Yazar: 18:15 İnceleme, Kitap İncelemesi, Öykü Kitabı

Olduğu Kadar Güzeldik Adlı Öykü Kitabına Bir Bakış

İlginçtir ki öykü kitabının başlığı, Yıldız Tilbe’nin attığı tweet ile ortaya çıkmıştır. Yıldız Tilbe, “Olduğu kadar güzeldik,” diye tweet atmış ve Mahir Ünsal da bunu beğenerek öykü kitabının adı yapmıştır. Genel olarak öykülerinin içerisinde büyük harf özel adlarda (yer isimlerinde ve kişi adlarında) kullanılmıştır. Fakat öykü başlığında büyük harf kullanılmamıştır. Öykülerin dili oldukça samimidir. Yaratılan kahramanlar gerçek hayattan iyi gözlemlerle seçilmiş kimselerdir. Kahramanlar, ruhsal hallerini kendi ağızlarından anlatırlarken dostlarıyla dertleşir edasındadırlar.

Mahir Ünsal Eriş ile yapılan röportajlardan yola çıkarak Olduğu Kadar Güzeldik adlı öykü kitabında kendi arkadaş çevresi, akrabaları, siyasi-politik düşünceleri ve gözlemleri sıklıkla yer almıştır. Kimi öykülerinde kişiler gerçek olaylar kurgu, kimi öykülerinde ise kişiler kurgu olaylar gerçek sarmalı yer almıştır.

Olayların tamamı birinci tekil kişi ağzından anlatılmıştır. Olaylar anlatılırken iç içe geçmiş teknikler karşımıza çıkar. Geriye dönüşler, monologlar…

Öykülerde yer alan mekânlar Eriş’in kendi memleketinden ve civarından yansımalardır. O bu durumu şöyle açıklamıştır: “Bu içimdeki Bandırma’yı, Erdek’i, Biga’yı, Çanakkale’yi, Gönen’i, Tatlısu’yu, içimdeki halleriyle yaşatmanın yollarından biri benim için.

Dilinin samimi olması kurmaca kişilerinin herkesin hayatında bir dönem olmasından gelmektedir. Verdiği bir röportajda kendi edebi dili olarak da şu ifadeyi kullanmıştır: “Ufak ayrıntılarla bezeli yalın bir anlatım. Bu benim kendi adıma çok özen gösterdiğim bir şey, bu yalınlık yani. Okuyanlar da hak vereceklerdir, çok yalın insanların çok yalın hikâyelerini anlatmaya çalışıyorum ben. Ve bunu daha süslü, daha edebi anlatmanın yolunu bilmiyorum.

Sen O Zaman Parasız Yatılıdaydın

İlk öyküde (Sen O Zaman Parasız Yatılıdaydın’da) anlatılan olay, küçük muhitte ya da köyde yaşayan insanların alışkın olduğu kıvamdadır. Bu alışkanlık maalesef Türkiye’nin erkek ve kadın DNA’larına işlenmiş gibidir. Okuduğumuzda falanca yerdeki amca ya da bilmem kimin babasının aklınıza gelmesi olasıdır. Kimdir onlar?

Bir iş beceremeyen, elindeki parayı hiç eden bir damat, siyasetçilere kızan her akşam bir kadeh rakısı olan ataerkil düşünceli bir dede ve tartışmalarda arafta kalan anne ile anneanne…

Öykü girişinde zamanında anlatılamayan sıkıntıların, doğum haberiyle anlatılabilir hale geldiğini görürüz. Sen o zaman parasız yatılıdaydın. Anlatmadık bunları sana. Annem istemedi. “Aklı bizde kalmasın, dersine çalışsın yavrum, okusun da kurtarsın kendini,” dedi. Sana haftada iki üç kez yazdığım mektuplara koyamadım bunları, diyebilemedim. Doğum haberini verdiğinden beri düşünüyordum ama, anlatayım istiyordum. Bugüne kısmetmiş.

Kahraman anlatıcı, dedesi Şevket tarafından sevildiğini ve desteklendiğini (“yavrumun yavrusu” derdi bana; “karabiberim, badem şekerim” diye severdi.) diğer aile bireyleri tarafından destek ve sevgi görmediğini söyler. Hatta diğer kardeşi okusun, kardeşi üzülmesin diye ondan her şey saklanır. Çünkü ondan yana ailenin umudu vardır. Fakat aile, kahraman anlatıcıdan ümidi kesmiştir. Bu sebeple onu oğlan çocuğu olarak görmektedirler. “Annemin de babamın da inancı tamdı sana, biliyorsun. Benden pek ümitleri yoktu. Oğlan çocuğu yerine sayıyorlardı beni. Okumaz bu, diyorlardı. İte kaka liseyi bitirir, sonra Susurluk’un içinden, olmadı Bandırma’dan, Karacabey’den bulur birini evlendiririz diye düşünürlerdi. Zaten dedeme kalsa, kız çocuğun okuması da neymiş. Kız evlat dediğin, memeleri dolunca oturur kocasının dizinin dibinde, ağzının içine bakar. Çocuğunu büyütür, salçasını, tarhanasını, turşusunu kurar biraz da örgü, dikiş geldi mi elinden, daha ne? Ah, canım dedem! Dedem ne çok severdi beni, ne çok. Babam da seni.”

Ayrıca Şevket dedenin hayata ve kadına karşı olan düşünceleri de tam da beklediğimiz gibidir. Fakat bu alışıldık katı düşüncelere rağmen, torunuyla adeta bir arkadaş gibi vakit geçirir. “Dedem, bir beni severdi, bir de çarpık bacaklı Skoda kamyonetini. Beni yanma atar, Biga’nın, Çanakkale’nin, Ezine’nin, Bayramiç’in, Çan’ın panayırlarına, yağlı güreşlerine, hayvan pazarlarına götürürdü. Küçücük canımla, arkadaşıymış gibi yanında dolaştırırdı beni, kocaman insanmışım gibi konuşur, anlatırdı…”

Kahraman anlatıcının babasının (Mustafa) kravatının dahi emanet oluşu, Mustafa’nın böyle fabrika işlerinde bezi olmadığını kanıtlar. Mustafa’daki neredeyse her şey gibi, Mesut hocadan aldığı kravatı da emanettir… “Senesi geçince de muhasebecisi, maliyecisi, ustabaşısı çekiştirmeye başladılar emanet kravatından babamı.”

