Şehirde birbirine sırtını dayayan ama asla yüz yüze gelmeyen apartman dairelerinde misiniz yoksa taşranın bakımsız evlerinde mi kucaklıyorsunuz hayatı? Mühim olan belki de kafanızla birlikte yüreklerinizin kulübeye dönüşmesidir. Engin Kükrer kara mizah yeteneği ile ışık saçan bir kitap bırakmış bizlere.
Eleştirel, kışkırtıcı, olgun ve düşünce üstüne düşünce düğümleri atmaya teşvik edici. Kimi zaman muzip kimi zamansa bir çocuk kadar masum. Konuşuyormuş gibi okurunun avuçlarında ses veren kitap: Kulübedekiler.
Engin Kükrer öykülerinin en belirgin özelliği, güçlü ana karakterlerin varlığını okura hissettirmesi. Kulübedekiler’i okurken sürekli biraz daha, bari birazcık daha, diyorsunuz. Pek çok boyutunu öğrendiğiniz kahramanın geçmişini, psikolojisini, hayallerini, hezeyanlarını, umutlarını, ailesini, sevgisini, öfkesini… Evet. Tümünü merak edeceksiniz. Çünkü öğrenme isteği uyaracak nitelikte öykü karakterleriyle karşımızda kıymetli bir yazar duruyor.
Betimlemeler ölçülü kullanıldığı için asla metni boğmadığını peşinen söyleyebiliriz. Kükrer’in karakteristik özelliği olan akıcı ve tempolu anlatımsa her öyküde karşımıza çıkıyor. Yazar, öykü sonunda atacağı tokadı hissettirse de yarattığı bilinmezlik havasının kusursuzca işlemesini sağlayıp merak duygusunun okuru terk etmesini engelliyor her seferinde. Detaylı bir gözlemle öykülerin ruhlarına yolculuk yapacak olursak…
Beyaz Güvercin’den başlayalım. Kısa olmasına rağmen temposu hiç düşmeyen ve merak unsurunu ön planda tutmayı başarmış bir öykü. Anlamını, ana karakterin saklı tuttuğu duygusunu deşifre etmesiyle çıkarıyor ortaya. Keşke biraz daha devam etseydi öykü, diyerek açılış yapıyorsunuz Engin Kükrer’in dünyasına.
Çiçeklerin Aradığı Adam ise örtülü anlatımın güzel örneklerinden. Absürt öğelerin güçlenerek çıktığı savaş, okuru düşünmeye, öyküde geçen her sembolün kuşatılmış hayatımızdaki karşılığını bulmaya sevk ediyor. İlave olarak güçlü atmosferi sayesinde hikâyeye konu olan eve yepyeni odalar da eklemeniz mümkün tabii.
Kitaba ismini veren Kulübedekiler ise, kuvvetli metafor rüzgârlarıyla baş döndürüyor. Yine bir Kükrer klâsiği. Tempolu, merak uyandırıcı. Diğer taraftan, asıl meselenin ne olduğuna dair kısa çaplı bir fikir münakaşasına girmemek elde değil. Sonunda kulübenin kimliğinin deşifresi yardımıyla, orada yaşamaya çalışanların duygularına kolayca el uzatabiliyorsunuz.
Şiirle öykünün kucaklaştığı yer için tarife gerek yok. Adres Kâğıt Uçak. Kısa, öz ve etkileyici. Bir sayfadan çok az uzun olmasına rağmen, şiirsel dili, öykü betimlemeleri ve derin arka planı sayesinde âdeta roman düzlemine açılan bir kapı. Belki de kitabı elinize aldığınızda ilk bu öyküyü okumalısınız.
Okur olarak seçme şansım olsaydı, kitaba Tahterevalli öyküsünün ismini verirdim. Çünkü kıymetli yazarın keskin zekâsının ürünü olarak muhteşem bir kurguya sahip. Öykünün doğasını yaratan tüm taşlar o kadar yerli yerine oturmuş ki, inandırıcılık bariyerini kolayca aşıp bir de hayrete düşürüyor okurunu. Göndermelerin isabeti ve benzetmelerin kalitesi, Engin Kükrer’in nasıl bir mizah gücüne sahip olduğunun en güzel ispatı. Övmeye doyamadığım Tahterevalli, yaratıcı, muzip ve tam manasıyla ayna görevi gören bir öykü. Okuduğunuz şeyin öykü olmadığını hafif tebessüm ederek ve kafanızı sallayarak kabul ediyorsunuz.
Diğer yandan Bir Sağırın Son Günü, altını çizmeden verdiği sosyal mesaj bir yana, sistemin gazabına uğramış, hepimizin aşina olduğu insan portresini başarıyla çiziyor. Öyküye konu olan kişi, yolda merhabalaştığımız isimsizlerin iç dünyasına götürüyor bizleri. Kıymetli yazar okurunu, dalgalı bir denizde su yutmadan kulaç atma dikkatiyle sınıyor bir kez daha.
