Kurt Vonnegut’un Otomatik Piyano’sundan Çağımıza Uyarılar
3. Dünya Savaşı devam ederken, birçok insan savaşa katılmış, ülkesi için canı pahasına mücadele ediyordu…
Hümanist yazar Kurt Vonnegut’un, Otomatik Piyano adlı romanında ilk trajedi şöyle gerçekleşiyordu; Nihayet savaş bittikten sonra, yaşadıkları yere dönen insanlar, her zaman yaptıkları gibi, üretimde yer almak, toplumsal bir rol üstlenmek istediler. Eski işlerine döndüklerinde kendilerine gerek olmadığını fark eden insanlar, kendilerini değersiz ve toplumdan soyutlanmış hissetmemek için başka alanlara yöneldi, fakat hemen her alanda makineler kullanılıyordu, her şey makinelere bırakılmıştı. Çünkü onlar ülkeleri için savaşırken, mühendisler otomatik makineler icat etmişlerdi ve kullanmaya başlamışlardı. Artık insanlara gerek olmadan, üretim yapılabiliyordu.
Ilium fabrikasının müdürü Doktor Paul Proteus, daha otuz beşinde ve Ilium’daki en önemli ve en zeki kişiydi. Bina 58’deki bir makinenin fire vermesi sebebiyle, kucağındaki kediyle bina 58’e giden Paul, kediyi yere indirir, bir anda süpürge makinesinin, kediyi ‘galvanize alüminyum midesine’ indirmesinden kısa süre sonra, kedi elektrikli tellerin kurbanı olur. Hayal gücümüze ‘ölen bir kedi’ üzüntüsü verirken, insanların ve hayvanların, makineleşme ve endüstrileşme ile birlikte daha nice ölümler ve zararlar göreceğini de anlatmaya çoktan başlamıştı.
Bu romanı kritik ederken, edebiyat ve felsefenin yol arkadaşlığını ve kümülatifliğini kullanarak, çeşitli kavramlar ve öğretiler ile, bu ustaca işlenmiş romanın tarihsel ve sosyal altyapılarını analiz etmek de mümkün.
Sözgelimi Karl Marx, Das Kapital’in birinci bölümünün son kısmını, “meta fetişizmi”ne ayırmıştır.
Fetişizm der Marx, insanın kendisinin ürettiği şeyleri kutsayıp tapması, yani kendinden üstün görmesi halidir.
Afrika kökenli bir kavram olan fetişizm, çoğu kaynağa göre Afrika yerlilerinin, ağaçtan kendilerinin yaptığı figürleri kutsayıp onlara tapmaları durumunu belirtmek için kullanılmıştır.
Mühendisler tarafından yapılan makinelerin, insanların yerini almasıyla, onlardan önemli hale gelmesiyle ekonomik değerlerin sosyal yapıya olan dayatmaları ve bu iki olgu arasındaki diyalektik git-gel normları, insanların yaşamlarını derinden etkiliyordu. Bu bahsettiğimiz ve kitapta göreceğimiz faktörlerin bireylerden başlayarak bütün bir toplumun psikolojik dünyasına yansıması ise romanın en önemli kısmını oluşturuyor.
İşte Kurt Vonnegut, o zamanlar bir fragmanını sunduğu bu gibi olguların, insan hayatına her geçen gün daha fazla temas edeceğini fark etmiş olacak, bizlere 1952’de yazdığı bu kitabı ile uyarıyordu. Yazarın, George Orwell, Aldous Huxley ve Ray Bradbury gibi çoğu distopya yazarı ile aynı misyona sahip olduğunu da belirtmek pek zor olmayacaktır.
Paul’ün yaşadığı epifani, onu ailesi ve çevresiyle büyük bir çatışmaya sokacaktı
Doktor Paul Proteus, şehrin diğer yakasında oturan insanların soyutlanmışlıklarına, yaşadıkları değersizliklere şahit olduğunda, büyük bir epifani fırtınası bekliyordu onu. Bu süreçten sonra, içsel ve dışsal çatışmaların esiri olan Paul’ün seçimleri, modern sermayeye dönüşmüş insanlara bir çağrı yaparken, insanların yaşamak için ihtiyaç duyduğu şeyleri de gün yüzüne çıkarıyordu.
Şahit olduğu bu teknik düzen altında ezilmişlikler, onu Jean Paul Sartre’ın ünlü insan tanımına dönüştürecekti; “Geçmişsiz, desteksiz, yapayalnız, nedensiz, zorunsuz, anlamsız bir varlık.”
İnsanların benlikleri, bütün bilgilerinin (IQ seviyesine kadar) bulunduğu küçük bir karta hapsedilmişti. İnsanlar onlara göre hayatlarına sürdürüyorlardı. Herkesin bir kodu, numarası, belirli özellikleri vardı. Ve bütün kararları, o kartları okuyan makine veriyordu. Vonnegut, bu olay örgüsü ile modern felsefenin nihai amacı olan “özbelirlenim”in yollarını arıyordu. Alt metin olarak verdiği çözümler, ne yapmamız gerektiği değil, ne yapmamamız gerektiğiydi.
Şehrin diğer yakasındaki insanlar ile iletişim kurduktan sonra, onları bu hale getirenlerin, kendisi gibi insanlar olduğunu gördüğünde, eşi Anita dahil, herkesi yeniden keşfetmek, tanımak zorunda kalıyordu. Nietzsche’nin, “insanı keşfetmek zordur, insanın kendisini keşfetmesi ise en zorudur” cümlesine referans oluşturabilecek nitelikte bir mücadele veren Paul, romanı iki kutup arasında inşa ediyordu; kendini bir Mr. Golyadkinolmaktan kurtarabilecek miydi? Yoksa düzenin içinde kaybolarak, benliği pahasına yüksek gelirle ve rahat bir şekilde yaşamaya devam mı edecekti?
Başkalarının der Tolstoy, hayatlarından ders alın, insan bütün hataları kendi yapacak kadar uzun yaşamıyor. Zira tıpkı kitabın ana karakteri Paul gibi, bizler de seçim yapmak zorunda bırakılıyoruz; kendimiz olmak veya hiçbir şey olmak. İşte hayatın trajedisi burada karşımıza çıkıyor, hangi seçenekte kendimiz olabileceğimizi bilmiyoruz. Ve çoğu zaman, kendimiz olmayı seçmemizde başka insanlar rol oynuyor, kendi irademizi kullandığımızı sandığımız bir donmuş gerçeklik kütlesine mahkûm ediliyoruz. Bu sebepten; romanı değerli kılan bir diğer olgu, Paul’ün yaşadıklarından ders çıkarmanın bize yeni perspektifler sunması. Paul’ün yüksek derecede eğitim almış olması ise, burada bize çok büyük bir gerçeği yansıtıyor; varoluş’unuza kavuşmak için tek yapmanız gereken, toplumsal dinamiklerin nasıl işlediğini görüp, onlara olabildiğince meydan okumak. Ama unutmayın; “Köleler ile rekabet edenler, köle haline gelirler.” (s.308)
- Kurt Vonnegut’un Otomatik Piyanosu - 8 Nisan 2020