“Karar!”

“Herkes ayağa kalksın.”

“Şüpheli savunmalarının hayatın olağan akışına uygun düşmediği, soruşturmanın salahiyeti açısından toplanacak delillerin bulunmasının muhtemel olduğu, söz konusu isnat edilen suçlardan dolayı, sanık Atabey DOĞAN ve sanık Kutay TINAZ’ın meslekleri itibari ile de kaçma ve delileri karartma şüphesi gözönünde bulundurularak her ikisinin de TUTUKLANMALARINA karar verilmiştir. Evet, son sözlerinizi söyleyin.”

Her ikisi de sanık kürsüsünde elleri arkadan bağlı ve başları dik dinlediler kararı. Okunduktan sonra Atabey yavaşça sağa dönüp ellerini belinden çekti ve sol kolunu hâkime doğru uzatarak konuşmaya başladı.

“Avukat Bey, anlaşılan her hâkime ‘El adlü esasül-mülk’ yani “Adalet mülkün temelidir” sözünün ne demek olduğunu zerrelerince idrak ettirmeden bu koltuğa oturtmamak lazımdır. Ama olsun, adalet öyle bir kavramdır ki Nuşirevan’dan daha adil nice hâkimlerin dudaklarından dökülüp, devrilmez denen, yıkılmaz denen koltuklarıyla beraber şu an bizim bulunduğumuz bu kürsüye getirtecektir.”

Tüm bu sözler hâkimi çileden çıkartmaya yetti. Yüzü kızardı, içinde bulunduğu aşağılamadan kurtulmak için hiddetle “Atın bunları cezaevine” diye bağırdı. Polis memuru aldığı talimatla, KOM şube müdürü Zekayi’nin eşliğinde adeta gözlerinden fışkıran zafer nidaları ile takmıştı kelepçeleri.

Atabey ve Kutay şu ana kadar çok iyi yürütmüşlerdi durumu. Ta ki o soğuk kelepçeler bileklerine değene kadar. Boğazında koca bir yumruk hissetti Atabey. Yutkunmaya çalıştı, nafile. İşte hayatının en zor anını yaşıyordu şu an. Ne girdiği çatışmalar ne de iti uğursuzu. Hiçbir şey bu kelepçenin soğukluğu kadar oturmamıştı yüreğine.

Cezaevi kapıaltına kadar getirilmiş, girdikleri oyunda kendilerini alt eden KOM şube müdürü tarafından gardiyanlara teslim edileceklerdi. Kapıda bekleyen başgardiyan Necati, Atabey ve Kutay’ı görünce önce tebessüm etti, ardından hayreti yüzünden anlaşır şekilde konuşmaya başladı.

“Hayırdır Atabey komutanım?”

“Ne hayrı Necati? Şerrin ta kendisi tuttu kolumuzdan getirdi buraya kadar. Anlatırım, sen hele bizi şunların melun suratlarından uzaklaştır da.”

“Tamam tamam. Şöyle geçin, giriş yapalım komutanım.”

Bu ufak diyalog Zekayi’nin gülüşüne gölge düşürdü. Atabey ve Kutay Kapıaltından içeriye kelepçeleri çıkartılarak alındılar. Kapıaltı, mahkûmların hapishaneye girerken çırılçıplak arandığı, yanında getirdiği eşyaların kaydının yapıldığı, yasaklı eşyaların emanete alındığı ve koğuşu belli olana kadar bekletildiği, soğuk ve karmaşık duyguların ete kemiğe büründüğü yerdi işte. 

“Komutanım ne oldu anlatın hele.”

“Bu şerefsiz Zekayi’yi tanırsın. KOM şube müdürüdür. Rüşvet alıp, kaçakçılık yaptığına dair istihbarat vardı elimizde. Tabii kaç aydır takip ediyoruz ama bir türlü açık vermedi şerefsiz. Meğer bize öten pislik daha fazla para alıp buna da ötmüş. Kansız Zekayi’de bize tuzak kurup kaçakçılık yaptığımızı zannetmeleri için sahte delil koydurtmuş evimize. Ev aramasında onları buldular tabi. Delil dediğimde üç beş basit malzeme. Anlamadığım nokta, normal şartlarda bu sözde basit deliller tutuklamaya yetmezdi. Avukatta şaşkın. İşin içinde başka bir şey var ya hadi hayırlısı. Durum böyle işte Necati. Soluğu burada aldık.”

