Gece uyumadan önce ertesi güne dair düşünecek bir şey kalmadıysa, beyinde başlayan çürümenin kokusu yavaş yavaş gün yüzüne çıkar. Ben de bu kokuyu aldım. Hapishaneye girdiğim andan itibaren burnuma gelen o kesif kokunun nedenini anlamaya çalıştım. Bir yatak, ağaçtan bozma masa ve sandalyeden oluşan odamın ya da kendi deyimimle “çukur”umun pisliğine verdim başta kokunun nedenini. Haftada bir gün gelen, yüzleri de üstlerindeki üniforma kadar griye bulanmış kat görevlileri, bakışlarını asla gözlerime değdirmeden, mekanikleşmiş bir hal içerisinde odayı temizlediklerinde onlara yalvardım.
“Daha çok deterjan, daha çok sabun. Lütfen, dayanamıyorum bu kokuya!”
Görevlilerden biri, kan çanağına dönmüş gözlerini yüz hizama kaldırıp bana baktı. Burnunun altındaki incecik çizgi açıldı, bir hırıltı duyuldu önce. Sonrasında, duymak için birden fazla işitme organı gerektiren sesini bana bıraktı.
“Yasak.”
Sesi yavaşça beni aştı. Odanın dört duvarının üzerinden aktı ve kovanın içerisindeki kahverengi suyun içine düştü. Bir köpük bile yaratamadan kovayı tutan parmakların izinde kayboldu.
Zaman geçtikçe nefes alamamaya, hatta buraya neden ve nasıl geldiğimi bile hatırlamamaya başladım. Çukurumun içinde günleri, ayları ve yılları devirdim. Onlar devrildikçe ben de devrildim. Yer çekimini de unuttum zamanla, bir astronot misali odanın içinde oradan oraya aktım gittim. Derken gün geldi, demir kapılar tıngırdadı, ölü balıklar bana sararmış kağıtlar imzalattı ve kendimi kapının önünde buldum. Bitmişti. Başlıyor muydu yoksa? Şu zamana kadar beni idare eden hayalbazımın ayaklarımdan tutup sonraki hayatıma da beni yavaşça götürmesini istedim. Neticede acelem yoktu. Geçen kayıp zaman bir şeyleri çabucak yaşama isteği uyandırmıyordu bende.
Evime yürümeyi seçtim; ama azalmış ağaçlar, buğulu hava, karman çorman sokaklar ve insanlar içinde olmak tüylerimi ürpertti. Çukurumu hayal ettim birden. Bu görüntünün içimde yarattığı hissi anlamak için tedirginlikle kelime haznemi yokladım. Keşke orada mı olsaydım? Orası buradan çok daha güvenli miydi? Dudaklarımı ısırarak bir taksi durdurdum, taksiciye adresi verip istediği yoldan gidebileceğini söyledim. Yol boyunca cama dayadığım yüzümde akan binalara, ışıklara, seslere, yüzlere bir rüyanın içerisindeymişim gibi baktım. Sanki uykuyla uyanıklık arasındaki o haldeydim; ancak tek fark hiçbir zaman gerçekten uyanamayacak olmamdı.
****
Beyaz balkon demirleri arasından batan güneşin ışıkları, kırmızı kilimdeki bukağı motiflerini daha da kırmızı yaptığında başımı ahşap sehpaya dayamış şekilde yerde yatıyordum. Parmağımı bir bukağı motifinin üzerinde defalarca gezdirirken düşündüm; her halı motifinin bir anlamı vardı ve bukağı da aşkların devamlılığını sembolize ederdi, sonsuz aşk. Birden yattığım yerden doğruldum, içtiğim iki şişe şarap tüm bedenimi dalgalandırıyordu. Martı çığlıkları kulağıma çalındığında bir deniz olduğuma yemin edebilirdim. Ayağa kalkıp kilimin bir kenarını sıyırdım, ayağımdan çoraplarımı çıkarıp siyahlaşmış parkeye topuklarımı bastıra bastıra balkona çıktım.
Sonra, kendimi gerçekten mutlu hissettiğim anları bulmak için kafamın içerisinde upuzun bir yolculuğa çıktım. Annem, babam, kardeşim, sevgililerim, hayatıma girmiş, giremeden çıkmış insanların istediğim halini bir fotoğraf karesine hapsettim. Ardından balkonumun duvarına ve
demirlerine ipler gerdim. Her bir fotoğrafı tek tek astım. Tırnak etlerimi koparmış, saçlarıma beyazlar düşürmüş, mimik çizgilerimi derinleştirmiş her bir anı hayal ettim. Hatırlayamadığım zerrelerine sevdiğim eşyaları bıraktım, tüm boşlukları tamamladım. Küçücük balkonda, gerçekten ne zaman ve nasıl mutlu olduğumu hatırlamak, anlamak için kulaklarımdan buhar çıkarttım, gözlerimden yaşlar akıttım. Sonra soyundum, ağırlıklarımdan arındım. Hapishanedeki gibi tek renk kaldım. Her yerime dokundum. Yükseklikler, alçaklıklar. Yara izlerim. Alçaklıklar. İstediği yere ulaşamamış ayaklar, istediği şeye dokunamamış eller. Alçaklıklar.