Mustafa’nın kıyafetleri ile ruhu birbiri ile özdeşleşmiş gibidir. “Mıymıntılığı, ellerinin kabalığı, haki yeşil emanet kravatı ve seni benden daha çok sevişi çileden çıkartırdı beni…”

“Sakalları uzamıştı. Fabrikaya giderken giydiği gri takımın dirsekleri, dizleri parlamış, havalandırıp havalandırıp yeniden giyilen gömleğinin ensesi kayış gibi olmuştu. Gözleri nasıl çöküktü bir görsen…”

Yıkana yıkana kağıt olmuş, kirden pasaktan çürümüş mavi gömleğin sırtı kalıverdi elinde…

“Sırtında yağ rengi bir keten gömlek, birinden ödünç alındığı kabından okunan kahverengi pantolonla çıkageldi…” Babasının bu düşkün haline kahraman anlatıcı bir dilenciye acır gibi acır ve onu sevmediğini üst üste dile getirir.

Babasının ortağı Nihat ile girdiği işten zararlı çıkmasının sonucunda eve icra gelir. Yalnız icra kelimesini kullanmak yerine yazar “devletin kiremit renkli kamyoneti” ifadesini kullanmıştır. Direkt olarak icra demek yerine bu şekilde dolaylama yapmak bizce yerinde olmuştur.

Her samimi muhitte olduğu gibi burada da kişilerin takma adlarını görürüz. “Allahsız Ercan, Patkan İbram, Nalburun Sezgin, Sütçü Halis…”

Öykünün sonunda babasının içki içerek dedesinin evine gelişinde kendisini vurduğunu görürüz. İntihar ettiği zaman kahraman anlatıcı, zamanın ağırlaştığından ve yavaşladığından bahseder. Kötü olaylar yaşanırken gerçek hayatta da durum böyle değil midir? “Zaman kendi içinde büyük büyük odalara bölünmüştü sanki.”

“Zaman daha da büyük odalara bölündü sanki, ağırlaştı ağırlaştı ve duruverdi.”

Doğum haberiyle mektupla anlatılagelen aile dramı,öykünün sonunda yine doğumla ilgili konuşarak sonlandırılmıştır. “Ben gelene kadar, ona teyzesini anlatmayı unutma olur mu? Geldiğimde beni tanımazsa bozulurum bak! Selamlar herkese, öpüyorum çok.”

Benim Adım Feridun

“Benim Adım Feridun” öyküsü, ayrılığın çok sıradan fakat bir o kadar da iç buran şekli ile anlatılmış halidir. Giriş, aşk acısının tasviri ile başlamıştır. “Yaşa, işe, güce, itibara en ufak hürmeti olmayan bu acıya aşk acısı diyorlar. Kim olursan ol, seni saklandığın yerde er ya da geç buluyor, gelip göğüs kafesini ateşle sıvazlıyor ve sen içeride kapkara kurum tutuyorsun. Ağzını açsan, alevler püskürüverecekmişsin gibi, ciğerlerine damla damla kurşun eritiyorlarmış gibi. Kolay kolay geçmiyor, geçtiğinde de sen geçmiş olduğunu bile fark etmiyorsun…”

Devamında bu aşk acısına bir nebze olsun son vermek adına ufak bir geziye çıkar bizim sözde Feridun. Bu gezisinde (Erdek’te) bir düğüne katılır ve düğünde ne hikmetse onu Almanya’dan gelen akrabası sanırlar. Sözde Feridun, bu durumu bozuntuya vermeden düğündekiler kendi akrabasıymış gibi muhabbet eder, yer içer ve hatta güler. Öz akrabaları olmamasına rağmen onu çok mutlu ederler. Fakat Feridun, bu durumun ilerleyen süreçte sıkıntı yaratacağını -yalanının bir şekilde ortaya çıkacağını- ve ortaya çıktığında da iyi ihtimalle karakolluk, kötü ihtimalle de hastanelik olacağını düşünür. Bu sebep ile hem sigara alma hem de yürüyüş yapma bahanesi ile düğünden sonra alkol almaya devam etmek için gittikleri evden çıkar.

Çıktıktan sonra bir araba bulur ve araba sahibine de kendini Feridun diye tanıtıp evinin yolunu tutar. Benim Adım Feridun öyküsü, ayrı bir kitap olarak basılmış ve filmi de çekilmiştir.

Aslında bu öyküde, her ayrılık acısı çeken insanın yapmak istediği bir durum ile karşılaşırız. Hiç tanınmadığımız bir yere gidip önemsiz sohbetler yapmak ve kafa dağıtmak eylemi. Bu noktada her ne kadar kahraman çevresindekilere yalan söylemiş olsa da, maalesef ona kızamıyoruz.

İnsan aşk acısı çekerken yaptığı her şey mübahtır, öyle değil mi?

