Yazar: 18:30 Öykü

Pat

Pat, diye bekledim, aga… Tetik bir milim oynamamış. Baktım ki Furkan ellerini harmanın dikenli çitleri gibi kaldırmış, parmaklarının arasından zift gibi simsiyah, büyümüş gözlerle bana bakıyor, kıpkırmızı dudakları titriyor, zayıf omuzları bir aşağı bir yukarı dalgalanıyor. Zavallı kardeşimin bu hali cız edip iğne gibi battı göğsümün bir yerine. Silahı indirdim.

Daracık sokak boyunca koşturup geniş bir caddeye vardım. Ardıma dönemedim, bir daha ne onu ne de kendimi görmek istiyordum. Kaldırımdan telaşla geçiyor, dik dik bana bakan insanlardan kaçıyordum. Bir otobüsün tekerleri altında kalıp kurtulacaktım bu acıdan ki kıl payı kaçırdım. Beni iflah olmaz bir pişmanlığa sürükleyen kornalarıyla caddede ilerlerdi arabalar. Omuriliğime dehşet kıpırdanışları yayıldı. Karnım ağrıdı, kalbim bir aracın motoru gibi attı. Yönümü kaybetmiştim çoktan. Soluklanmak için ilerideki tahta sedirin yanına ilerledim, sahile yakın olmalıydı burası, burnuma iyot kokusu geliyordu, hava nemliydi. Yağmur mu yağmıştı dün gece? Geceyi derme çatma bir kulübede nasıl geçirdiğimi, sonra kulaktan dolma bilgilerden yola çıkarak, istemeye istemeye de olsa buraya nasıl geldiğimi bir ben bilirim. Şehir yıkanmış da anca yarım yamalak durulanmış, yerdeki metal ızgaraların çevresi su ve çamur dolu. Tahta sedirin yanında, asfaltın içine açılmış el büyüklüğündeki oyukta, birikmiş çamur ve yağmur sularının tam üstüne basınca, aksilik o ya… O zaman fark edebildim. Çektim ayağımı oyuktan, çamurda yansıyan katil suratıma, köpüklü bir tükürük fırlattım.

Tahta sedire tutunmuştum. İki büklüm yere eğilmiş soluklanıyordum. Yanımdan geçen her araçta dışarı uzanan bir kafa görüyordum. Aga. Ne yapacağımı bilemiyordum. Bu durumda ne yapılabilirdi ki? Furkan’ın leş yiyici bir akbabaya, yani insan etiyle beslenen bir vahşiye bakar gibi bakan o yabancı gözleri, beni bir mibzer gibi sıkıştırıyordu. Bir yandan ceketimin içinde, tövbe bir daha çıkartmamak üzere kabzasına koyduğum silahın soğuk, ölü metali. Hemen her şey beni tedirgin ediyordu. Yanımdan geçip giden kimseyi tanımıyordum ve kimsenin kimseye edeceği bin yıllık lafları da yoktu. Bin yıllık laflar! Diyorum aga. En çok da bu hayrete düşürmüştü beni. Şehrin bu ölçüde farklılaşması, dönüşüp başkalaşması akla hayale gelir şeyler değildi.  Eski gözden düşüyordu. Oysa yine de gazete kupürlerinden okuyorduk, tenha mahallenin birinde, kıyıda köşede ölü bedenler bulunuyordu. Gittikleri evlerde, otellerde yok olan insanları yazıyorlardı. Kırsaldan kente bir cinayet dalgası. Düşmanı çoktu Furkan’ın. Ne de olsa şehir dediğimiz şey, tezatlar arasında bir çeşit köprü, arada kalmış bir yerdi. Eski ve yeni arasında. Şimdi açıklamaya çalışırken, beni az kalsın bir katile dönüştürecek sebebi, şimdi bunları açıklarken zorlanıyor… Utanıyorum ya Furkan’dan. Aga, işte korkunç olan da bu ya. Nihayetinde taşrada büyüyen, taşrada yetişen her insan, aynı dertten mustarip. O bin yıllık düşünceler, beynimin içini kemirmeye devam eden, sıkı mı sıkı. Can acıtıcı.

Uzun uzun soluklandım. Hava çoktan kararmıştı. Sokağın başında, memleketin ölgün ve eski dünyasına açılan otobüs şirketinin derme çatma bayisi görünüyordu. Bir bilet alsam, çekip gittikten sonra, “Yok,” desem, “şehir başka. Orada kan hangi oyuktan akıp hangi bin yıllık doğruların üzerinde yükselebilir?” Açıklasam her şeyi. Okkalı bir tükürük savrulur muydu suratıma? Savrulur belki. Oysa pek de bir önemi yoktu bunun. Kapanmadan bayiye varıp bir bilet aldım. Silahın yanına, iç ceplerimden birine sokuşturdum bileti. Şehirde bir ev ayarlanmıştı, köye yolculuğum yarın öğle saatlerineydi ve bu süre zarfında, yatıya kalmam için ayarlanan eve dönmek istemiyordum. Köydeki bütün tanıdıklardan tiksiniyordum. Hem onlarla karşılaşınca, bana dikkatle bakacak ve yüzümde bir kardeşi öldürmenin acısını arayacaklardı. Yalan söyleyemeyecektim. Aga, şöyle bir etrafıma bakındım. Kalacak yeri sonra da ayarlarım, ayaklarım yorgunluktan tutmaz olmuş. Ağır ağır, bayinin çaprazında, kaldırıma arkalıksız tabureler atmış bir mahalle kahvehanesine doğru yürüdüm, içeri girdim, oturdum ve bir çay ısmarladım kendime.

