Yazar: 19:00 Röportaj

Murat Gülsoy ile Yazmak ve Okumak Üzerine

Mahal Edebiyat ve Sanat ekibi olarak söyleşimize katıldığınız için teşekkür ederiz.

Benim sizinle ve kitaplarınızla tanışmam kütüphanede raflar arasında kendimi kaybettiğim bir günde oldu. Karanlığın Aynasında ismi ilgimi çekti ve ilk sayfasını kütüphanede okudum. İlk satırlardan itibaren kendimi kitabın içinde bulunca vakit kaybetmeden okumaya başladım. Okurken o kadar keyif almıştım ki geç keşfettiğim için kendime de biraz kızdım. Belki de söyleşimizi görüp sizi ilk kez okuyacak olan okuyucular için sizce kitaplarınızı okuma sırası nasıl olmalı? 

Murat Gülsoy – Sanırım en zor soru bu. Ama kolay bir cevabı var, ilk kitabımdan başlayarak sona doğru okuyabilirler. Tabii hepsini okumak zaman alabilir. Şaka bir yana, hemen tanışmak isteyen okurlar için sonuncusunu öneririm: Ve Ateş Bizi Tüketiyor. Bunun mantıklı bir nedeni yok, şu andaki halime, zihinsel ve ruhsal dünyama en yakın kitap o olduğu için belki de. 

Bir eseri yaratma sürecinizden bize biraz bahsedebilir misiniz? Bir ritüeliniz var mıdır?

Murat Gülsoy – Her öykü ya da roman farklı bir şekilde doğuyor, gelişiyor. Merkezinde bir duygu ya da bir görüntü, bir düşünce olabiliyor. Bazen o düşünceyi bir romana ya da öyküye dönüştürmek için çok zaman geçmesi gerekiyor. Hep anlattığım iki örnek var: Yıllar önce, 90’ların ortasıydı sanırım, Ankara’ya bir iş için gittiğimde, orada sahaflardan aldığım bir öykü kitabını otel odasında okumaya başladım. Öyküler o kadar acemice yazılmıştı ki, yazar karakterlerin isimlerini şaşırıyor, bir sayfada Mehmet dediği birkaç sayfa sonra Ahmet oluyor, kısacası çok komik hatalarla dolu kötü bir kitaptı. O anda, bunak yazar diye bir fikir geldi aklıma. Bir zamanlar çok usta bir yazar olan kahramanımız bunamaktadır ancak yine de son romanını yazmak için çabalamaktadır. Sahneler, betimlemeler, diyaloglar harikadır ancak kurgu sürekli dağılmaktadır. Bir sahnede ölmüş olduğunu bildiğimiz birileri bir başka sahnede hiçbir şey olmamış gibi var olabilmekte, evin salonunda başlayan bir sahne ormanda yürüyüş olarak devam edebilmekte, kısacası ortaya absürt bir durum çıkmaktadır. Bu fikir çok cezbetmişti beni. Defterime hemen not aldım, Bunak Yazar romanı diye… Ancak yıllar akıp geçti ve ben o romanı bir türlü yazamadım. Ne zaman ki 2011 yılında dedemi ve babamı peş peşe kaybettim, yas sürecini atlatmak için kalemi elime aldığımda birden bire o Bunak Yazar romanı beklediği yerden çıkıp geldi ve Nisyan ortaya çıktı. Çok sarsılmıştım. Her gün bir paragraf yazacağım demiştim kendi kendime, yazdım da. Üstelik blog’umda da gün be gün yayınladım. Ama işte hiç de tasarladığım ilk halindeki gibi komik, eğlenceli, oyuncaklı bir metin olmadı. Tam tersi… İkinci örneğim: Başka bir romanım, Gölgeler ve Hayaller Şehrinde tamamen Beşir Fuat’a olan merakımdan doğdu. Yıllar önce bir ansiklopedide karşıma çıkmıştı, “ilk Türk materyalisti ve pozitivisti intihar ederken hissettiklerini kaydetti,” gibi bir bilgi vardı. Ürpermiştim. Ancak o zamanlar çocuktum. Bir gün yazar olacağımı da bilmiyor, hayal etmiyordum. Ama işte yıllar geçti bir gün Beşir Fuat’ı çok sık düşündüğümü fark ettim. Onun hakkında ne yazılmışsa okumuştum. Hep izini sürmüştüm amaçsızca. Belirli bir olgunluğa gelince üzerine yazmaya karar verdim, bu sefer yoğun bir tarih okuma sürecine girdim. Araştırmaya dayalı tarihi bir roman oldu. Bu örneklerden de görebileceğiniz gibi yaratma sürecini genellemek zor. Bu liste böyle uzayıp gider. Özetle, her kitabın kendi macerası var. O yüzden zevkli. Genellikle defterime not alırım, ama asıl metni bilgisayarda yazarım. Her günü ayrı bir tarihle kaydederim, böylece metnin gelişimini görebilirim. Romanı ya da öyküyü yazarken bir yandan da deftere notlar almaya devam ederim. Kaptanın seyir defteri gibi… 