“Vay şerefsiz. Komutanım siz içerisi için hiç endişe etmeyin. Elimden geldiğince rahat ettirmeye çalışırım sizi.”

“Aman sakın ha Necati. Normal bir mahkûma ne uygulanıyorsa aynısını yapacaksın. Kesinlikle ayrıcalık yok. Tamam mı?”

“Ama komutanım…”

“Aması falan yok Necati. Prosedür neyse onu uygula.”

“Ne diyeyim komutanım. Sizi tanımayan, nasıl bir adam olduğunuzu bilmeyen yok bu memlekette. Allah büyük. Suçsuzluğunuz ortaya çıkacaktır elbet.”

“Çok şükür ondan yana endişemiz yok. Hele biraz zaman geçsin de Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler.”

Başka bir memur elindeki dosyayı Başgardiyan Necati’ye uzattı. Necati dosyaya biraz göz attıktan sonra “Koğuşunuz belli oldu komutanım. Kutay komutanımla beraber aynı koğuşa denk gelmişsiniz. Koğuş numarası D1.”

“Hadi öyleyse gidelim de dinlenelim biraz.”

“Olur komutanım, buyurun gidelim.”

Malta, koğuş kapılarının açıldığı koridorları bağlayan, uzun, koca bir yol. Kimilerinin görüşlere giderken kalplerinin pırpır ettiği kısacık, kimlerinin dönerken hüzne boğulup yürüye yürüye bitiremediği uzun bir buz çölü. Şimdi Atabey ve Kutay için yürü yürü bitmeyen uzun bir buz çölü olmuştu malta. 

“Komutanım, ben bu maltayı hiç sevmedim. Bu ne böyle hem soğuk hem de yürü yürü bitmiyor. Çıkınca şu ada olan Malta’ya tatile mi gitsek?”

“Ulan güldürdün beni Kutay. Hele şu işten bir kurtulalım da Malta’ya da gideriz Miami’ye de.”

Necati eliyle işaret etti.

“Komutanım, D1 koğuşu burası. Koğuş da on sekiz kişi var. Sizinle beraber toplam yirmi kişi olacak. İçerde Sedat Kete diye bir pislik var. Ona dikkat ederseniz iyi olur. Onun dışında sıkıntılı birisi yok.”

“Eyvallah Necati. Sen şu an ki halimize bakıp da endişe etme. İtin uğursuzun hakkından gelmeyi de biliriz.”

Koğuş kapısı büyük bir gürültüyle, maltada yankılanarak açıldı. İçerideki tüm gözler merakla kendilerine bakarken ağır adımlarla içeri girdiler. Meslek alışkanlığıyla, hızlıca etrafı süzdü Atabey. Sağ tarafta ki kapıdan yukarıya, yatakhaneye çıkılıyordu. Alt kat yaşam alanıydı. Karşı sol köşede mutfak tezgâhı, yanında sırasıyla banyo, tuvalet ve avlu kapısı vardı. Ortada üç masa ve etrafında kimisi genç kimisi yaşlı 18 mahkûm oturuyordu. Yatakhane kapısının yan tarafında televizyon ve mini buzdolabı vardı. Koca ömürler bu iki odacığa sığıp çürüyor diye geçirdi aklından Atabey. Masada oturanlara dönüp: “Cümleten selamünaleyküm” dediler.

Topluca selamı alıp “Allah kurtarsın” diye karşılık verdi koğuştakiler. Meydancı Metin hızlıca gelip ilişti yanlarına. Daha 22 yaşında gencecik bir delikanlıydı. Sağ ayağı biraz aksıyordu. Cüssesinden hayli büyük kazağı dizlerine kadar inmişti neredeyse. “Allah kurtarsın abilerim, benim adım Metin. Meydancıyım. Bir ihtiyacınız olursa söylemeniz yeter. Şu kapıdan yukarıya, yatakhaneye çıkılır. Girişteki boş iki yatak sizin. Battaniyeler, çarşaflar temiz. Dolaplar merdiven boyunca sıralı halde. Kapı girişindeki iki dolap da sizin. Dilediğiniz gibi kullanın.” Kıvır kıvır saçları, kadifemsi sesi ve parlayan gözleriyle adeta kardeş hissiyatı vermişti. 

“Eyvallah Metin. Sağ olasın”dedi Atabey.

“Komutanım Meydancı ne oluyor?” diye fısıldadı Kutay.

“Maddi durumu iyi olmayan birine koğuştaki işleri yaptırırlar. Karşılığında da ihtiyacı neyse onu alırlar. Cezaevi literatüründe adı meydancı olmuş.”

