Yazar: 15:00 İnceleme, Kitap, Kitap İncelemesi, Roman

Kitab-ül Hiyel

İhsan Oktay Anar’ın ikinci kitabı olan Kitab-ül Hiyel ilk baskısını 1996 yılında yapmış, 2020’de 32. baskısıyla raflarda yerini almıştır.

İhsan Oktay okurları onun tarihle, felsefeyle örülmüş kitaplarını zamanda yaptığı atlamaları ve eski edebi geleneğimizden de faydalanan üslubunu bilirler. Tarih ve felsefeyi arka plan yapan olaylar anlatılırken zengin bir kelime haznesiyle karşılaşmaya da hazırdırlar. Hem geleneğinin, kültürünün hem Batı’nın kattıklarının farkında olan yazar önümüze bu geniş ufukla çıkarken insanı ve insan psikolojisini de satır aralarına ekler. Daha doğru şekilde söylersek belki şöyle demeliyiz: Anar, elindeki velut malzemeyi insanı anlatmakta çok başarılı bir şekilde kullanır. İnsanın evrensel yanını tarihten dönemlerle somutlaştırarak fakat asla didaktik bir kaygı gütmeden lezzetli bir şekilde sunar okuruna. Onun romanlarında tarih, tarihi bir vesika gibi değil, kanlı canlı içimizden bir kesit gibi çıkar karşımıza.

Gelelim kitaba… Eğer kitabı okumadıysanız ya da daha önce yazarla tanışmadıysanız önce ilk romanı Puslu Kıtalar Atlası’nı okumalısınız. Zira yazarın kendisi gibi çekik gözlü ve uzun boylu Uzun İhsan Efendi ilk orada çıkacak karşınıza. Bu kitapta başkişilerden değildir fakat kilit taşı gibidir. Başkişilerimiz ise kitabın üç bölümünü oluşturan Yâfes Çelebi, Kara Calûd ve Üzeyir Bey’dir. Kitap kutsal kitaplardan alıntılanmış Davud’dan bahseden alınlıkla başlar. Davud’a demirin yumuşak kılındığını haber veren bu ayetten sonra biz kitap boyunca demirden silahlar yapmaya çalışan kişilerin maceralarını okuruz. Kitabın adı bir sözcük oyunu ile bize iki anlamı düşündürür. Birincisi Mekanik İlmi diğeri de  -eğer bir ilimse -hayal ilmi. Mekanik ilmi anlatıcının bakışına göre doğayı çeşitli hilelerle aşmaya onu insanın hükmü altına almaya çalışan ilimdir. Hayal ilmi ise başlı başına bir mucize olan kâinatı bir sanat eseri gibi kabul edip ona hayretle bakan ve onu kopyalayıp durmak yerine onun keyfini süren anlayıştır. Bu idrakle yaşamaktır, diyebiliriz. Fakat bizim kahramanlarımız ilkinin peşindedir. Her biri hiyel/mekanik ilmine vâkıf, azimli, hırslı erkeklerdir. Yâfes Çelebi’ye göre bu ilim “Tabiata emretmenin yegâne yoluydu… Emirlere asla karşı gelmeyecek sadık köleleri, yani makineleri yaratma sanatıydı.” İşte bu sebeple Çelebi, güçlü, yenilmez harp silahları yapmak, (debbabe, düşahi, zülkarneyn, kallab, tahtelbahir, münfelik) bunları padişaha sunmak derdindeydi. Bu ilme aşkla bağlıydı. Yeter ki yapabilecek parayı bulabilsin sonra da bu yaptıklarını padişaha sunabilsin. Ne gibi silahlar yaptığına gelirsek felsefe eğitimi aldığını bilmeseniz, yazarın bir mühendis olduğunu, mekanik, termodinamik konularının kitabını yazdığını düşünebilirsiniz. Zira kitapta, bahsedilen bütün silahların çizimleri, nasıl işleyeceklerine dair şemaları mevcut ve bütün bu çizimler de yazarın kendisine ait. Fakat bir türlü dileğini gerçekleştiremeyen Yâfes Çelebi bu hırsın gerçekte bir iktidar hırsı olduğunu anlayamamıştı. “ Dünyadaki bütün güçlerin, fiillerin öznesi olmak peşinde koşmuş böylece bir demir külçesini müzik kutusuna dönüştürdüğü gibi, dünyayı ve içindekileri bir makineye dönüştürmeye çalışmıştı.” (sf. 67) Bütün bu hırsına iktidar makinesi adını vermişti. Sonunda bu hırsın kurbanı olmuştu.

