Yazar: 20:42 İnceleme, Kitap İncelemesi, Roman

Ruhumuzdaki “Ev”: Ev Roman İncelemesi

Bütün şehirlerden daha yalnız olduğumu anımsadığımda zamana bir yolculuk çiziyorum ama; asıl yaşam o yolculuktaki arayışımda başlıyor. Evler, dışarıdan mutlu fakat içeriye girildiğinde yalnızlığın sana sarılınca; bırakılmışlığını, sıkışmışlığını, aidiyetinden koparıldığını hatta unutulmuşluğunu da unuttuğunu hatırlatıyor. Bir balkonda umut yeşertemediğim zaman, merdiven altına gizlenmiş çocukluğumun elinden tutuyorum. Ruhu adressiz insanlar gibi büyük bir bavula itaat ettiğim günlerde, sokaklar daha bağışlayıcı oluyor. Kalmak istediğim yerlere gitmekten yorulmuyorum hiç. Bavulumu çekiştirmiyorum, gideceği yerleri, tanışacağımız insanları, ve varmayı hayal ettiğimiz evi biliyor ve orada kimi bulacağımızı da. Böyle terk edilmiş bir Cumartesi sabahı, Nermin Yıldırım’ın Ev romanını elime aldım. Yazar, 2021 yılı “Duygu Asena Roman Ödülü”nü kazanmış kitabının kapağındaki yumağı, kitabın derdiyle evimin içine yuvarlamıştı. Gölge bir okur olarak, yumağı elime alıp sokağın başında beni bekleyen Seher’in hikâyesine tutunmak için evden çıktım.

Roman kırklı yaşlarına yakın ana karakter Seher’in, bir sırt çantasıyla, Hristiyanlıkta Hac yolu olarak görülen Portekiz’in Porto şehrinden Santiago’ya bir yolculuğa çıkmasını konu alıyor. Ana eksende bu iskelete tutunacak iç içe örülmüş olaylar yazarın usta kalemiyle sayfalarca çözülecektir. Seher’in çocukluğuyla yüzleşecek, hesaplaşacak, bu yolculuk esnasında yaşayacağı maceralar, tanışacağı yabancılar karşısında, sancılı ve sarsıntılı yaşamının ardında duran bu kadının varoluş öyküsüne eşlik edeceğiz. Yolculuğun bize ayna gibi yansımasının altında yazarın gerçek yaşamında da böyle bir yolculuğa çıkmasının nedeni yatar. Bir röportajında, “İki sene önce ben de yanımda bir arkadaşım, sırtımda bir çantayla hiçbir vasıtaya binmeden Portekiz’den İspanya’ya dek günlerce yürüdüm,” demiştir. 

“Ben çıkıp bi yürüyeyim,” diyen akortsuz  tipler vardır ya, işte onlardan biriyim. Fakat flanözlüğe hevesli bir şehir zibidisi ne kadar ileri gidebilirse ancak o kadar gidebilirim.” (S.15)

Ana karakterimiz Seher, annesi tarafından terk edilmiş, dedesinin ölümüyle beraber bir ev gerçeğinden koparılmış, babasının yanına gitmemek için başka başka akrabalarının evinde yaşamış bir çocukluğun esiri. Bu yüzden kendi benliğini bulamamış bir bireyin hiçbir eve ait olamayışının arayışında bu yolculuk hem bir kaçış hem de bir buluştur. 

“Çocuklar bulunmak için saklanır yakalanmak için kaçarlar.” (S.30)

