Ona, bunun sadece bir gereksinimden ibaret olduğunu söylemeyi umduğum anda çekip gitti. Kapıyı çarptı, irkildim. İçinde iki senedir yaşamaya çalıştığım bu odaya ait gibi hissedemiyordum. Kitaplığımdaki küçük heykellere baktım. Eski mitolojileri ve o mitolojilerin tanrılarını anlatan istiflenmiş eşyalarımın üzerinde göz gezdirdim. Dışarı çıkmak için paltoma uzandım. Odamın tavanına asmış olduğum kafesin içindeki kuşa biraz yem verdim. Dışarı çıktım. Atkımı boynuma iyice dolamıştım. Artık üşüyemezdim. Bunu hüzünle kabul ettim. Bir kahve içmeliydim, içmedim. Onun nereye gittiğini düşündüm. Bu gereksinim durumunu ona açıklamalıydım. Düşüncelerim kafamın içinde sönüp gidemezdi. Her zaman birlikte oturduğumuz parkların önünden geçtim. Tanıştığımız tiyatro salonunun önünde uzun süre bekledim. Ağzımdan çıkan buharın yüzümü az da olsa ısıtıyor olmasına sevindim. İnsan kendisinden beslenir dedim. İnsan kendisinin gıdasıdır. Yürümeye devam ettim. Tarihi bir binanın altında, kaldırımın aşağısında bulunan eski kitap dükkanına girdim. İçerideki yıpranmış koltukta oturduğunu gördüm. Elindeki kitabı dikkatle okuduğunu ve arada bir de ağladığını fark ettim. Karşısına geçtim ve istemsizce bağırmaya başladım. 

“Senin hayatta istediğin şey bir gereksinimden ibaret. Beni dinlemekten korktuğun için senden nefret ediyorum. Asla mutlu olamayacaksın. Beni dikkate alıp da mutsuzluğunla yaşamaya alışman lazım. Yoksa asla beraber olamayız!” 

Ağlamaya başladı. Söylediklerimin acımasız gerçekler olduğunu biliyordu. Bunları kabul etmek istemiyordu. Gözyaşlarını silmemesinden anlamıştım bunu. Ben gerçeklerden bahsediyordum. Söylediklerim beni de tatmin etmiyordu ama gerçekleri söylediğimi biliyordum. 

Elindeki kitabı bırakıp ayağa kalktı. “Seni seviyorum” dedi. “Neden mutlu olamıyoruz? Bir gereksinimin gerçekleştirilmesi neden bu kadar büyük bir sorun oluyor?” dedi. 

Ağlaması sürüyordu. Bana sarılmaya çalıştı. Bana sarılmamalıydı. Bu insaniydi, karşı konulmaz ve yalan dolu bir hareketti. Dünyaya katlanabilmemiz için kendiliğinden oluşmuş olan içgüdüsel bir istekti. 

Onu ittirdim. “Ben de seni seviyorum” dedim. “Ama mutlu olamayız. Mutlu olursak büyük bir yalanın içinde sürüneceğiz. Birbirimizi sevmekten vazgeçmeliyiz. Sana sarılamam, sana dokunamam, bunları yapmamalıyım.” 

Ben bunları söylemek istemiyordum. O an gerçekten ona sarılmak istiyordum. Onun ellerinden tutarak yürümeyi istiyordum. Ama ben böyle biri değildim. Bunları yapamazdım. Eğer bunları yapsaydım, seneler boyunca oluşturmuş olduğum benliğime haksızlık etmiş olacaktım. Zaten kendimi kandırarak geldiğim bu yerden kurtulabilmek için tekrar kendimi kandıracaktım. Bunu göze alamıyordum. Ona sarıldım, onu öptüm. Gözyaşlarının ardından gelen gülümsemesiyle çok güzel görünüyordu. Ama ondan tiksiniyordum. Buna engel olamıyordum. Yaptığı her şey çok insancaydı. Bir memur maaşı gibiydi. Kahvelerde kâğıt oyunu oynayan insanlar gibiydi. Asla yıldızlara bakmamış, gökyüzünü anlamaya çalışmamış gibiydi. Belki de böyle olmak gerekiyordu. Aksini yapan insanların çektiği acıyı gördükçe -bu çoğu zaman aynaya baktığımda oluyor- bilinmeden yapılan bir eylemin getirdiği sahte mutluluğun, her zaman aranan şeyden daha gerçek olduğunu düşünüyordum. Her zaman diyalog halinde olduğum ve bu diyalogları büyük tartışmalarla sonlandırdığım insanların yüzlerine bakarken onlar gibi mutlu olamadığım için kendime kızdığım çok fazla anla karşı karşıya kaldım. Onlar benden daha iyiydi. Belki de buna katlanamadığım için onları da mutsuz etmeye, mutsuzluğu gerçekmiş gibi göstermeye çalışıyordum. 

Kendimden tiksinerek, kollarımla sarmış olduğum kusursuz bedeni bıraktım. Ellerimin hissettiği bu sıcaklığın bana tarif edilemez bir keyif veriyor olmasına kızmamaya çalıştım. 