İşe Çıkılacak Gün

“İşe Çıkılacak Gün” adlı öyküde kahramanımız bir üniversiteli. Fakat bildiğimiz üniversitelilerden biraz farklı. “Aslında üniversiteliyim ben. Bakma, mezun da olacaktım da, kısmet değilmiş işte. Kaydını yaptırdım, bir ay derse ya gittim ya gitmedim ki peder beyi kaybediverince, işler karıştı. Annem “dön” dedi. Ben “olmaz” dedim. “Para mı var oğlum?” dedi. “Neyle okutayım seni Ankaralarda.” “Ben,” dedim, “hem çalışının hem okurum.” Nah çalışırsın, nah okursun. Kolay mı o işler.” Babasını kaybettiğinden dolayı eğitim hayatında hem çalışmak hem de okumak zorunda kalan bu gencin hikâyesinde, yaptığı işler yüzünden ne para kazanabilmiş ne de okuyabilmiştir. “Uğraştım da. Önce su arıtma cihazı sattım, bir ağacın çilekeş gövdesine zımbalanmış ilanın peşine düşüp. Giyindim, tarandım, görüşmeye gittim. Mini etekli kızlar açtı kapıları, takım elbiseli adamlar görüştüler benimle.” İlk olarak su arıtma cihazını satma işine girişen gencimiz maalesef hayal ettiği gibi bir iş hayatına giriş yapamamıştır. Türkiye’de hele ki kasabalarda, yabancı insana olan güven yok denecek kadar az olduğundan bizim “arıtma cihazı satan gence” karşı ev sahipleri, pek nazik davranmamışlardır. Ayrıca iş görüşmesinde gördüğü mini etekli kızlar ile karşılaştığı ev sahiplerinin de yakından uzaktan ilgisi yoktur. Yani bu iş kahramanımız için tam bir hayal kırıklığı olmuştur. “Ama kapıları mini etekli kızlar, takım elbiseli adamlar açmıyorlardı. Postacı ve yöneticiden başka kimsenin uğramadığı yaşlılar da yalnızlar, annesi evde yok, komşuya kadar geçmiş, lazımsa çağıracak çocuklar, ocakta yemeği olanlar, müsait olmayanlar, pazarlamacıdan ikrah edenler, “Siktirtme suyunu da cihazını da,” diyenler, oturmuş bizleri bekliyorlardı televizyonları karşısında…”

Bir buçuk ay sonunda bir tane arıtma cihazı satabilen kahraman, bu işi bırakmış fakat umudunu yitirmemiştir. Hem babasını kaybeden hem işini kaybeden ve bunların yanında okumaya hevesli olan biri için yaşama isteği oldukça fazladır. İmrenmedik değil. Bir buçuk ay yaptım, dolaşmaktan tabanlarım şişiyordu bütün gün. Onca zaman boyunca ancak bir tane satabildim. Üstelik onu da ilk hafta satmış olmasaydım belki de bir buçuk ay bile dayanmazdım. Umut çok garip bir şey, insanı olduğundan daha aptal etmeye yetiyor.”

Devamında Bandırmalı biriyle tanışır, onunla birlikte korsan kitap satma işine girer. Fakat bu iş de fazla sürmez. Bir gün tezgâhın başındayken eşkıyalar dadanır; hem kahramanımızı hem de tezgahı darmaduman ederler.

Bu işten de zararlı çıktıktan sonra Turgay ile tanışır. Turgay, bizimkini yedirir içirir. Başlarda biz de anlam veremeyiz bu adam neden bu kadar iyi diye. Sonuç olarak bizde düşene bir tekme daha vurmak âdettendir. “Turgay’la da o vakitler tanışmıştım. Küçücük tezgahında “Avrupa’dan, gümrükten, Milano’dan, Paris’ten …” diye bağırarak sattığı kolpa parfümlerle yanımızda iş tutan bir çocuktu Turgay…”

Turgay, hırsızdı. Fakat hırsızlığını o kadar güzel tarif etmiştir ki bizimki ikna olmuştur. Büyük büyük götürenler beyefendiymiş de, Turgay’ın yaptığına mı hırsızlık denirmiş? Bankaların içini boşaltanlar, bir kere milletvekili olup ölene kadar mebus maaşı alanlar, atadan babadan kalanla da hiç çalışmadan sefahat içinde yaşayanlar hırsız değilmiş de Turgay’ın çaldığı iki televizyon, iki bilgisayar mı hırsızlıkmış?” Burada Mahir Ünsal’ın kişisel hayatında da kafa yorduğu birtakım meselelerin sinyallerini görürüz.

Üç aya yakın bizimki, Turgay’ın erketedeki yandaşı olur. Fakat içten içe de hırsızlık yaptıkları evlerdeki insanlara üzülür. Bir süre geçtikten sonra kendisine güven gelir ve artık erketede bekleyen değil evlere Turgay gibi giren olmak ister. Buradaki istek bizce kendini işe yarar, bir şeyler yapabiliyor olduğunu görme istediğidir. Sonuç olarak bir sürü işe giren ama hepsinden hüsran ile ayrılan birinin hayatı olduğundan aktif rol oynama isteği normaldir.

Turgay, kahramanımıza basit, kolayca girebileceği bir ev ayarlar. Bizimki korka korka da olsa eve girer. Fakat dur şuraya da bakayım, dur buraya da bakayım derken çok vakit kaybeder. Bir hışım çıktığında evden Turgay piyasada yoktur. İçten içe ona çok kızar. Onu yalnız bıraktığını düşünürken sokakta köpek saldırısına uğrar. Gözlerini öğle vakti bir hastanede açar. Bir de bakar ki yapayalnızdır…

Okuma isteği, mekân değiştirme isteği, çalışarak bir şeylerin üstesinden gelebilecek olmanın umudu ile karşımıza çıkan kahraman anlatıcı, işin sonunda yine tek başına ve beş parasız kalmıştır. Bu öyküde de yine günlük hayatın sıkıntılarına dair birçok atıf görürüz.

Kanatlarımız Olsa Be Metin

“Kanatlarımız Olsa Be Metin” adlı öykü, diğer hikâyelerden muhtelif olarak sağ üst köşesinde bir söz ile başlar. “bir güzel ahbaptın, anlatılmasa olmaz.”

Bu öykünün niçin diğerlerinden farklı olduğunu, okuyup bitirdiğinizde anlayabiliyorsunuz. Öykü tüylerimizi diken diken eden cinsten.

Kahraman anlatıcımız Metin, bankaya gittiği esnada yedi sene öncesinden bir anısını hatırlar. Lise yıllarında kendisinin idolü olan, kolalı gömlekli, komünist Haydar’ı. Nam-ı diğer Mavi Haydar’ı. Mavi Haydar’ı; bütün gün aklımın içinde gezdirdim durdum, postaneden bankaya, vergi dairesinden yine bankaya, eve. Hissediyor insan demek ki.”