Yıldırım, konu olarak  insanı ele almayı seviyor. İnsanın bir diğer insana dokunuşunu, birbirine bıraktıkları izleri, bireyin yalnızlığını, bırakılmışlığını,  kayboluşunu bununla beraber yalnızlık sanrılarını hatta aidiyetsizliğini de. Aidiyetsizlik duygusunu romanında o kadar iyi içselleştiriyor ki karakterle birlikte okurda da bir sarsıntı yaratıyor. Eminim herkes çocukluğundan kalmış bir yarayı Seher’in bir yarasıyla buluşturup bu yolculuktan dönmek istemiyor. Hatta onunla birlikte iyileşmeyi diliyor. Okur, roman boyunca yolculuğun sonunu merak ediyor. Seher’in yola çıkmak için gizemli bir planı var. Yolun sonunda Üniversite arkadaşı olan Kader’le buluşarak Finisterra’ya geçmek. Onun anlattığına göre, Santiago yolunun sonunda dünyanın da sonuna gelindiğine ve okyanus kıyısında  var olan bir kasaba ve bir deniz fenerine rastlanılacağına inanılıyor. Kaderin hikayesini de hayal kırıklıkları ve pişmanlıklarla taşıyacak olan Seher, bu yolculuğu tamamlamakta kararlı.  Bizler onun yalnızlığında sürüklensek de yazar bizi, Seher’in yanında iyi huylu, gerçek dost Ogo’yla karşılaştırıyor. Seher ve Ogo birbirine çok zıt karakterler. Ana karakterimiz, her ne kadar toplumdan soyutlanmış olsa da, onlardan çocukluğundan bu yana göremediği sevginin ve bulamadığı aidiyetin intikamını yalnızlığıyla ve bir kaçışla almaya çalışsa da insanlardan kaçamayacağını; bu toplumun bir parçası olduğunu/olduğumuzu unutturmamaya çalışıyor. Hepimiz kalabalığın arasındaki yalnızız. Seher’in nefreti, hırçınlığı ve kırgınlığı Ogo’ya değil. O, insanlardan gelen tüm uyarılara kendini kapatmış, ön yargılarını zırh edinmiş bir uyumsuz . Elbette bunun arkasında keşfedilmemiş  yaralı bir ruh yatıyor. Ogo’yu yanında hem istiyor hem de istemiyor gibi hissediyoruz. Aslında yazar burada empati yeteneğimize sesleniyor. Kafamızdaki odalarda gizli kalmış çekmecelerdeki ön yargılarımızı çıkartıp kırıyor ve bizi kendimizden özgürleştiriyor. Cesaretimizi çağırarak insan ruhunu kendi yolculuğuna çıkartıyor. Bir fotoğrafta bile iz bırakamayacağına inanacak kadar kayıp bir kadını anlamamızı sağlayarak Seher’in imdadına Ogo’yu gönderiyor. Ogo, bizim hem iyi insanların varlığına inancımızı kaybetmememizi sağlıyor hem de vazgeçmeme kavramının vücut bulmuş hali. İyi kalpli Ogo, ana karakterimizin öfkesini yumuşatmaya çalışıyor. Seher’in derinlerine inecek olursak, küçük yaştan terk edildiği için sevilmeyi bilmiyor. Fakat insanın doğasında sevmek dürtüsü de bunun ardını kovalıyor. Sevmeyi başarırsa, bununla beraber gelen bağlanma duygusu onu korkutacak. Bağlandığı her şeyin onu terk edeceğine tüm kalbiyle inanmış biri. Bu da kaybetme korkusunu doğuruyor. Korkmaktan korkma; korkmaktan korktuğu için yaşayamama korkusu. Bu yüzden Ogo’ya ve her şeye ön yargılı yaklaşmasına rağmen hala terk edilmiyorsa bir parça sevildiğini hissederek kendini rahatlatıyor. Yazar usulca Seher’in yaralarını sarıyor ve nereden eksildiyse çoğaltıp sevmeyi öğrenmesine yardımcı oluyor. Üstelik yazar, olaylara arada parantez açıyor; Seher’in  Ogo’yla en çok paylaştığı yemek faaliyetlerini de toplumdaki mutsuz insanların ruhlarını doyuramadığı zaman sadece bedenlerine yatırım yaparak hayattan zevk almalarına eleştiri getirmek için bu olayları tekrarlayarak gözümüze güzel bir durummuş gibi gösterip farkındalık yaratmaya çalışıyor. 

Santiago yolun sonu vurgusu sürekli düşümüzde bir yer ediniyor. Bu yolun gizemi, heyecanımızı canlı tutsa da Seher’in derdi arayışta, yolda olmakta. Bu yola bir son çizse de yolun sonundaki bilinmezlik, Seher’in yeniden doğuşu da olabilir. Burada insanın tüm çıkmazlarına rağmen hala iyileşmeyi dilediğini ve umudun bir ömrünün olmadığının da ıspatı. 

“İnsanın dönebileceği bir yerini olmamasının anlamını bilmiyordu henüz o sersem çocuk. Ya da bal gibi biliyordu da, tam da bu yüzden, orayı yitireceğini sezdiğinden dönmek istemiyordu.” (S.14)

Roman boyunca bir trenin vagonlarında tek tek dolanır gibi Seher’in beden evinde ruhuna bir yolculuk yapıyoruz. Tam bu arada yazar, bizi terapist Çiğdem Hanımla tanıştırıyor. Çocukluk travmasının etkilerini terapi yardımıyla iyileştirmek isteyen Seher’in çocukluğuna yapılan bu ani geri dönüş, fiziksel ve ruhsal yolculuk beraberinde akan hikayeler, Seher’in midyenin kabuğundan yavaş yavaş bir inci gibi doğmasını ve kıyıya vurmasını sağlayan geçmiş ve gelecek arasındaki hesaplaşmasında kesişiyor. Belleği ile baş başa kalan Seher, zihninde zamanla bir savaşa başlıyor. Ev olgusuyla beraber kendine yeni bir sığınak arayan Seher, başka başka akrabalarında yaşarken geçmişe dönük iç hesaplaşmalarıyla belleğinin ağında unutmak ve unutmamak arasında takılmış, içinde kalıplaşmış bir sürü kadını  ve karakteri soyunuyor.  Ana karakterimiz, farklı hayat görüşü ve tarzları olan insanlar tarafından yetiştirilmiş, ortada kalmış bir çocukluğa sahip. Seher,  bu terapiyle beraber geçmişine de başka bir gözle dönüp bakıyor. Akrabaları tarafından; karate, bale, folklore gönderilmiş bunların arasında neyi istedğini ve kim olduğunu bulamamış,kaybolmuş  bir birey.