“Hadi buradan gidelim” dedim. 

Benimle gelmeyi kabul etmiş olacaktı ki paltosunu giydi, çantasını eline aldı. Dışarı çıktık. Yağmurun başlamasıyla adımlarımız yavaşladı. Yağmurda yürümeyi severdik. Hiçbir zaman bitmesini istemediğimiz nadir anlardan biriydi bu. Onun ince ruhuyla benim tedavi edilemez hayat düşmanlığım arasındaki zıt döngünün içinde kaybolduğumuzu fark etmememizi sağlayan yağmurun bizi memnun edişine bu şekilde karşılık veriyorduk. Belki de bu yüzden adımlarımız yavaşlıyordu. Yine aynı şeyi yapıyordum. Onu sevdiğimi kabul edemiyordum. Bunu haykırabilecek seviyede olmayı isterdim. Bazı duyguların yaşanması ne kadar güç oluyordu. Ona dokunmayı istedim. Yürürken elinden tuttum. Herkesi kaybetmiştim. Ondan başka hiç kimsem yoktu. Hayatımı kendim zorlaştırıyordum. Her şey daha basit olabilirdi. Sabahları erken uyanabilir, düzenli bir işte çalışabilir, insanlarla belirli ve hoş bir seviyede birliktelik kurabilirdim. Daha az kitap okurdum. Mutlu olmaktan korkmazdım. Karanlığı bu kadar sevmezdim. 

Eve geldiğimizde pencerenin alt kısmından içeriye sızan yağmur suyunu engellemek için oraya bir bez yerleştirdi. Ben o sırada şarap içmeye başlamıştım. Pencereden dışarıya baktım. Aşağıda kavga eden insanlara güldüm. Onlar için bir kadeh kaldırdım. İnsanların öfkesi, mutsuzluğu, acısı beni çok keyiflendiriyordu. Açlıktan nefret ediyordum ama aynı zamanda bundan çok keyif alıyordum. Ben böyle bir insandım. Hastalıklı bir ruhum vardı. Kendimi, yaşamamaktan alıkoyamıyordum. Bir şeyleri daha güzel yapabilirdim. Hayatımı belirli bir düzene koyabilirdim. Bunu yapmamın en kolay yolu, onun bana yardım etmesine izin vermemdi. Ama izin verdiğim zaman beni artık sevmemesinden korkuyordum. Çünkü beni sevmeye başladığında böyle olduğum için sevmişti. Daha sonra bunu kabullenemeyip beni değiştirmeye çalışmıştı. Bunu yapamayınca benden yine kopamamıştı. Yanımda olmaya devam ediyordu. Beni sahte bir sevgiyle sevdiğine emindim. Benim sevgisizliğim de en az onun sevgisi kadar sahteydi. Bu çok daha başka bir konu aslında. O her şeyi fazlasıyla yaşıyordu. Benim eksik olan birtakım hislerim vardı. Eksik de değildi. Varlığına inanamadığım hislerim vardı. Ulaşamadığım, ulaşsam da ulaştığımın farkına varamadığım hislerim vardı. Akıl almaz bir sahtelikle yaşadığım hayatıma yapıldığını zannettiğim sonsuz baskıdan kurtulabilmek için çekildiğim inimde bulunmasını büyük bir lütuf olarak gördüğüm bu kadından kendimi nasıl koparabilirdim? Onun, aradığım yegâne insan olmasına katlanamıyordum. Bunu kabullenemiyordum. Keşke onun beyninde gezinen yapayalnız bir adam olsaydım. En azından onunla, birbirine kenetlenmiş damarlar gibi bir bütün halinde, aradığım o kusursuz ilişkiyi elde edebilseydim. 

Şarabımı bitirdim. “Ben yatıyorum” dedim. 

Koltuktan kalktı. Elindeki yırtık pırtık dergiyi komodinin üzerine bıraktı. Yanıma geldi. Kolunu belime sardı. Kolunu belime sardı! Diğer koluyla da karnımdan tutup ellerini birleştirdi. Kendimi güvende hissediyordum. Onsuz ne yapardım, bilmiyordum. Onunlayken ne yapacağımı da bilmiyordum. Beni yatağa doğru götürdü. Ben uzandıktan sonra tam olarak yanıma uzandı. Fakat bu, yalandan bir uzanma değildi. Bana dokunan müşfik vücudunun verdiği his, bu ana kadar hissettiğim tüm duygulardan daha üstün, daha şifalıydı. İlk defa, bulunduğum hayattaki yerimi sorgulamadım. Tek derdim uykuya dalmaktı. Onu öptüm. O da beni öptü ve tüm beyhude çabalarım ile mahvettiğim hayatımın en güzel meşgalesinin, uzaktan gördüğüm yekpare gökyüzü gibi yanı başımda olduğunu fark ederek uykuya daldım.

Latest posts by Talha Çakan (see all)
Visited 25 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version