Yazar: 08:29 Öykü

Mazıdağı

Gerçeğe sadık kalmak zorunda değilsin.
Gerçeğin ruhuna sadık kalman yeter.
Sema Öztürk

Hava kararmaya yüz tutmuştu.

Ay parlamıyordu henüz. Göğün yüzeyine serilmiş ince bir tül gibiydi bulutlar. Dağınıktı, incecikti…

Rüzgâr, taşların, başakların  arasından geçip kendine yol arıyordu.

Ubeydullah; ovada, sürüyü alçak taş çeperin içine çekmişti. Yıllar içinde üst üste dizilmiş taşlardı bunlar; kimi yuvarlak, kimi köşeli. El yordamıyla örülmüş, alçak bir set. Diz hizasını ancak geçerdi ama sürüyü tutmaya yeterdi. Koyunlar, gövdelerini birbirine yaslamıştı. Taş zemine sessizce çöreklenmişlerdi.

Tek bir ses yoktu. Ne hayvandan, ne insandan, ne topraktan.

Ubeydullah gözlerini kısarak ovaya baktı. Belli belirsiz bir pus tabakası etrafı sarmış, uzakları bulanıklaştırmıştı. Mazıdağı’nın ışıkları soluk kandil alevleri gibiydi. 

Ne sönüyorlardı, ne tam yanıyorlardı.
Rüzgâr, yön değiştirdi. Önce başakların uçları titredi, sonra çeperin kenarındaki kuru otlar kıpırdadı. Koyunlardan biri başını kaldırıp baktı ama sonra tekrar çöreklendi yerine.
Gırtlağında bir yanma hissetti. Havayı derince içine çektiğinde ciğerlerine dolan keskin koku, içini kavurdu. Sopasını sıkıca kavrayıp havaya kaldırdı. Rüzgâr, onun yırtılarak çıkan sesini ovaya dağıttı.

“Haydi, haydi…!”

 Sürü huzursuzlandı.
 Toprağın altından sıcak bir nefes çıkıyor, rüzgârla birlikte sürüklenip geliyordu.  Tanıdık olmayan, keskin, iç gıcıklayan bir koku dolaşıyordu ortalıkta.  Gökyüzü, sanki derin bir nefes almış da bırak(a)mamış gibiydi. Rüzgâr uğultusunu bir kat daha yükseltti. Kuru otların arasından çıtırtılar, toprağın üzerinden alıp yürüdü.

Sürü ayağa kalkmış, dalgalanmalar başlamıştı. Gırtlağı iyice yanmaya başlayınca boğazından yırtılarak çıkan uzun bir ses yükseldi. Sopasını havaya kaldırdı, rüzgâr uğuldayan sesi ovaya dağıttı yine.

“Hayde haydeee!
“Ho hooo!”
Sesi çatlayarak kesiliyor, yeniden yükseliyordu.
Gökyüzü, batı ufkunda turuncuya çalan solgun bir çizgiyle direniyordu. Ovanın diğer ucunda belli belirsiz incecik bir duman teli, toprak iğneyle delinmiş gibi bir delikten sızıyordu.

Ubeydullah, cebinden telefonunu çıkardı, amcası Abdurrahman’ı aradı:

”Amca,” dedi, “gel, tuhaf şeyler oluyor burada. Ortalıkta is kokusu var. Koş! Yetiş! Toplayalım sürüyü. Çıkaralım ovadan. Baş edemiyorum!”

Telefonu cebine sokuşturdu. Gözlerini yeniden ovaya dikti. Koyunlar huzursuzca sağa sola dönmeye, burunlarını havaya kaldırıp melemeye başladılar. Mazıdağı, uzakta çıplak sırtlarda ışıldıyordu. Gün batımının son kızıllığı taşlara vurmuştu. Dağ; sarı bir meşin gibi parlıyordu. Rüzgâr o sarı meşinin üstünden esiyor, akşamın kuruyan havasını ovaya sürüklüyordu. Çıtırtılar, toprağın derinlerinden gelen gizli uyarıyı etrafa yayıyordu.
Gökyüzü, görünmeyen bir yüke şahit olmak üzereydi. Sapsarı ova nefesini tutmuş, korkuyla bekliyordu adeta.
O anda, uzaklardan, ince bir ses duyuldu.
 Sinsice yürüyen bir ayak gibi. Ardından başka bir ses daha…

Karanlığın içerisinden, birer yıldız tanesi gibi parıldayan kıvılcımları gördü. Önce küçücük bir parıltıydı bu. Rüzgâr onu hızla aldı, kuru ve sıcak otların üzerine yıldız tozu gibi serpiştirdi… Kıvılcımlar durur mu hiç? Otlar kımıldadı. Çıtırtılar arttı. Mazıdağı’nın çıplak sırtlarından aşağı süzülen rüzgâr birdenbire yön değiştirdi.
Genişledi.
Hızlandı.
Hiç de çekingen değildi. Kararlıydı. Çok ama çok hızlı davranıyordu.
Önce otların ucunu yaladı. Sonra gövdesine geçti.
Saniyeler içinde toprağın dili alevden örülmeye başladı.
Yana yatmış otlar, eğilmiş buğdaylar…
Hepsi birer kolay lokma gibi düşüyordu ağzına ateşin.
Rüzgâr da açıkça ona yardım ediyordu; bir hainin arkadaşı gibi, her kımıldanışıyla ateşe yol açıyordu.