Mavi Haydar’a bir şey olduğunda ilk Metin’i ararlar. Metin ona sahip çıkar. Sahip çıkar diyoruz çünkü Mavi Haydar’ın yakınları delirdiğini düşünürler. Öykünün başında Mavi Haydar’ın neden delirdiğine dair bilgi verilmemiştir. Bu da okuyucular için bir merak unsuru oluşturmuştur. Takma adının nereden geldiğine dair bilgi de sanıyoruz ki sebeple sonrasında verilmiştir. “Tam delirdiği zamanlardı. Gecenin bir yarısı aramışlardı karakoldan. “Hastaneye gel,” demişlerdi, “Vurduk biz bunu.” Koşa koşa gitmiştim”.

Sonrasında Mavi Haydar’ın şu anki hali ile geçmişteki hali kıyaslanmıştır. Bu kıyaslama ile birlikte Mavi Haydar’la ilgili detaylı bilgilere ulaşırız. Hâlbuki lisedeyken biz, öyle miydi? O üniversitedeydi hani. Daha ikinci sınıfta evlenmişti de, kendi gibi gencecik, çağlacık karısı ve kolalı, yakası düğmelenmiş gömleğiyle otururdu Filistin Recep’in dernek binası gibi kokan sigaralı kafeteryasında, mahalli bir tanrı gibi. Lisenin solcu sivilcelilerini etrafına toplayıp, anlatırdı da anlatırdı. Nasıl aç, nasıl meraklı dinlerdik onu, o kolalı, kaşları çatık kelimelerini, şiirli şiirli. “Haydar dediğin kara olur, boz olur; sapsarı bu adam,” demiştim alt sınıflardan bir Maocu arkadaşa, “Bir de üstüne mavi diyorlar…”

Takma adının nereden geldiğine dair bilgiye de hemen eski hayatının tasvirinden sonra ulaşırız. O zaman öğrendimdi, bir şiir kitabı varmış da, onun kapağı maviymiş, süt mavi, onun hatrına Mavi Haydar kalmış adı. Mavi Haydar aşağı Mavi Haydar yukarı; öyle alışmıştık biz de…”

Yazarımız, Mahir Ünsal’ın öykülerinde gördüğümüz atıf usulü burada da karşımıza çıkar. Bir solcunun nasıl göründüğüne dair betimleme ve Ankara’da okuyanların iyi solcu oldukları, İstanbul’dakilerin tabiri caizse gösterişçi olduklarından bahsedilir. Mavi Haydar tam bir Ankara solcusuydu. “Kaşlarını o kadar çatardı ki, bundan keyif alıp almadığı bile anlaşılmazdı. O kadar ciddi solcuydu. Konuşurken oynayabildiği, arasından sigara dumanı püskürtebildiği bir bıyığı, bir şiir kitabı bile vardı. Üstüne üstlük Ankara’da okuyordu da. Üniversiteyi Ankara’da okuyanlar iyi solcu olurlar, hapse girerler, kitap çıkarırlar, yöneticilikten yargılanırlar, vurulurlar, dağa giderlerdi. Ama İstanbul’a gidenlerse iki, bilemedin üçüncü senesinde bırakırlar, lümpen olup saç uzatır, bira içmeye 56 başlarlar. Öyle geçti gitti onca yıl, onlar Ankara’dan geldiler gittiler, biz, liseyle cebelleştik durduk.”

Devamında eşi ile birlikteyken diğer kadın ile görüşmeye devam ettiği, bu sebeple de okkalı bir dayak yediği anlatılır. İşte Mavi Haydar’a dedikodulara göre ne olduysa ondan sonra olur. Bu değişimin tasviri çok basit gözükmesine rağmen aslında oldukça iç burkandır.  Karısı Haydar’ı istemez, annesi vefat eder ve son olarak da babası. Yaşayabileceği tüm kayıpları yaşayan Haydar, delirmesin de bizler mi delirelim diye söylenmeden edemiyor insan. Olmuş da Haydar akıllanmayınca, kırıp bir kenara koymuşlar. “İşte o zaman diyorlar, o zaman kırılmış içinde ilk parça Haydar’ın.” Kafasına kafasına vurmuşlar, aman dedirtmemişler, günlerce hastanede yatmış, kulağımıza hep geldi bunlar, kan kusmuş, sarı sarı köpürmüş diye anlattılar. Aklını bilmem de ömrüne ilk hasarı orda aldı galiba. Bir daha hiç düz gitmedi. Ya yokuş yukarı tırmandı, hayatta kalmaya, gömleğini kolalayıp meydanlara çıktığı zamanlardaki gibi olmaya çalıştı ya da aklı birden boşalıverdi, yokuş aşağı yuvarlandı da yuvarlandı, en dibe kadar en sonunda. Sonra karısı istemedi, nesini istesin, koydu bunu bir kenara. Buna da çok içerledi dediler, aklını, havsalasını şaşırttı. Üstüne annesini kaybedince bir daha dikiş tutmadı adam. Aklı az çok gitmişti ki bir de üstüne babası; hani, anlatsalar inanmazsın felaketin bu kadar üst üste gelenine…”

O devrim kokan adam gitmiş, yerine şarap içmekten, hayal kurmaktan gözleri kan çanağına dönen mahallelice deli ilan edilen Haydar gelmiştir. Hâlbuki Haydar delirmemişti. Hiçbir şey yokmuş; aslında olmamış gibi davranmıştı. Onca şeyini birdenbire yitirip el elde baş başta kalıverince kolayı seçti, yokmuş gibi davranmaya başladı. Bütün bunlar aslında olmuyormuş da, biz, derdimiz neyse bunları topluca aklımızda kuruyormuşuz gibi, ne gerek varmış ki buna gibi, yuvarlayalım gitsin, nasıl olsa yok hiçbiri gibi.”