“Karate ile bale arasında bir yerlerde kayboldum diyebilirim.” (S.29)

Yolu adımlarken zihninde canlanan geçmişi, yazar adeta bir ressam gibi resmediyor. Tek bir kişiden bir sürü hikayeye dahil oluyoruz. Kimlik politikalarına, kalemini bir bıçak gibi batıran yazar; kadını, kardeşliği, mücadeleyi, ayakta kalma çabasını, tüm bu sıkışmışlığın içine bir alev gibi düşürüyor. 

Bununla kalmıyor,  ardından bir yönetmen koltuğuna oturuyor. Bu kavramlar altına toplanmış; Seher, Adalet, Feribe, Süreyya… Birbirinden farklı bu kadınların benzer yaralarını siyah beyaz bir filmde bize oynatıyor. Yıldırım, aile, birey, bellek  üçgeninde işlediği romanında genel bir toplum arkeolojisini gözler önüne seriyor. Monden bir eleştiriden, birey eleştirisine uzanarak bir zeytin dalı uzatıyor. Ana karakterin ağzından anlattığı hikayeye minör karakterler ekleyerek doyumsuz bir romanla baş başa bırakıyor. Yol boyunca farklı yabancıları Seher’in ailesine ustaca katıyor. Kuş gözlemci adam, Richard, Norveçli adam, Savaşın izlerini taşıyan Boşnak Vesna ve Yakup’a ayağımız bir taşa takılır gibi takılıp kalıyoruz. Evsiz mülteciler ve ruhu evsizler. Yıldırım, geçmek bilmeyen izlerin, travmaların ve insanın yüreğine dokunuyor. Mutlulukla mutsuzluk arasında  kalmış, çağdaşlık ölçüsünü tutturamayıp çürümeye mahkum topluma işaret ediyor. 

“Anlatmak için değil, anlamak için yazıyorum,” diyen usta yazar, güçlü betimlemeler, çarpıcı metaforlarla işlediği romanında akıcı ve biraz da ironik bir dille acıyı yıkıyor diyebiliriz. Sahi tragedya da komedyadan doğmamış mıydı?

Duygu dolu kelimeleri cümlelere giydirerek hiç bitmesini istemediğimiz yolculuk boyunca, “Seher evini bulacak mı?”, “Seher’in evi neresi?” sorularını sordurturken bizi kendimizle de yalnızlaştırıyor. Herkes evden kendine ayrı bir anlam çıkartıyor. Kimine göre güvenli bir bina, kimine göre sıcak bir çift kol, kimine göre özgürleştiği yer… Kitap bittiğinde biz de kendimize soruyoruz: Bizim evimiz neresi? Bizim evimiz kim? Ya da huzur ve mutluluğu nerede bulacağız? gibi bir sürü iz düşümlerle boğuluyoruz. Her okur, kendine farklı bir ev ediniyor ve yine en çok kendine sığamıyor. Bu yolculuğun sonunda da tıpkı Seher gibi arayışımızı tamamlıyor ve o kaçtığımız yabancıyı, ruhumuzdaki evi buluyoruz: Kendimizi! 

Hepimiz, unutmak ve unutmamak arasındaki o hayal, gitmek ve kalmak arasındaki o duvar, hatta olmak ya da olmamak arasındaki o kelimeyiz.

Kitabın arka kapağında ise şöyle yazıyor: “…hayata tutunmak için inanmaya mecbur kaldığımız bütün yalanlar günü gelince açığa çıkıyor. Ve sonra biz ölmüyoruz. Daha kötü bir şey oluyor. Öğrendiklerimizle yaşamaya devam ediyoruz.” 

Ben de Seher’i çocukluğuyla taş sektirirken okyanusa, özgür rüzgara gülümseyerek bırakıyorum.  Bavulum ve ben,  yolculuğumuza bu kitaptan daha bir sürü soruyu yüklenerek daha umutlu devam ediyoruz. 

Ve tekrarlıyorum tıpkı romanın sonundaki gibi “Sabah ne güzel kelime.”

Kaynakça:Röportaj:https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/nermin-yildirim-hepimize-sicak-bir-ev-lazim-1789334

Visited 78 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version