“Anladım komutanım.”

En önde, masanın başında oturan, kır saçlı, koğuşun yaşça en büyüğü olduğu anlaşılan kişi, babacan tavrıyla seslendi.

“Hele buyurun yiğitler. Oturun da hasbihal edelim biraz. Hem yorgunsunuzdur. Tavşankanı bi’ çay içer kendinize gelirsiniz.”

“Eyvallah.” Dedikten sonra birer sandalye çekip oturdular. Atabey otururken plastik sandalyenin çatlayan sağ ön bacağının iple bağlanarak tutturulduğunu fark etti. Ağırlığını hafifçe bacaklarına verip kendini sağlama aldı.    

“Mesleğimden ötürü bana demirci Muzaffer derler. Yaşça da büyük olduğumdan kimleri ağabey, kimileri de baba der. Neyse, her gece bu saatlerde oturup sohbet etmek adet oldu bizim koğuşta. Lokum, bisküvi, çay eşliğinde isteyen anlatır, bizlerde dinleriz. Bugünde nasipte sizi dinlemek varmış. Çoğumuz uzun zamandır çitlerin dikeni olmadan gökyüzünü göremedik. Belki yeni havadisler duyarız sizden. Olmaz mı?”

Atabey meydancı Metin’in getirdiği tavşankanı çayı yavaşça yudumlayıp “ Olmaz olur mu hiç. Hem bizde yavaş yavaş sizi tanımış oluruz. Ben Atabey Doğan. Kardeşim de Kutay Tınaz. İkimiz de jandarmayız.”

Tüm dikkatler üzerine toplamıştı Kutay ve Atabey’in. İlgisizler dahi uğraşlarına son verip dinlemeye başlamıştı. Tebessümle devam etti Atabey. 

“Tabii yakın zamanda atılmazsak. İtin biri kaçakçılık yaptığımıza dair iftira attı ikimize de. O yüzden buradayız. Biz de dedik ki gidelim devlet eliyle az biraz istirahat edelim. Bitmez bu dünyanın derdi tasası. Öyle değil mi demirci Muzaffer?”

“Öyle komutanım. Allah yardımcınız olsun. Burada hepimizin var bir hatası. İstisnalar da var elbet. Kimimiz hırsa, kimimiz mala mülke, kimimiz de şehvete paraya tamahlığımızın esaretindeyiz. Esaret biter elbet de tamahlığımız biter mi bilmem.”

“Doğru dersin. Hepimizin bir hatası var. Bak mesela, yakaladığım suçlu sayısını dahi hatırlamam. Her defasında cezaevin kapısına kadar getirip bıraktım hepsini. Ama bıraktıktan sonrası hiç aklıma gelmedi. Aileleri, çocukları… Bugün o kapıdan bizde geçtik. Olmaz dediklerim, akla getirmediklerim olur oldu.”

Tüm gece sohbet ettiler. Herkes tek tek anlattı derdini. Kimisi bir anlık cinnetle, kimisi de namus meselesi değip cana kıymıştı. Koğuşun neredeyse yarısı cinayetten hükümlüydü. Diğer yarısı da düşünce mahkûmu. Utanç verici. Sadece birisi hariç. Sedat Kete. Uyuşturucu satıcılığından on yıl ceza yemişti. Sedat hakkında “Vatan evlatlarını zehirleyen, para için her şeyi yapabilecek pisliğin teki.” Demişti demirci Muzaffer. Bu yüzden dışlanmıştı. Adeta hücre hayatı yaşar hale gelmişti. Saat gece ikiye dayanırken demirci Muzaffer toparlanıp ayağa kalktı. 

“E hadi yatalım. Malum yarın Kurban bayramı.”

Atabey yüzünü buruşturup eliyle kendi anlına vurup Kutay’a döndü.

“Onca telaşın arasına nasılda unuttuk bayramı.”

“Kafa mı kaldı komutanım.”

Demirci Muzaffer tebessümle devam etti. 

“Neler unutulmuyor ki Atabey komutanım. Bu arada sabah ve akşam koğuş sayımı yapılır. Bu akşam sayımdan sonra geldiğiniz için görmediniz. Sabah saat sekizde hazır olursanız münakaşa etmek zorunda kalmayız gardiyanlarla.”

“Tamamdır. Merek etmeyin. Uyanmış oluruz.”

