

Ölenle ölünmez.

Başınız sağ olsun.

“En çok da yas tuttuğumuz şeyi kendimiz yaşasak ne olur mesela onu düşünüyoruz.”

“Yas tutmanın beş evresi var,” dedi Saadet.

“Biliyorum.”

“Herkes başka birini yaşıyordur.”

“Ne gibi?”

“Aynı şeye farklı tepki veriyorlar. Doğal…”

“En zoru hangisi sence?”

“Bilmem… Son aşama bence.” Uğur’a baktı. “Kabullenmek.”

Uğur güldü. “Bence değil. Bence ilk evre en zoru. İnkâr en zoru. Çünkü oradan çıkabilmen için umutlarından vazgeçmen lazım.”

Saadet yine çok manidar baktı.

“Başlama yine Uğur.”

“Şimdi ben umutlarımdan vaz mı geçeyim yani, bilmiyorum.”

Saadet burnundan soludu.

“Bak son derece ciddi söylüyorum şimdi desen ben bir lafına Emel’i bırakırım.”

“Uğur yapma n’olursun ya…”

“Ya ne diyorum kötü bir şey mi diyorum?”

“Aynı şeyleri söyleyip duruyorsun.”

“Sen şimdi o yavşakla mutlu olduğunu düşünüyorsun…”

“Düzgün konuş Uğur.”

“…ama kendini kandırıyorsun.”

“Ben mi kendimi kandırıyorum?”

“Evet.”

“Uğur uzadı bak bu artık…”

Sonra sustular. Sigaralarını içtiler. Şehrin siluetine baktılar. Ankara’nın bir yere gittiği yok. Yüzbinlerce kavga görmüş geçirmiş, bu lafları kim bilir kaç kere dinlemiştir. Ama ne düşünüyor? Kimin tarafını tutuyor? Kim kimin tarafını tutuyor ki? Herkes bencil. Herkes kendini düşünüyor.

İnanıyor musun?

İnanmak istiyorum.

“Ben artık görüşmek istemiyorum,” dedi Uğur.

“Olur.”

“Böyle kötü hissediyorum.”

“Tamam.”

Biraz daha sessizlik. İçerden gelen müziğin hafif mırıltısı. Tabak çanak sesleri. Bir konfeti patladı. Alkışlar. Kahkahalar. Canlı müzik sahnede yerini alacak. Eğlenilecek gülünecek. Herkes çok mutlu. Herkes çok gergin. Herkes alabildiğine düşünceli. Pasta geliyor. İyi ki doğdun Ayşegül. Ay canıııım… Ne gerek vardı?..

“N’oldu bize?” dedi Uğur. “N’aptık, n’oldu? N’oldu Saadet?”

“Sen ne istediğini bilmiyorsun,” dedi Saadet.

“Ben seni istiyorum.”

“Sen ilerlemek için benim gibilere ihtiyaç duyuyorsun.”

“Nereden çıkarıyorsun ya? Ne alâkası var ya?”

“Kızı üzüyorsun. Üzme kızı.”

“N’aptın sen bize Saadet?”

“Sus tamam Uğur…” Sigarasını tırabzanların üstünde söndürdü. “Görüşmeyelim dedik görüşmeyelim.”

Çantasında bir şeyler karıştırdı. Sonra içeri döndü. Uğur biraz daha bekledi.

Şehre döndü. Baktı öyle. Yüzündeki kaslar oynamadan güldü. “Kim lan?.. Bi’ tane sikindirik psikolog dedi diye…” Sigarasından derin bir soluk çekti. “İnkâr,” diye fısıldadı. “İnkâr amına koyim… İnkâr mı ediyorum… Kim karar veriyor lan?..” Kafası iyiden güzel olmuştu.

Gitme desem?

Muhtacım desem?

Kustu hepsini Ankara’nın üstüne.

Çıkarken Emel’e “Ben seni bırakayım,” dedi Uğur. “Bizim Murat’ların anneleri geliyormuş. Havaalanından alınacakmış. Arabaları yokmuş. Alırım dedim. Ayıp olur. Şimdi havadaymış.”

“Nereden geliyormuş?”

“İstanbul’dan.”

“Ne için?”

Uğur dudaklarını büzdü, bilmem der gibi.

Emel’in yanakları soğuktan ya da şaraptan kızarmıştı. Kollarını önünde kavuşturmuş, paltosuna sarılmıştı. Adımlarıyla asfaltın kenarındaki donmuş yosunları eşeledi.

“Ben bırakırım seni. Oradan geçerim.”

“Gelecek misin sonra?”

“Yok.”

“Niye böyle yapıyorsun?”

“N’apmışım?”

“Yalan söyleme.”

Uğur sigarasından derin bir soluk aldı. “N’apıyorum ben? N’apmışım?”

“Yalan söylüyorsun.”

Sessizlik.

Az sonra vale, aracı getirip kapıyı açtı. Emel, valeye taksi çağırmasını söyledi.

“Sen n’apıyorsun şimdi?” dedi Uğur. “N’apıyorsun amacın ne? N’apıyorsun yani şimdi gece gece? Niye sorun çıkarıyorsun? Kavga mı edelim?” İzmariti asfalta fırlattı. Kıvılcımlar etrafa uçuştu.

Az ötelerinde Saadet’le erkek arkadaşı gri bir sedana biniyorlardı.

“Biner misin? Geç kalıyorum. Biner misin? Bak ben geç kalıyorum.”

“Yalan söyleme. Yalan söylüyorsun hep…”

Gözlerindeki akkor şüphe. Ayazda gergin bekleyiş. Ay gökyüzünde saklanmış bir yerlere. Görünmüyor. Sis var. Sokak lambalarının titrek ışıkları kızın gözyaşlarını gizliyor. Gökyüzü Uğur’a kükrüyor. Dönüp tekrar Saadet’le satış temsilcisi sevgilisine bakıyor. Üç numara filmli polarize camların ardında bir kadın ince sigarasını tüttürürken gözleri tütünün yalazıyla aydınlanıyor.

Şimdi bomboş ellerim.

Beni öldür öyle git.

Latest posts by Kasvet Ulu (see all)
Visited 55 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version