Kahraman ise, bittiğinde bir sonraki sahneyi merak edeceğiniz kıvamda sinematik. Görselliği güçlü tasvirleriyle sağlayan yazar, bizlere kısa film tadında bir öykü armağan etmiş. Gözümüzün önünde canlanan filmlere benzer bir diğer öykünün de Orfeus’un Şarkısı olduğunu belirtmeden geçmeyeyim. “Hayat Güzeldir” filmini anımsatan sahneleriyle, küçük bir çocuğa gaddar hayatı şirin gösterme sanatını başarıyla işlemiş. Aşırı duygusala kaçmaması, empati kurmamızı engellemek için öyküyle aramıza duvar inşa etmesi çok yerinde. Zira hikâye zaten başlı başına bir dram ve satır satır hayat kokuyor. Yazarın, işin bu tarafını başarıyla kotarmasıysa, takdire şayan.
Değirmenin Suyu ve Üç Demet Semizotu öykülerindeyse Kükrer’in eleştiri oklarını sapladığı yeri tam olarak görebilmekteyiz. Suçlu sistem, çarpık düzen gibi klişelere sarılmak yerine, sorunu ondan şikâyetçi olan bireyle yüzleştiriyor kıymetli yazar. Âdeta yüzümüze ayna tutarcasına yaklaştırıyor hoşnut olmadığımız gerçekleri ve tatlı tatlı fısıldıyor. “Kabahati evvela kendinde, yaşadığın toplumda, insanlarda ara.” Sonuçta memnun olmadığımız bütün sistemlerin kurucusu, uygulayıcısı veya ses çıkarmayanı bizleriz. Engin Kükrer bu iki öyküyü biraz daha ilerletse, eminim çok başarılı kara mizah romanlarına doğru gider yolculuğu.
Beyaz Işıklı Ada ise diğerlerinden farklı olarak, bence okurun empati kurmaya ihtiyaç duyduğu bir öykü. Yine güncel ve evrensel bir sorunu, eleştirel dille anlatan usta kalem, bizleri basının sabunlu ellerinden kurtararak gaddar dünyayla yüzleştiriyor. Ancak bu öykünün daha fazla duygu yoğunluğuna ihtiyaç duyduğu görüşündeyim. Olaylar sadelikle akarken, kritik noktalarda anne ile babanın duyguları mümkün olduğunca sert biçimde verilseydi, bence çok daha etkileyici ve hafızada yer edici olurdu. Yazarın teknik ilerlemeyi tercih etmesine de saygım sonsuz tabii.
Kerem Gibi ile Şah Ve Piyon öykülerine gelecek olursak, bir bütünün iki eşit parçası olduklarını söyleyebiliriz. Geniş bir tarihin hafızalara karaladıklarının üstünü çizen, cesur iki dost öykü onlar. Zengin betimlemeleri sayesinde kilometresi az, zamanı uzun yolculuğun okurda bıraktığı burukluksa oldukça manidar. Bir değil, iki kere düşünüyor insan. Sonra yutkunup ebedi dostuna, en yakınında onu bekleyen kitaba sarılıyor. Çok şükür! İyi ki…
Atlıkarınca Ve Dönme Dolap, içerdiği derinliğe okuyucusunu davet eden bir öykü. Bu defa kalem, kısık sesli bir duvar saati kadar vazifesine bağlı ve tutkulu. Sürekli aynı yönde ilerleyip kusursuzluğu ararken, okuma işini üstlenen kişiye bırakıyor zamanın anlamını ve tesirini. Üstelemeden, yormadan… Hatta perdeyi kaldırmadan sokağa şöyle bir göz ucuyla bakar gibi…
Son olarak Siyah Taş’ın geçmişle bugünü birleştirip yaptığı göndermeye ve Baş Düşman adlı öyküdeki şiirsel bütünlüğe şapka çıkarıyorum. Kıymetli yazar, kalemi kadar düşünce gücünü de konuşturmuş bu iki öyküdeki kurgularında. Zaten Kulübedekiler, biçimsel olarak özgünlüğü ile de eleştirel duruş sergileyen bir kitap. Baştan sona herhangi bir kurala tabi olmayacağını avazı çıktığı kadar bağırıyor ve tam olarak ne isterse onu, dilediği biçimde ve nefesini arzu ettiği kadar kullanarak söylüyor. Bu bağımsız tavrın, edebi açıdan okurlarına kazanım kattığı su götürmez bir gerçek.
Evini, yurdunu, kısacası hayatı sahiplendiği yeri terk etmeden, bütün olumsuzluklarla mücadelede çareyi bulanların kitabı Kulübedekiler. Umutsuzlukla barış anlaşması imzalayıp kaybettiklerimizin resmini kelimelerle çiziyor. Kötü olan her şeyle ateşkes! Şimdi kendimizi seyretme vakti. Keyifli okumalar dilerim.
Kulübedekiler, Engin Kükrer, Kırmızı Kalem Edebiyat Yayınları, Nisan 2025.
Editör: Melike Kara
- Kötü Olan Her Şeyle Ateşkes: Kulübedekiler - 26 Ekim 2025
- Aniden - 15 Ocak 2025
- Sakinler – Hande Ortaç - 27 Ağustos 2024