Üst kat tıka basa ranzalarla doluydu. Aralarında yarım metre bile yoktu. İkisi de ranzanın üst katında yatmış tavanı seyrediyordu. Yerlerini yadırgamış, uyku tutmamıştı.  Atabey Kutay’a doğru dönüp, kimseyi rahatsız etmemek için fısıldadı.

“Kutay, uyudun mu?”

“Uyuyamadım komutanım.”   

“İyi, dinle, nasıl da halime tercüman oluyor şu satırlar.”

 “Nasıl bir his biliyor musun? Oda çok geniş ama sığamıyorsun, bak kapı orda ama çıkamıyorsun, pencere açık ama nefes alamıyorsun.”

“Off of… Cemal Süreyya’dan mıydı bu komutanım?”

“Ta kendisi Kutay. Lisan-ı halim tam da Cemal Süreyya’nın dilinden dökülüyor işte.”

Kısa bir sessizlik oldu. İkisi de susmuştu ki sessizliği bozan Kutay oldu. 

“Komutanım.”

“Efendim?”

“Bugün meydancı Metin’e çok üzüldüm. Ama bir o kadarda gurur duydum. Bilemiyorum. Ben onun yerinde olsam bu kadar iyi toparlayabilir miydim? Düşünsenize, annesi, babası tarafından öldürülen on sekiz yaşında bir delikanlı. Annesinin acısıyla babasını öldüren bir evlat, kendini kurtarmak için oğlunun ayağını sakat bırakan bir baba. Ama bir bakıyorsunuz ki sonunda hem öksüz hem de yetim kalmış bir delikanlı var. Yetmemiş şimdi birde hapis yatıyor. Ama helal olsun, azmetmiş Hukuk kazanmış. Bu yıl üçüncü sınıftaymış.”

“Helal olsun. Helal olsun da herkes bataklığa düşünce Lotus olamıyor be Kutay. Kimileri de batıp gidiyor işte.”

“Haklısınız komutanım. Kimileri kendi çabasıyla hayata tekrar bağlanırken kimleri de yok olup gidiyor. Her birine el uzatmak gerek.”

“Öyle de Kutay, insanların düşünceleri prangalı. Baksana karşıt fikir açıklayan herkes burada. Yarısı bizim koğuşta işte. Yolsuzluğa, hırsızlığa karşı gelen biz, ikimiz, buradayız işte. Birilerinin kurmak istediği korku egemenliğinde, korkuya karşı savaşan iki kum tanesi. İkimiz de buradayız. Ama olsun, umudum var. Nazım Hikmet’in dediği gibi “isterse güneşin etrafında on kere dönsün” Dünya ya da Namık Kemal’in dediği gibi “Felek her türlü esbab-ı cefasın toplasın gelsin, dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten.” Hatırlıyor musun yemin metninin son satırlarını? “İCABINDA VATAN, CUMHURİYET VE VAZİFE UĞRUNA SEVE SEVE HAYATIMI FEDA EYLEYECEĞİME NAMUSUM ÜZERİNE AND İÇERİM.” Ben yeminimde sadığım kardeşim.”

“Başımızın dik, alnımızın açık olması bu yüzden değil mi komutanım.”

“Aynen kardeşim. Baksana kaderde cezaevinde koğuş arkadaşı olmakta varmış seninle. Neyse hadi yatalım artık. Sabah sayımında sıkıntı çıkmasın.”

Sabah saat 07.50 de “SAYIM” diye bağırarak uyandırmıştı koğuşu meydancı Metin. Cezaevinde hem sayım hem de bayram için ilk uyanıştı bu. Koğuş kapısı yine gürültüyle açıldı. Yankısı maltayı da koğuşu da inletmişti. İçeriye on kadar gardiyan girdi. Mahkûmların hepsi ayakta beklemekteydi. Gardiyanlardan birisi saymayı bitirince “Tamam” dedi. Bir diğeri kilitli olan avlu kapısını açınca içeriye var gücüyle giren rüzgâr oksijenle doldurdu ciğerleri. Herkes derin bir nefes aldı. Gardiyanlar sırayla ama hızlıca çıktılar. En son çıkan dönüp koğuştakilere seslendi. 

“Bugün öğleden sonra Müdür Bey sizinle bayramlaşmaya gelecek.”

Demirci Muzaffer gardiyana dönerek tebessümle cevap verdi.

“Buyursunlar, kapımız herkese açık.”