Yaşanan bir olaydan sonra her zamanki gibi Metin aranır, Metin gidip Mavi Haydar’ı alır ve evine götürür. Birlikte oturup alışıldık üzere şarap içerler. Metin’i, hayalinde kurduğu ona yardım edenleri aldığı silahlı örgüte dâhil eder bizim Haydar. Metin, başta “deli muhabbeti” sanır. Fakat Haydar, çekyatın altını açtığında envaiçeşit silahı gösterince Metin’in etekleri tutuşur. Sonrasında onu ikna eder ve çekyatı kapattırır. Burada aslında Haydar’ın, Metin’in sözünü dinlemesindeki sebep bizce, Metin’in kötü olaylarda Haydar’ın yanında olmasındandır. Devamında Haydar denize girmek istediğini söyler. Kendi ağırlığını denizde hissetmemenin verdiği duyguyu özlediğini…

Su, edebiyatta da gerçek hayatımızda da Freud’un dediği gibi, bizce de anne karnını hatırlatan, insanı rahatlatan bir unsurdur. Burada da Haydar, adeta suya girdiğinde fiziksel ağırlığını değil, manevi ağırlığını unutacaktır.

Sonrasında kuş olup uçmaktan bahseden kanat isteyen Haydar, Metin gittikten sonra kendini asfalta kuş misali bırakmıştır. Bu durum Metin tarafına ciddi bir etki yaratmıştır. Adına yaşamak dediği, yıllar süren bir intiharın sonuna gelmişti demek. Daha fazla uzamasına dayanamamıştı. Biz aklı alındı sanıyorduk, o doğduğundan beri uyuduğu bir uykudan uyanıyormuş meğer. Gelemedim kendime, oturdum kaldım. Kendi elimle onu o balkon demirlerinden itmişim gibi bir kara çöreklendi içime. Haydar, Mavi Haydar; göğün mavisine karışmaya kalkışmıştı en sonunda, başarmıştı da. Yükselen salıncağı, bomboş dönmüştü.”

İnsanlar iyi olduklarında yanlarında olanlar, kötü duruma düştükleri demde dedikodu yapmak yerine yanlarında olabilselerdi, belki de Mavi Haydar, ne kuş olmak ne de suya girmek isterdi.

Malibu

“Malibu” öyküsünün girişi epey telaşlı başlamıştır. Ablasının patronu Erol Bey, kahraman anlatıcının ablasını sürekli şehir dışı işlere gönderir. Bu durum ablasının canını çok sıkar fakat bundan daha önemlisi şudur: Kahraman anlatıcı, (Şener) ablasının normalden daha farklı yanıma gel, dayanamıyorum artık dediğini fark eder. Bunun üzerine Şener ablasının yanına gider. Ablasının eşi Şener’in okul yıllarından yakın arkadaşlarından (Ümit) biridir.  “İyi çocuktu, akıllı çocuktu Ümit de, azıcık zayıf karakterliydi. Çabuk kanar, çabuk bağımlı olur, çabuk siner, çabuk parlar; zor bir adamdı bana kalsa. Ama sevmişler, bize ne. Geldiler istediler, düğün bayram, şu, bu … Sekiz yıl geçmiş üstünden. Bugün bu haldeler. Ablam bir haftadır arayıp şikâyetleniyor. Kadın meselesi de değilmiş, öyle diyor.”

Bir de Fevzi diye arkadaşları vardır. Okul yıllarında Şener ve Fevzi birbirlerini çok kıskanmalarına rağmen iyi arkadaş olmuşlardır. Birbirlerinde kıskandıkları özelliklere bakarsak, kendilerinde olmayan ya da daha az olan özellikler olduğu ortaya çıkar. “Babası ölünce annesi başka bir adama gitmiş diye anlatmışlardı, ben soramıyordum utanıp, Fevzi’yi de babaannesine bırakmışlar. İhtiyar kadının elinde itin, serserinin teki olmuştu. Her şeyi, kendi uydurduğumuz oyunları bile benden iyi yapardı. Daha iyi top oynardı, daha iyi kopya çekerdi, daha iyi taş sektirirdi, istediği kızın eteğini korkmadan kaldırabilirdi. Okulun önünden kiraladığımız kayıkla da yarıştığımızda ben mendireğin yansına kadar geldiğimde o çoktan geri dönüyor olurdu. Küfürde, kavgada, her türlü piçlikte de açık ara daha iyiydi benden. Kalın paltolarımızla girdiğimiz kırtasiyelerden ben sadece tek tük silgi, kalemtıraş araklayabilirken o uçlu kalemleri kutusuyla aşırırdı. Fesatlığın, nasıl da haset ettiğin şeye mecbur olduğunu onunla hiç kopamayan arkadaşlığımda bildim ben. Yaş betona yazılıp da kuruyunca silinmez olan yazılar gibi, kıskançlığın insanın içinde çocukken yerleştiğini onunla gördüm. Çok severdim Fevzi’yi. Yine de çok kıskanırdım onu, piçliğini, korkusuz ve almaz görünüşünü, ahlaksızlığını. O da beni sever ve kıskanırdı ama bilirdim; ailemin varlığını, her gün harçlık alışımı ve derslerde ona kıyasla bir parmak daha iyi oluşumu.”

 Fevzi babaannesi ile büyümek zorunda kaldığı için kendini hayata dair kıvraklıklara çok daha iyi hazırlamıştır. Bizce anne ve babanın eksikliğini bu şekilde örtmeye çalışmıştır.