Ateş ve duman göz gözü görmez hale getirdi.
Gökyüzüyle yer birbirine karıştı.
Güneş daha batmadan karardı.
Her şey aynı renge büründü:

Kızıl… Siyah… Kül…

Ama ateş tek bir renk değildi ki.

En dibinde mavi yanıyordu. Sarı kıvılcımlar titredi sonra. Derken turuncu alevler saldırdı ovaya. Ve sonunda, kırmızı.

Yanmanın ta kendisiydi.

Tüm bunların üstünde, siyah yükseldi.

Taşlar bile acıdan çatlamıştı.

Alevler, bir düşman ordusu gibi yürüyordu uğuldayarak. Kalkanı rüzgâr, kılıcı dumandı.

Durup dinlenmeden ilerliyor, önüne ne çıkarsa yutuyordu.

Kimi yerde ince bir dil gibi sürünüyor, kimi yerde göğe tırmanarak öfkeli bir dev gibi kük­rüyordu.

Sesler boğuklaşıyor, gökyüzü katılaşıyordu.

Tozla, külle, yanan ot kokusuyla dolmuştu gökyüzü. Günlerce emekle sürülmüş, başakları olgunlaşmış, hasadı bekleyen toprak, birbirine tutunmuş kökleriyle birlikte kavruluyordu şimdi.

Ne bir yardım sesi vardı ne bir yağmur umudu.

Her şey susmuştu.

Durup dinlenmeden ilerliyor, önüne ne çıkarsa yutuyor gibi yürüyordu, uğuldayarak.
Hiç susmayacakmış gibi koşuyordu ateş. Kudurmuş bir canavar gibi saldırıyordu ovaya.

Ubeydullah’ın boğazından, uzun, korku dolu bir haykırış çıktı. Koyunlar nereye gideceklerini bilemez halde koşuyorlardı. Onlar koştukça Ubeydullah koşuyor, çaresizce sesleniyordu. Yola, çıkışa doğru sürmek istiyordu onları bir an evvel.

“Hayde! Hayde!”

“Toplan toplan!”

 “Allah’ım… Allah’ım yardım et!”

Gökyüzüyle yeryüzü birbirine karışmıştı.

Ne yukarı vardı, ne aşağı.

Cehennemin orta yeriydi!

Yüzlerce koyun sağa sola koşup, birbirlerine çarpıp düşüyorlardı. Kiminin tüyleri tutuşmuş yanmaya başlamıştı. Acı içerisinde canhıraş bağırıyorlardı. Kimi oldukları yerde ters dönmüş, ayakları havada can çekişiyordu. 
Ubeydullah nefes nefese, deli gibi bir ileri bir geri koşturuyordu.
“Ubeydullah!”

Ubeydullah bir an durdu. Amcası Abdurrahman, başındaki kefiyeyi yüzüne sarmış, alevlerin içinden ona doğru koşuyordu. Elinde kalınca bir sopa vardı.

“Ubeydullah!”.
 “Amca!”

Sesi hem sevinçti, hem korku.

Birbirlerine vardılar.

Abdurrahman, yanına ulaştı. Kolundan tuttu.
“Hele geldim!” dedi.

“Sürü öldü, amca!”
Nefesi yetmiyor, yüzünden oluk oluk acı akıyordu.

Ovanın göbeğindeydiler ve alevler çıtırdayarak dalgalar halinde onlara doğru yürüyordu. Sürünün acı dolu sesleri alevlerin arasında yankılanıyordu. Birbirlerinin gözlerine baktılar.
Sessizce anlaştılar. Ve o an, yangının ortasında gözden kayboldular.

***

Gün, gri bir sis gibi inmişti ovaya.
Alevin dili susmuştu.
Küller her yerdeydi.
Yanan otların üzerinde siyah gölgeler gibiydi yüzlerce koyun. Bedenlerinin yerinde sadece sessizlik kalmıştı.

Ubeydullah yoktu.
Abdurrahman da.
Toprağın altına karışmış, o sapsarı buğdayların küle döndüğü yerde gömülmüşlerdi.

Mazıdağı sessizdi.

Yetkililer geldi. Ambulanslar, kanallar, yardım ekipleri… Ateş ovasında yan yana dizili, yanmış koyunlar yeniden sayıldı.

Altı Yüz elli.

Komutan, kızgın toprağın üzerine sıralanmış koyunların başında oturup ağlayan bir adamın yanına eğildi:
“Başın sağ olsun, sürüsünü kaybedenlerden biri de senmişsin. Yangının nasıl başladığını biliyor musun? Şahitler var mı?”

Adam cevap vermedi.
Kuru ve hâlâ sıcak olan toprağı avucuna aldı. Ayağa kalktı.
Gözlerini uçsuz bucaksız ve üzerinde hâlâ dumanları tüten ovada gezdirdi bir süre.

“Toprak bilir,” dedi.

“Kimse görmemiş mi?”

Gözleri hâlâ ovadaydı.
“Rüzgâr bilir,” dedi, sonra.

Mazıdağı uzaktan izliyordu. Komutan başını eğdi, sesi yumuşadı:
“Allah sabır versin.”
“Var olun komutanım.”

Komutan ısrar etti:
“Biri ya da birileri yakmış olabilir mi? Gördünüz mü şüpheli birini?”
“Toprak bilir komutanım, toprak bilir. Toprak unutmaz.”

Komutan başını salladı:
“Önemli olan direnmektir. Üzülme, yine de soracağız, öğreneceğiz.”

“Var olun komutanım.”

Latest posts by Sema Öztürk (see all)
Visited 25 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version