Koğuş kapısı aynı gürültüyle kapandı. Tek çıkış yolunun, tüm umutları yıkıp, herkesin suratına çarparak kapanması gibi. Uyumaya devam etmek isteyenler yataklarına, çitli teller arasından da olsa gökyüzünü görmek isteyenler avluya çıktı. Kimileri de kahvaltı yapmaya başladı. Demirci Muzaffer avluda havayı ciğerlerine çekerken sabah mahmurluğuyla konuştu.

“İşte tek nefes alabildiğimiz yer burası.”

Göğe uzanan, çitle çevrili koca duvarlar. Çitler olmadan göğü görmek imkânsız. Yeşil yok. Sadece mavi. Ardından cep radyosundan yayılan Barış Manço’nun o muhteşem sesi. “Bu gün bayram erken kalkın çocuklar.”

Zaman hızlı akıyordu. Önce mazgal sert bir şekilde açıldı. Gardiyanın biri içeriye doğru “ Müdür Bey geliyor, hazırlanın.” Diye seslenip aynı sertlikle kapattı mazgalı. Atabey, demirci Muzaffere sordu.

“Her bayram gelir mi ziyarete?”

“Kafası eserse işte.”

Kapı açılınca Atabey‘Artık sinir bozmaya başladı bu gürültü’ diye içinden geçirdi. Önce kalabalık bir gardiyan topluluğu, ardından Müdür Bey teşrif etti. Zaten herkes bayramlaşma için avluda U şeklinde sıralanmıştı. Girişte, sağ başta Atabey vardı. Kutay ve Atabey’in arasında Demirci Muzaffer,  Kutay’ın yanında ise Sedat Kete duruyordu. Diğerleri de sırayla dizilmişti. Müdür Bey bayramlaşmaya Atabey ile tokalaşarak başladı. Sedat Kete’yi geçip köşeyi döndükten sonra iki kişiyle daha tokalaşmıştı ki Atabey o zaman fark etti Sedat Kete’nin elindeki şişi. Gözlerini Müdür Bey’den ayırmadan yavaşça şişi çıkarmaya başladı. Tam saplayacağı sırada, Atabey, Müdür Bey’i omzundan çekerek düşürdü. Gardiyanlar afallamış, herkes de bir şaşkınlık oluşmuştu. Atabey’in, Müdür Bey’e zarar vermek için çektiğini düşünürlerken, aldığı eğitim yardımıyla önce Sedat’ın şişi tutan sağ kolunu yakalamış ve ardından sağ eliyle suratına yumruğu indirmişti Atabey. Sedat yumruğun etkisiyle yığılıp kalırken, yere düşen şişin çıkardığı ses tüm olayı açıklamaya yetmişti zaten. Gardiyanlar İlk şoku attıktan sonra Müdür Bey’in etrafını çevirerek korumaya aldılar. İki gardiyanda yerde baygın yatan Sedat Kete’yi kelepçeledikten sonra sürükleyerek hücreye götürdü. Kendini toparlayan Müdür Bey, Atabey’e teşekkür edip gardiyanlar eşliğinde koğuştan ayrıldı. Herkes Sedat’ın Müdür Bey’i neden öldürmeye çalıştığını çözmeye kafa yorarken Atabey ve Kutay ranzalarına uzanmış huzur ve tebessümle akşam sayımını bekliyorlardı. 

Kutay “Komutanım formunuzdan bir şey kaybetmemişsiniz. Ama alındım. İnsan Kutay bir el at der. Dımdızlak kaldım ortada.”Deyince kahkaha atarak gülüştüler. Akşam sayıma başgardiyan Necati’de katılmıştı. Atabey, Başgardiyan Necati’ye yaklaşarak sordu.

“Necati, Sedat olayı ne oldu? Konuştu mu?”

“Sedat’ı boş verin komutanım, başımızda daha büyük bir dert var.”

“Ne oldu Necati?”

“Gardiyanlardan birini, boğazından şişlenerek öldürülmüş halde bulduk maltada.”

Atabey telaşla sağa sola bakındı. Daha sonra Necati’nin gözlerinin içine bakarak “Ne dedin sen?” diye sordu.

“Dediğim gibi Komutanım. Gardiyanlardan biri boğazından şişlenerek öldürülmüş. Dahası Kimin yaptığını da bulamadık. Kamera kayıtlarından da bir şey çıkmadı. Muhtemelen jandarma içeriye girecek. Didik didik etmeden de çıkmayacak. Bu olay çözülmezse işler daha da karışır.”

DEVAM EDECEK

Latest posts by Samed Mumcu (see all)
Visited 14 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version