Ablasının yanına giderken (Çanakkale’ye) arabasına bir adamı alır. Konuştukça anlar ki bu adam Malibu’dur. Yani Mehmet Ali Bulut. Öykünün devamında, Fevzi’nin çaldığı cüzdandaki parayı aralarında kırıştıkları anıyı anlatır. Sonrasında Fevzi, cüzdanı Şener’e atması için verir. Şener ha şuraya ha buraya atacağım derken eve kadar götürür. Ve apartman boşluğuna atar. Oradan bir komşu alır, öğrenci ismini görünce okula götürür. Okulda da Malibu, Şener’i bir güzel döver. İşte Çanakkale yolunda yanında Malibu, Şener’in aklında bu anılar ile giderlerken Biga sapağına gelirler. Malibu inmek ister ve Şener’e niçin öyle kötü davrandığının açıklamasını yapar. Yıllar sonra Şener’e de bir hafifleme gelir. “Emniyet kemerini çözdü, “Bak Şener evladım,” dedi, “İnsanın da insaniyetin de mazisi hatayla doludur. Çok zor zamanlarımız oldu, hepimizin oldu, oluyor. Bu cenazesine gittiğim arkadaşım var ya. O, benim hanımla evlendi. Biz evliyken başlamışlar görüşmeye hem de. Sonra boşandık, evlendiler, falan filan. O vakitler böyle meseleler vardı başımda, çok insanın ahını aldım. Ama ne oldu, bak, öldü gitti adam. Kim gidiyor cenazesini kaldırmaya? Gene ben; ne olursa olsun arkadaş işte, çocukluğun beraber geçmiş. Affettim mi ben onu? Eh, ettik el mecbur. Olmaz çünkü olmuyor. Bak ömür hiçbir küslüğü sürdürecek kadar uzun sürmüyor, yetişmiyor. Gel sen de affet, helal et hakkını.” Tanımıştı. Anlatırlardı hep, tanırlarmış öğretmenler, diye söylerlerdi. Gözlerinden tanırlarmış en çok, ama bir yerden, bir hareketinden, bir şeyinden çıkarırlarmış işte. Bunu yaptığı bir çocuğu elbet tanıyacaktı.”

Bazen hayatımızda kötü olaylar yaşarken bunların acısını çevremizden çıkarırız. Öfkemizin yönünü değiştiririz. Kendi yükümüzü taşıyamayıp başkalarına daha da yük oluruz, umarım bundan böyle olmayalım.

Dayımın Avrupa’ya Kaçırılışı

“Dayımın Avrupa’ya Kaçırılışı” adlı öykü trajikomik bir anlatı olmuştur. Bu öyküde yurdum annesinin, vurdumduymaz ve yarım akıllı olan oğluna karşı olan paniği ve ortalığı velveleye verişi karşımızdadır.

Öykü girişi, telefonun haneye girişi ve telefona alışma süreci betimlenerek başlamıştır. “Telefon yeniydi ve henüz onunla konuşurken nasıl davranacağımıza bir türlü karar verememiştik. Annem, ayağa kalkar, gerçekten biriyle konuşuyormuş gibi el hareketleri yaparak, başını sallayarak büyük ihtimam ve hürmet gösterirdi mesela.”

Devamında folklorik bir unsur gözümüze çarpar. Her şeyin üzerine dantel ya da örtü örtme. En son tamam’ı da çektikten sonra ahizeyi yerine bıraktı, örtüyü üstüne güzelce yerleştirdi.”

Arayan, kahraman anlatıcının anneannesiydi. Telaşlı anneanne oğlunun yani kahraman anlatıcının dayısının kaçırıldığını söylemiştir. Bu sebeple kahraman anlatıcı annesiyle Biga’ya giderler. 

Kahraman anlatıcı okuldan kurtulduğu için mutludur. Kafasında Biga’nın salçalı tostu, motosikletle yapacağı geziler vardır. Ruhsal açıdan kötü bir olayın içine gidiyor olmalarına rağmen çocuk her yerde çocuktur işte.

Biga’ya vardıklarında olan biteni iyice anlamak isterler. “Dayım aramış iki, iki buçuk saat evvel. Bir takırtılar, acayip sesler falan duyulmuş önce. Sonra, “Ben Avrupa’dayım, beni merak etmeyin!” demiş; tak, kapanmış telefon kapkara. Avrupa mı? Dayımın değil Avrupa’ya, denize girmeye Kemer’e, Karabiga’ya gitmişliği yoktur, yirmi dakikalık yola. Burada bir tezatlık söz konusudur. Yirmi dakikalık yola dahi gidemeyen biri nasıl olur da Avrupa’ya gider?

Dayı Nedim’in kaçırıldı mı, başına bir şey mi geldi tedirginliği ile ev matem havasına bürünür. Kişilerin ruhsal durumlarıyla mekân böylelikle birbiri ile eşleştirilmiştir. Bu şekilde geçen 1-2 günün ardından Nedim’in büzüktaşı Murat kapıya gelir. “Anneannem Murat’ın gevşekliğinde bile umut arayacak kadar çaresizliğin hududuna dayandığından azıcık durulur gibi oldu. Anneannem dursun, bir an önce adam şu olayın aslını, dayımın Avrupa’ya ne niyetle kaçırıldığını, ona kimlerin niye zarar vermek istediğini anlatsın istiyorduk. Ömrümde ilk kez kara haber alıyordum, meraktan içim içimi yiyordu.”  Burada renk sembolizasyonu görürüz. Bu renk sembolizasyonu bizim milletin kültürü haline gelmiştir. “Kara haber”

“‘Ne Avrupası beya, Kilitbahir’e zeytin toplamaya çağırdılar yevmiyeyle. Dört gündür belimiz ayrıldı zeytin topla, küfe taşı, kamyona mal sar… Bu akşam da paraları aldık, içe içe geldik.’ Anneannem olduğu yerde, amatör tiyatrocu gibi nazik bir devrilişle bayıldı. Onu ayıltıncaya uğraşmadık bile. Önce onu içeri, salona taşıyıp yatırdık. Sonra üstü başı şarap ve kusmuk kokan dayımı sürükledik motordan, güçbela. Nerede olduğundan bile haberi yoktu dayımın. Arada derman bulursa, bir sır verecekmiş gibi iniltili bir sesle dokuz sekizlik “Kaynana kaynana, cadı gibi kaynana,” şarkısını söylemeye çalışıyor, sonra gene bayılıyordu.” Nedim ne Avrupa’ya kaçmıştı ne de Avrupalılar tarafından kaçırılmıştı. Bu öyküde ağız özellikleri de dikkatimizi çekmiştir.