Yazmak ve edebiyat hakkındaki görüşlerinize birçok eserinizde değinmişsiniz. Yazmanın yeri nedir sizin hayatınızda? Sait Faik’in “Yazmasam deli olacaktım” gibi bir durum mu? 

Murat Gülsoy –Yazmadığım zamanlarda ölmüşüm gibi hissediyorum. Yani, yaşıyorum ama, boş bir salyangoz kabuğundan hallice… İçim boşalmış, boş koridorlarımda rüzgarlar esiyor sanki. Oysa yazmaya başladığım zaman kendi içime doğru genişlerken bir yandan da dış dünyaya doğru uzanıyorum. Garip bir süreç. Zevkli. Hem bir an önce bitireyim ve insanlar okusun duygusu oluyor. Ama hem de bitince yine o ölüm boşluğu beni bulacak korkusu.

Mühendislik ve psikoloji iki farklı alan. Hangisi nasıl bir katkı sağladı yazma sürecinize? 

Murat Gülsoy – İnsan ne yaşadıysa, ne öğrendiyse, neleri tecrübe ettiyse yazdıklarında onların izlerini görüyor. Ama asıl önemli olan kendi korkularım ve arzularımdır. Öğrenilenler değişebilir, unutulabilir, yerlerine başka bilgiler konulabilir ama değişmeyen tek şey derinimizdeki adlandıramadığımız bilinçdışı süreçlerimizdir. Onlarla baş edebilmek, onların açığa çıkmasına zemin hazırlamak, onlarla çarpışmak… Yazarken yaptığım bu sanırım.

Okuyucu olarak her ne kadar özenli ve güzel çevirilmiş olsa da Türkçe yazılmış eserleri okurken aldığım keyfi çeviri eserlerde bulamıyorum. Sizin için bu durum nasıl? Ana dilde okumak ile çeviri eser okumak arasında bir seçim yapabilir misiniz? 

Murat Gülsoy – Ana dilden okumak güzel tabii ama o dilleri bilmediğimiz durumda ne yapacağız? Neyse ki bizler şanslıyız, Türkiye’de çok iyi çevirmenler var. Onlar sayesinde Kafka’yı, Borges’i, Cervantes’i, Saramago’yu, Murakami’yi okudum. Çevirmenlere çok şey borçluyuz. Dil meselesi önemli tabii. Sadece çeviri meselesiyle de sınırlı değil. Halit Ziya’nın, Refik Halit’in, Nazım Hikmet’in, Tanpınar’ın, Leyla Erbil’in, Adalet Ağaoğlu’nun, Orhan Pamuk’un dilleri de birbirinden farklı. Bazen dönemle bazen dünya görüşü ya da edebiyat anlayışıyla belirleniyor bu farklılıklar. Bu büyük yazarları okurken dilin ne büyük imkanlar barındırdığını ve bizim (benim) ne kadar azını kullanabildiğimizi düşünüp hayıflanıyorum. 

Günümüz şartlarında bir eseri bastırmak çok kolay. Okuyucu için çok fazla seçenek var. Sizce böyle bir ortamda okuyucunun nitelikli eserlere ulaşmak için nasıl bir yol izlemesi uygun olur? 