Şüphem yoktu doğrusu, yaşadıklarımız daha dün gibi aklımdaydı. O gün hasadı tüccara teslim edip mevsimi kapatmanın rahatlığı ve her zamanki düşüncelerin sıkıntıları içinde, patika yolun bitişinde, gölgelik dediğimiz koca iğde ağacının altındaki taşın üstüne oturmuş gizlice içiyorduk. Tarlaların karanlığına, tekdüzeliğine bakınıyordum. Ekinler karasal iklimin soğuk rüzgarıyla idam edilmiş ölü bedenler gibi sallanıyordu. Sanki onlar da gizlice, köylülerden habersiz yapıyordu bu işi. Cırcır böceklerinin kulak tırmalayıcı sesleri sarmıştı her yanımızı. İkimiz de susuyorduk, böylece her zamankinden çok konuşuyorduk. Esasında bizi kapana kısılmış gibi hissettiren şey önümüzdeki tarlaların, dümdüz uzanmış arazinin veya köy işlerinin o bitmez tekdüzeliği değildi. Evet, gezip tozmak, yaşıtımız insanlarla gönül eğlendirmek, şehir merkezine inip kimi dostlarla sohbet etmek ve hemen her gün, merkezdeki o derbest kalabalığa karışmak, genç damarımızda akan bir istekti. Yapmıyor da değildik. Şehir günlük hayatımızın bir parçasıydı. Furkan tahsili tamamlamak için kalabalık bir mahalde liseye gidiyor, bense al-sat işlerini görüşmeye tüccarın yanına uğruyordum. Oysa sırtlarımızdaki kambur, esasen çok daha derin, güçlü ve eski bir zamandan kalma, çok daha kuvvetli ve görünmez, işitilmez, hissedilemez bir kara büyünün, eskinin ölüm büyüsünün eseriydi. Biliyorduk. Bin yıllık laflar diye adlandırdık onu. Bin yıllık laflar bu köhne köy coğrafyamızda, her taşın altından belirip, gayet tükürüklü bir sakız gibi her türlü isteğimizi, çamurlu bir botla ezip geçti. Oysa ne babam ne de annem kavrayabildi tehlikeyi, olsa olsa bin yıldır biriken ezberlerini söylediler.

Furkan ilk kez o gece, iğde ağacının dibine oturmuş, ay ışığı ile aydınlanan başaklara, tarlalara ve aralıklarla dizilen insan biçimli korkuluklara bakarken, feci bir sıkılganlık, kendini bana açar gibi olmuştu da duymazdan gelmiştim. Nasıl duyabilirdim ki? Doğruysa eğer, korkunç şeydi, korkunç bir gölge gibi düşerdi ailenin üstüne. Onun özellikle kuvvet gerektirecek, terli mi terli, pis kokulu işlerden kaçıp da sığındığı o dünyanın, bu köyde, cadı avına çıkmış köylüler tarafından ateşe verilmekten başka bir geleceği yoktu. Aga, tarlalarda tırpan tutup orak sallarken kuvvet bulan enli kollarım, kaslı bacaklarım niçin işe yaramaz, ürkek, cansız bir takım uzuv, et ve kemik şimdi? Babamın gözdesi, annemin sevgili oğlu ben, hak etmediğim bir sevgiyi kaybetmeyi mi sorun etmiştim yoksa? Furkan’ı alıp gitsem, diyorum. Taşramızda akan kan isteğinden, o korkunç cadı avından çekip çıkarsam onu. İşte o vakit, nereden gelip varıyorsa, yine o hain, kokuşmuş, bin yıllık sözler biniyordu sırtımın üstüne. Ah o bin yıllık laflar. Ah o katil laflar! Bin yıllık bir barut tüm kabalığıyla, köyden ve eskiden; Koca iğdiş ağacının kurumuş, işe yaramaz kökünden.

Geceye doğru kahvedeki gürültü azaldıkça azaldı, masalardaki hareketlilik kendini sessizliğe bıraktı. Anlaşılan burası da dışarı koyvercekti beni. Ne yapacağıma halen karar vermemiştim. Pek de bir seçeneğim yoktu. Memlekete dönüş biletini avuçlarımın içinde tutuyordum, canım katiyen köye dönmek istemiyordu. Çayın son yudumuyla çocuğun biri yanıma geldi.

“Abi,” dedi. “Kapatıyoruz.”

Dalıp gitmiş gözlerimi kaldırdım, uyuşmuş bacağımı yerinden oynattım. Ceketin içini yokladım, hâlâ oradaydı. Beni boğuyor, soluğumu kesiyordu. İşte tam da o zaman aklıma geldi. Cüzdanı çıkarıp bir yirmilik attım masaya. Sonra bir daha soktum elimi, tövbemi bozdum, kabzayı tutup çıkardım masanın üstüne ve pat diye bıraktım. Çocuğun gözleri fal taşı gibi açıldı. Sırıttım. Ceketime sarılıp dışarı çıktım.


Editör: Mete Karagöl

Latest posts by Levent Berkay (see all)
Visited 83 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version