Zehir Miktarda

“Zehir Miktarda” adlı öykünün girişi kan donduran şekildedir. “Ben galiba birini öldürdüm. Söylerken dilim karıncalanıyor ama hem de bir çocuğu öldürdüm galiba. Neredeyse elime doğmuş, avucumun içinde büyümüş, pırıl pırıl güneş gibi sarı, aydınlık bir çocuğu. Kötü oldum ben. Kimseye bir kötülüğüm dokunmadan yaşamayı bunca yıl bilmişken kötü oldum, zalim oldum. Onu bile hakkıyla beceremedim.” Ardından kahramanın ruhsal tasviri yapılmıştır. Kötülüğü bu tasvirle pekiştirilmiştir. “İçimin çeperi ziftle sıvandı, nefesim karardı, ellerim yüzüm balçıklaştı sanki. Aklımdan çıkaramıyorum. İçim içimi yiyor, sırtımda hastalıklı bir ihtiyarı oradan oraya taşıyıp duruyorum sanki; ağırlığı hep kamburumda.”

Kahraman anlatıcının yaşlandığını, gençliğinin ilk yıllarından beri aynı işi yaptığını ve bu konuda artık her şeyi gördüğünü bedenen ve ruhsal çökkünlük yaşadığını anlarız. Saadettin Bey onu, küçüklüğünde yanına alıp sigorta bile yaptırdığı için, ona karşı minnet duygusu hâkimdir. “Rahmetli Saadettin Bey, ben şu kadarcıktım, aldı beni yanma; ana yok, baba yok. Çok büyük, çok kudretli adamdı, sigortamı da yaptı, yatırdı; gün gün işletti. Emeklimi de yaptı, yattığı yer cennet olsun. Emekli olduğumun senesi geçmişti, gene de bile ses etmedi çalışmama, “Elin ayağın tuttukça çalış,” dedi, “Evin değil mi senin burası? Hem, senden iyisini nerden bulurum bu devirde?” Çok büyüklüğü dokundu bana. Ta zamanın behrinde, gencecik, tazecik bir oğlanken sahip çıktı bana; severdi, beğenirdi beni. Kolladı etti.”

Saadettin Bey varlıklı bir adamken, kahraman anlatıcıyı (Fikret’i) evlerinden birinin başına koyar. Fikret evin işlerini görür, gelen giden paranın faturanın takibini yapar. Sonra da Saadettin Bey’e kalan parayı verir. Zaman geçer, Saadettin Bey Fikret’e çok güvenir. Ayda bir yanına uğrar, başka da bir şey yapmaz. Bu güveni elde etmek epey zordur fakat gencecik yaşta Fikret’i yanına aldığı için bizce güven bu kadar sağlamdır. “Yalan değil, evim orası benim. Yirmi dört yıl yattım kalktım orda. En baba duran kız bile dört yıl, beş yıl kalıp gitti, ben hep ordaydım.” Sonra Saadettin Bey vefat eder. “Rahmetlinin kara haberi geldi.” Önceki öyküde olduğu gibi yine karşımıza “kara haber” sembolü çıkar.

Her işin başına oğlu geçer. Babası gibi saygı görsün ister. Fakat saygı emekle elde edilecek bir şeydir. Oğlan bunu unutur. Defterleri sordu, faturalan sordu, aldığını verdiğini deftere yaz diye azarlar gibi oldu birkaç kez beni. Tamam, dedim ben de, ‘Oğlum Fikret, senin devrin kapandı artık burda, artık toparlanma vaktin geldi.’”

“Yirmi dört yılın Kız Fikret’ine yol yordam öğretecek oldu.” Burada yazarın ev işlerini kadınların daha iyi yapabildiği, evi çekip çevirme kabiliyetinin onlarda daha iyi olduğu düşüncesi ile “Kız Fikret” ifadesini kullandığını düşünüyoruz. Aksi takdirde ev işlerini yapmanın cinsiyeti yoktur. Bizim de merak ettiğimiz gibi evde çalışanların çocukları da Fikret’in neden kendine kız dediğine anlam verememişlerdir. Bu sebeple Fikret amcalarına kendisine neden kız dediğini sormuşlardır. Bunun üzerine Fikret’in verdiği yanıttan önce şu alıntıyı yapmak isteriz: Çocuklara hakikat nasıl da olduğu gibi görünüyor. Başka türlüymüş gibi davranıldığında şaşırıyorlar, ikna alamıyorlar kendi kendilerine. Büyüklerine sora sora köreltiyorlar hakikati gören gözlerini zamanla…” Ne kadar da yerinde bir söylemdi. Gerçekten de büyüdükçe gözlerimiz hakikati görmekten uzaklaşıyordu.

Şimdi Fikret amcamızın neden kız dediğine dönecek olursak Fikret, kendi ağzından şöyle açıklama yapar: “Kibar beyefendilere, kız gibi, derler çocuğum, ondan.” Görüyoruz ki kız düşüncesi aslında Fikret’e ait bir düşünce değildir. Tamamen toplumun ona dayattığı bir fikirdir. Ve o bunu o kadar içselleştirmiştir ki kendisini öyle kabul etmiştir.

Saadettin’in oğlu sınırı giderek aşmıştır. Önüne gelene azar kıyamet gider. Üstüne üstlük, Fikret’e de herkesin içinde bir tokat sallar. Fikret’in çok zoruna gider, bir an evvel Saadettin Bey yaşarken çıkmayı düşündüğü kiralık eve taşınmak ister. Bu zulme daha fazla dayanamaz.

Evi böcek basar, onlar için ilaç almaya gider. Eve geldiğinde aklına bir hinlik gelir, intikamını almak ister. Yeni beyine yemek hazırladıktan sonra 4-5 damla zehirden katar. Yesin diye götürür fakat beyi evde yoktur. Arar, Fikret’i yanına çağırır. Fikret yanına gitmeden zehirli yemeği poşete koyar da atar. Hayvancıklar çöpte yiyivermesin diye.

Akşam olup eve döndüğünde Asiye’nin oğlunun hastalandığını görür. Zavallı anne üzüntüden mahvolmuştur. Fikret çocuğun öldüğünü anlar ve kendini suçlar. Çocuğun neyden öldüğü belli değildir fakat Fikret, beyefendiyi zehirlemeyi düşündüğü için çocuğun ölümünden kendini sorumlu tutar.