Murat Gülsoy – Yayınevlerine dikkat etsinler. İyi yayınevlerinden çıkan kitaplara yönelsinler. Hele çeviride, çevirmen kadar baskıya hazırlık süreçleri, yani editörler, düzeltmenler daha da önem kazanıyor. İyi yayınevi tüm bu kadrolarına önem verir, en nitelikli kitapları seçip, onları kusursuz bir şekilde okura sunmaya çalışır. İkincisi, kendilerine özgü bir okuma çizgisi geliştirsinler. Bu konuda pratik bir önerim var: Antolojileri, seçkileri alıp okusunlar. Sıkıldıkları, beğenmedikleri öyküleri çabuk geçip, onları heyecanlandıran yazarları bulsunlar önce. Bu seçkiler tarihin süzgecinden geçmiş yazarları içerir genelde. Onların hepsi size hitap etmeyebilir ama edenleri mutlaka vardır. Örneğin 100 öykü içinden 20’sini seversiniz, 10’unu daha çok seversiniz, 5’ine bayılırsınız… İşte onlar sizin yazarlarınızdır. Gidip onların diğer kitaplarından başlayarak okuma çizginizi derinleştirebilirsiniz.

Yazmaya hevesli ama yazdıklarını beğenmeyen okuyucularınıza kendi üsluplarını oluşturabilmeleri için tavsiyeleriniz neler olur? 

Murat Gülsoy – Yazdıklarını beğenmemek çok normal bir durum. Hatta tersi bence pek normal sayılmaz: “Yine çok müthiş bir öykü yazdım, ne kadar muhteşem yazıyorum, her yazdığım mükemmel oluyor” diyen bir yazar bana pek sağlıklı gelmiyor. Elbette ki yazdıklarımızı beğenmeyiz. Ama fena olmadı galiba dediğimiz bir an da vardır. Dengeyi bulma meselesi. Bu işin bir yönü. Bir de tabii öğrenme süreci var. Yazmak öğrenilen ve geliştirilen bir melekedir. Konuşmak gibi, düşünmek gibi… Yaza yaza, iyi metinleri okuya okuya, üzerine düşüne düşüne yazınızı geliştirirsiniz. Sabırla, çalışarak olur. Ama bunu yapabilmek için arzu ediyor olmanız gerekli. Herkes sizi vaz geçirmeye çalışsa bile yazmayı bırakmadığınız zaman yazar olursunuz.  

Ayfer Tunç’u okumayı çok seviyorum. Handan İnci’nin Karanlıkta Kelimeler söyleşisini okurken öğrendim çok yakın arkadaş olduğunuzu ve sonra birlikte yaptığınız etkinlikleri inceledim. Çok güzel bir edebiyat dostluğu bu. Edebiyat olmasa bu dostluk nasıl olurdu, başka bir ortak nokta bulabilir miydiniz?

Murat Gülsoy – Evet bizi bir araya getiren edebiyattı. Hayalet Gemi adlı dergiyi çıkarıyorduk arkadaşlarla. Benim gözüm sürekli etrafta… Kim ne yazıyor, genç yazarlar arasından yazı isteyebileceğimiz kimler olabilir diye bakınıyorum. Bir gün Adam Öykü dergisinde Ayfer Tunç imzalı bir öykü okudum, Mağara Arkadaşları. Çok beğendim. Hemen araştırıp buldum kendisini, bir dergi bıraktım masasına ve tanıştık. Sonra da dostluğumuz gelişti, derinleşti. Yirmi küsur yıl önce tanışmışız… Edebiyat olmasa yollarımız kesişir miydi bilemiyorum doğrusu.

Öykü ve romanlarınızda karakterinizin bir sonraki adımını bilemediğiniz, şimdi ne olacak diye düşündüğünüz oldu mu? Olduysa nasıl atlattınız bu durumu? 