Kollarımı esnetip her yerime dokunmak için kendimi zorladım. Vücudum çatırdadı. Ellerim, bileklerimden kopacak ve ezik büzük ayaklarımın yanına düşecek sandım, düşmedi. Parmaklarımı açtım, açtıkça gerdim. Dokunacağım alanları genişlettim. Yetmedi. Tüm organlarıma, ciğerlerime, böbreklerime, bağırsaklarıma, damarlarıma, kalbime dokunmak istedim. Kalbim, avuç içim. Dört tane odacıktan oluşuyorsun, o odacıkların her birinde yeller esiyor. İçleri bomboş, kupkuru ve soğuk. Pompalanan kan bile amaçsız bir solucan gibi ilerliyor kulakçıktan karıncığa ya da karıncıktan kulakçığa. Tam olarak bilmeye imkan var mı? Kalbim. Ben şu yaşa gelene kadar sanki hiç yavaşlamadın, hızlanmadın. Orada öylece, sabit bir şekilde durdun ve bekledin. Bir odacığının kapısı açılsın, içeriye taze kan girsin diye umdun. Odalarının içi karanlık, kilitlerin paslı artık.
Balkonun beton zemininde yatarken bedenimin altındaki her bir toz zerresini hissettim. Sırtıma yapışan birkaç kuru sinek ölüsü, ne zaman uçuşup da balkonuma düştüğü belli olmayan mavi bir poşet vardı parmaklarıma dolanan. Birkaç martı geçti yine bakış hizamdan. Bana baktılar, gözlerimin ta içine kadar. Daha da çıplak kaldım. Arabalar korna çaldı. Bir çocuk, “Anne, bak!” diye bağırdı. Sonra sesler birbirine karıştı. İçtiğim şarabın tadı ağzıma gelince vücudumun dalgalanması arttı, neredeyse karanlık çökmüş sokakta kalan son güneş ışığını da bana getiren martılara teşekkür ederek yattığım yerden kalktım. Balkon demirlerine belimi dayayıp memelerimi aşağı doğru sarkıttım. Bir rüzgar geldi, uçurdu ikisini de, martıların ardına takıldı bir çift meme. Apartmanların üzerinden uçtu, elektrik tellerine kondu, sonra bulutları aştı gitti. Ürperdi bedensiz memelerim, yer çekimine inat dikleşti, zamana inat pembeleşti. Martılarla bir olup çekti gitti.
Sokağa doğru bir kahkahanın ardından giden memelerime el salladım ve mermere tekrar kendimi bıraktım. Sağ elimdeki mavi poşeti bir kenara itip her iki elimle topuklarımdan başlayarak bacaklarıma dokundum, uzamış kıllarımı taradım, merkezime ulaştım. Köreldiğini sandığım parmaklarımla yaşam hücrelerimi buldum. Balkon tavanındaki ampulü patlamış lambayla bir anlık bakışmamızdan sonra lamba da tavan da kayboldu, kendimi ayın altında buldum. Hücrelerimin kıpraşması bir titreşime, sonra da şiddetli bir sarsıntıya dönüşünce gökyüzünde havai fişekler patladı. Dalgalarım her bir boşluktan taştı, balkon sular içinde kaldı. Sokaklar ıslandı, insanlar bulutsuz göğe bakakaldı.
Havai fişekler mi, Kuzey ışıkları mı onlar? Hayal mi gerçek mi? Yoksa rüya mı? Bilmediğim bir zamana, bilmediğim bir yere doğru uçmaya başladım, çırılçıplak. Doğduğum anda olduğum gibi, lekesiz, pirüpak. Havayla ilk kez buluşmaktan açılan, açıldıkca zevk veren bir acı içinde kalan akciğerlerim. Acıdan ağladım, zevkten gülümsedim. Gülümsedikçe düşledim. Yarını düşledim. Hoş geldim, ben geldim.
Yankı Yıldırım 08.01.2020
- Merdümgiriz - 28 Mayıs 2020
- O’ndan Geriye - 22 Nisan 2020