Bu öyküde de bir anlık fevrilik ile hareket edilmeme noktasında ana düşünce şekillendirilmiştir. Kimsenin kraldan fazla kralcı olmasına hacet yoktur.

Stoper

Stoper adlı öykü, mukayese ile başlamıştır. Bu mukayese devrimcilik meselesi üzerindendir. “Babamla aynı ülkenin farklı on yıllarında devrimcilik yaptık, ikimiz de beceremedik Onunki, çiçekleri ezen postallarla resmedilebilecek bir fenalıkla sona erdi, benimkiyse serbest piyasa şartlarına yenik düştü.”

Babası, kahraman anlatıcıdan daha iyi futbol oynar. Bu duruma kahraman anlatıcı üzülür. Neticede anne ve babalarımızın yapabildiği şeyleri çocukları olarak yapmak zorundaydık değil mi? Yoksa ayıplanır, yerilirdik.

Babası sigortalı, maaşlı işini bırakarak Samsunspor ile anlaşır. Büyük umutlarla gittiği yerden annesinin vefatı sebebiyle geri dönünce, takıma tekrardan döndüğünde yedeğinde yedeği olur. Bu durumda sözleşmesini fesheder ve eve döner. Eve döndükten sonraki hali insanın içini acıtır. Konuşmadı, görünmedi, gülmedi, ağlamadı, bağırmadı, çıkmadı; öylece durdu kaldı. Kendine pırıltılı bir kariyer, bizeyse şaşaalı bir istikbal edinme niyetiyle evini köyünü bırakışını, eldeki hazır işinden vazgeçip yollara düşüşünü hiç affetmediğimize inandı hep. Oysa biz ona değil, işlerin dümdüz gitmesine bir türlü rıza gösteremeyen o şeye, o şans mı, talih mi, felek mi her neyse ona öfkeliydik. Onu affedemezdik hiç.” Böyledir değil mi, büyük bir istekle çıktığın yolda elinde koca bir sıfırla geri döndüğünde her şey iyice birbirine dolanır, batar ve çıkmaz.

“Devrimin ihtimalinin, ışıkları görünecek kadar yaklaştığı sanılan bir zamanda korkunç bir karanlığa boğulduğu gün, şahsi istikbalinin de çöktüğünü görünce, babam bambaşka bir adama dönüşmüş olmalıydı. Çünkü babam dünyanın bütün talihsizliklerini üstüne almayı sever. Devrimin olamayışını bile kendi başarısızlık tarihine yazılacak bir şey olarak görmesi hep bundan. Kendini, yazıhanede bilet kesmekle cezalandırılmış hissetmesi bundan. İlk büyük ve affedilmez başarısızlığı buydu ona göre çünkü. Bir devrim bile yapamamıştı. Oysa dudağının üstünde solcu bıyığı sayılmayacak kadar seyrek tüylerle, yıldızlı afişler, yumruklu pankartlar önünde çekilmiş fotoğraflarında nasıl da neşeliydi. Bir kez olsun bizimle öyle, İspanyol paça yoldaşlarıyla güldüğü gibi güldüğünü görmedim”.

Her şeyin sorumlusunu kendisi ilan eden baba, ailesine de yanlış izlenim vermiştir. Ailesi onun suçluluk hissi sebebiyle sevilmediklerini düşünmüşlerdir.

Bir insanın kötü şeyler yaşadıktan sonraki hali çok güzel tasvir edilmiştir. “Evine girip, kapısını içeriden kapattığı andan itibaren insanın nasıl yabanileştiğini, başka insanlara değmeden yaşayan birinin nasıl kendinden başka konuşacak dostunun kalmadığını babamla gördüm.”

Ankara’ya üniversite okumaya giden, mayasında devrim olan kahraman anlatıcı, sessizlik ve buhranla dolu hayatını geride bırakır. Evde bıraktığım o kasveti, o yıllardır hiç azalmayan sebepsiz üzgünlüğü yeni hayatının coşkulu akışıyla değiştim. Yılgınlık, üzgünlük, ezgin memleket halleri, ergenlik buhranları gibi geride kaldı bende. Bana oğlum diyen, giden oğullarının kızlarının yerini doldurmaya uğraştığımız, yeni annelerim, babalanın oldu yoksul mahallelerinde.”

Devamında yaşamak tasvir edilmiştir. “Sanki önceden söylediği bir yalanı herkes öğrenmiş gibi utanıyor. Göz göze gelmemeye çalışarak uzaklaşıyor yanlarından, hayat da öyle geçip gitmiyor mu, biz güzel şeyler yapmaya çalışırken, tam da en güzel şeyler oluverecekmiş gibiyken. Öyleyse yaşamak, hayata karşılık hayallerden vazgeçtiğimiz bir kaybetme biçimidir.”

Sıradan telefon konuşmaları yapılıyor, aile evinde her şey aynı durgunlukta ilerliyorken bir gün kahraman anlatıcının babası oğlunu arar. Sesi çok neşelidir. Meğer zamanında yedek olduğu Samsunspor’un maçına çağırmışlar, şeref konuğu olun demişler. Bu haberi alır almaz kahraman anlatıcı ve babası yollara dökülürler. Baba, üzerindeki o yaşarken var olan ölü toprağını bu haberle atmıştır.

Maç günü gelir, Samsun’a giderler. Bir araba gelip bizimkileri alır; götürür. Maçın ilk yarısı biterken teknik direktörün husumetli olduğu biri onu bıçaklar. Maç böylelikle iptal edilir. Tabii baba yıkılır. Dönüş yolu için kalkışırlar.

Hayatımızda hayallerimizin peşinden gitmek bizim için en büyük gaye olsa da, bazen bu yolculukta müdahale edemeyeceğimiz şeyler yaşanabilir. Bunlar bizim suçlu olduğumuzu göstermez, solmamız gerektiğini ise hiç göstermez.

Herkesin kendisiyle filizlenmesi dileğiyle…

Editör: Enes Yılmaz

Visited 64 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version