Murat Gülsoy – Bir sonraki adımı bilmemek değil de, planladığım ya da hayal ettiğim gibi akmadığı çok oldu. Hatta yazıp bitirdikten sonra istediğim etkiyi vermediğini görüp yayınlatmaktan vaz geçtiğim öyküler, yarım bıraktığım romanlar da oldu. Eğer “şimdi ne olacak” diye düşünmeye başlamışsam o romanın, öykünün bende duygusu bitmiş demektir. O durumda yapılacak bir şey yok, en iyisi bırakmak… Her gün masanın başına geçip çalışmak mutlaka gerekir ama sizde duygusu bitmiş bir yazıyı sürdürmenin de bir anlamı yok bence. Başka şeylere çalışmalı o zaman. 

Okuyacak çok fazla eser var, insan  keşke okumak için bir ömrüm daha olsaydı diyor. İyi bir okur sizce bu hissi aşabilir mi? Yoksa hep eksik okumuş gibi mi hisseder? 

Murat Gülsoy – Evet, bir yandan bu duyguya kapılıyor insan, o kadar çok kitap var ki okunacak, yazık ömrüm yetmeyecek diye hayıflanıyor, ama sonra bazen başka bir şey oluyor, örneğin bir tatile gideceğim zaman, hangi kitabı yanıma alayım diye kitaplığın karşısına geçiyorum, hiçbirini okumak içimden gelmiyor. Öyle zamanlarda anlıyorum ki benim yazmam gerekiyor. Bu garip bir durum. 

Yazar kimliğinizin kişiliğinizin başka yönlerinin önüne geçtiği oldu mu? Olduysa bu sizi rahatsız etti mi? 

Murat Gülsoy – Eskiden biraz rahatsız ederdi. Örneğin üniversitede, biyomedikal mühendisliği gibi bir alanda çalışıyorum. Bazen birileriyle profesyonel bir toplantı yapmak gerekiyor, tabii insanlar artık, toplantı yapacakları kişileri internette aratıyorlar, ne çalışmış, ne yapmış diye, beni arattıklarında yazar olarak yaptıklarım da çıkıyor ortaya, durduk yere konu odağından sapıyor. Eskiden bundan tedirgin olurdum. İki ayrı kişiymişim gibi davranmayı tercih ederdim. Ama artık öyle yapmıyorum. Sorun etmiyorum. İnsanlar da alıştılar.

Yazdıklarım çoğu zaman benden izler taşısa da yazmak benim için başka biri olmanın bir yolu. Sizce insan bu başka biri olma isteğini başka nasıl tadabilir? 

Murat Gülsoy – Oyunculuk yaparak sanırım. İnsan sahneye çıkıp bir başkasının rolüne girdiğinde, insanların gözünde çok kuvvetli bir yanılsama yaratır. Tabii o canlandırdığı karakter hem bir başkasıdır hem de kendinden izler barındırır. Oyunun yazarının hayalinde bir karakter var, o oyunu sahneye koyan yönetmenin zihninde bir karakter yorumu var ve bunları gerçekleştirmeye çalışan oyuncunun kendi öznel deneyimi var. Kendi bilinçdışının derinliklerinden o karakteri canlandırıp çıkarması gerekir. Tiyatro o yüzden çok müthiş bir sanat. Ortada acayip bir kolektif çaba var. Edebiyat da bu anlamda tiyatroya benziyor ama çok daha zor. Çünkü metnin yazarı da yönetmeni de oyuncusu da sizsiniz. Hatta dekoru, mekanı, zamanı bile ayakta tutmak, sürdürmek sizin zihinsel çabanıza bağlı. Başka biri olmak, başka bir yer olmak, hatta bir izlenim olmak… Edebiyat tüm bunları tatmanızı sağlıyor. Güç ama mümkün.

Genel olarak yazmak ve okumak üzerine sorular sordum. Eklemek istediğiniz düşünceleriniz var mıdır? 

Murat Gülsoy – Çok teşekkür ederim.

Murat Gülsoy ve Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul

Bizi kırmayıp söyleşimize katıldığınız için teşekkür ederiz. Sizinle bu söyleşiyi yaptığım için çok mutlu oldum. Sağlıcakla kalın.

Visited 33 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version