Kuyunun gözleri vardı. Daha önce gözleri olan bir kuyu görmemiş gözlerimle görüyordum. Gökte açık havanın soğuğuyla savrulan birkaç bulut.
Yatağımdan doğrulup açık kalan teras kapısını kapattım. Dolunay camdan içeri girmesin diye perdesini de. İçerisi zifiri karanlık olmasa da artık etrafımı seçmekte zorlanıyordum. Çabuk alıştım karanlığa. Odanın içinde dolandım ellerimi birbirine sürterek.
İçimdeki titremenin soğuktan mı yoksa rüyanın etkisinden mi doğduğunu bilmeden. Kuyunun gözlerinin içine baksam. Uyanmasam. Yatağıma uzanıp gözlerimi kapadım. Birkaç saniye, birkaç dakika, birkaç saat.
Yüksek kapıdan girerken muhafızlar göğe uzanan tüfekleriyle iki yana dizilmişlerdi.
“Parola?”
“Samsahum!”
Surlardan içeriye sadece parolayı bilenleri alırlardı. Bilemeyenleri ise… Bahçeye ulaştığımda kocaman bir meşe ağacı bulup sırtımı yasladım. Ayakta, sonra kayan yorgunluğumla, oturarak. Henüz kalabalık yoktu. Simitçiler ve demirciler. Biraz da kuşların gürültüsü.
Bir asker geldi yanıma. Sonra gök gürledi. Kuyuya düşen damlaları düşündüm. Damlalar tersine döndü. Dipteki sudan kopan her parça maviliğe doğru bilinmezliğe akıyordu.
Ayağa kalktım kayarak. Bir beden, bir solgunluk, bilmediğim bir şey, bana ait değilmiş gibi. Ayağa kalkan ben değil başkasıydı, anladım. Üç gün önceki. Baltayı o kaldırdı. O vurdu insafsızca yere düşürdüğünün suratına. Bir başkası aldı cesedi, vurdu sırtına. Soğuk gecede.
Bir başka ben sürükledikçe ölüyü, sokaklarda kırmızı bir iz kaldı. Herkes uykudaydı. Devriye atan nöbetçiler yoktu. Sadece bir köpek havlaması. Sürüklenen ölünün adının yazdığı kimlik cebinden düştü. Bir başkası yerden aldı onu. Mührüne baktı, imzalarına, kenarına işlenmiş desenlere. Cebine koydu sonra. Eğildi. Sürüklemeye devam etti. Gece karanlık, soğuk ve inatçıydı. Bitmiyordu.
Gözleri olduğunu bilmediği kuyuya kadar sürükledi. Yorgunluktan az daha kendisi düşecekti içine. Son bir çabayla kollarından tutup aşağıya bıraktı ağır yükünü. Geriye sessizlik kaldı. Kuyu sadece kuyuydu. Gözleri yoktu.
Kuyunun dibinde yüzü parçalanmış halde yatıyordu. Suyla beraber. Onun da gözleri yoktu, keskin bir çelikten başka. Gömleği üzerinde. Bırakıp gittim onu. Kuyuda bir sırrı öylece bırakıp.
Rüyamda kuyunun gözleri bana bakıncaya kadar çoktan unutmuştum bir başkasının bu yaptıklarını. Bir başka benin zihninden silinip havaya karışmıştı. Öbürü hatırladı.
“Ben bir baltayla birisinin suratına…”
Asker sözümü bitirmeme izin vermeden tüfeğinin namlusuyla beni dürttü.
“Mesai saati başlamadı daha. Ne anlatıyorsun sen?”
Adamın elinden tutup sürüklemeye çalıştım. O gece bir başkasının yaptığı gibi. Asker bu sefer tüfeğinin kabzasını indirdi kulağımın üstüne.
“Sabah sabah nerde bir manyak var, gelir beni bulur,” dedi. Hâlâ elinden tutmuş çekiyordum. Kararlılığım onu ikna etmiş olacak ki hem aileme küfür ediyor hem de beni takip ediyordu.
Kalenin dışına götürdüm onu. Ekinlerden daha öteye. Düzlükte yalnız başına duran o kuyuya kadar yürüdük.
“Eğil bak kuyudan aşağıya.”
Asker beni ihtiyatla uzaklaştırıp kuyudan aşağı eğildi. Havada ince bir sis dolanmaya başlamıştı. Biraz daha baktı.
“Dalga mı geçiyorsun benimle?”
Onunla beraber eğildim. Aşağıda hiçlik vardı ve biraz da su.
“Ama ben onu buraya ellerimle…”
Sonra gömleği gördüm. Bir taşın üzerine serilmiş ve ıslak.
Elimle askere gösterdim.
Islanmış bir gömlek, kuyunun başında. Beklenmedik. Üşümeye devam edeceğim. Üşümemeliyim.
Askere saldırdım, çıplak ellerle, silahsız.
“Ne yapıyorsun geri zekâlı?”
Yerden bir taş aldım, üşümemeliydim. Asker tüfeğini bana doğrulttu ve bir el ateş etti. Kan dökülmeye başladı.
Kuyunun içine yuvarlandım. Düşerken kuyunun gözleriyle dünyaya bakıyordum.
Editör: Gülhan Tuba Çelik
- Kalemsiz - 7 Temmuz 2024
- Gecikmiş Bir Akşam Uykusu - 4 Haziran 2024
- Kuyunun Gözünden Dünya - 6 Mayıs 2024