Kara Calûd, bayrağı Yâfes’ten devralan ikinci hırs küpüydü. Onun yetiştirmesiydi ve boynuz kulağı geçmişti. Fiziken de çok güçlü olan ve kadınları her anlamda peşinde koşturan bu köle, efendisinin mirasını devralmakla kalmamış onun hırsını da katlayarak sahiplenmişti. Libidosu yüksek bu karakter hayatta sağlam bir iz, sağlam bir soy bırakarak Yâfes’in yapamadığı silahları yapmak,  bir enerji kullanmak zorunda kalmadan “devri daim” makinesinin sırrını çözerek faniliğe karşı koymak tutkusundaydı. Zülkarneyn soyundan geldiğini söyleyen Calûd soyunu genişleterek her bir çocuğuna bildiklerini öğretecek, hep beraber dünyayı “hiyel”le yönetecekler, o da iktidarını artıracaktı. Bu uğurda, ustasından da acımasız yöntemlere başvurmaktan da çekinmezdi. Fakat o da hezeyana uğrayacaktı. Hiç çocuk sahibi olamayacak ve sonunda bir evlatlık almak zorunda kalacaktı.

O evlatlık Üzeyir Bey idi. Küçük yaşta aldığı bu evlatlığı tam da kendi fikrini devam ettirecek bir nefer gibi itina ile ve onun şahsiyetini yok ederek yetiştirdi Calûd. Üzeyir dış dünyadan korkan ve hayatta kalabilmek için devri daimi bulmak zorunda kalan pısırık ama zeki bir oğlandı. Aslında onu bu hale Calûd getirmişti. Sekiz karısını yetmiş yedi kez hamile bırakmış fakat yetmiş yedisini de kaybetmişti. Ergenliğinden beri bize iktidarı güçlü bir erkek olarak sunulmuş olan kadınların hayran olduğu Calûd soyunu ve adını devam ettirecek çocuk bulamayınca aldığı bu evlatlığın, kitapta da dediği gibi, “beynini dölleyerek” kendisinin devamını sağlamaya çalışmıştı. Ölmeden evvel de dölün tuttuğunu görüp sevinmişti.

Kitapta bu üç kişinin, amaçları uğruna doğanın kanunları, devletin bürokrasisi ve parasızlıkla çatışmaları bazı dini ve mitolojik ögelerle de güçlendirilmiş. Bunlardan biri İskender. İskender’in meşhur iktidar taşı üç kişinin de evi olan evin avlusunda bulunan kör kuyudadır. İskender tam da şimdi Galata Mevlevihanesinin karşısında bu evin bulunduğu yerde iktidar taşını kaybetmiştir ve kahramanlarımız da silah, soy sop bahanesiyle gerçekte sonsuz bir iktidar hırsının peşindedirler. Bir diğeri Davud ve Calûd isimleriyle yapılan göndermelerdir. Calûd yani Golyat  MÖ 11. yy.da yaşadığına inanılan savaşçı bir devdir. Filistinlidir. İsrail Krallığının hükümdarı Davud ile yaptığı savaşta yenilir. Davud Peygamber demircilerin piri diye bilinmektedir. Demiri kolayca işleyebilmektedir. Kitapta da Yâfes ve Calûd’un evinde Uzun İhsan Efendi’den kaçırılarak getirilen, hiç büyümeyen ve demirleri elleriyle eğip büküp kuşlar yapan bir çocuktur. Calûd’un sonu da onun elinden olur. O günahkâr değildir ve demiri elleriyle eğip büker. Nitekim Yafes Çelebi’nin ustası Yafes Çelebi’ye demirin ancak günahkârlara direndiğini bu yüzden onu ateşin içinde günlerce dövmek gerektiğini çünkü onunla işleyecekleri günahları bildiğini söylemiştir. Davut ise demiri elleriyle eğip büküp sadece kuş heykelcikleri yapmaktadır. Bir diğer gönderme gücünü saçlarından alan İbrani Samson’dur. Calûd uzun saçlarından dolayı onunla da özdeşleştirilir.

Önemli bir metafor olan “kuyu” dan bahsetmemiz gerekir. Kuyu tüm mitolojilerde, masallarda, kültürlerde çeşitli anlamların yüklendiği bir metafordur. Bu bazen bir inanç unsuru bazen karanlık ve kötücül durum ya da duyguların çağrıştırıcısı bazense temizlenmenin, yenilenmenin ya da demlenmenin, kemale ermenin vasıtası şeklinde çıkar karşımıza. Jung’tan bahsedebiliriz bir temizlenme/yenilenme unsuru görmesiyle ancak kendi kültürümüze de bakacak olursak kitaptaki rolü hakkında konuşabiliriz kuyunun. Kuyu İskeneder’in iktidar anahtarının kaybolduğu yerdedir. Bizim kişilerimizin hepsi de aynı evde yaşamışlardır. Hepsi iktidar hırsındadır. Yâfes ve Calûd için kuyu daha çok kötücül yönüyle görünür. Yafes altınlarını saklar sonra ayaklanmada kellesi bu kuyuya atılır. Calûd ölü doğan 77 cenini tek tek hep bu kuyuya atar. Kendi aklıyla ve iradesiyle değil de daha küçüklükten bir proje gibi üzerinde çalışıldığı için korkak ve haris olan Üzeyir ise kuyuya kendi isteğiyle bir münzevi gibi girer ve devri daim makinesini orada tahayyül etmeye çalışır. Oradaki cenin kemiklerini, Calûd’un diğer iki yardımcısının iskeletlerini, Yâfes’in kafatasının da bulunduğu altın dolu bakracı görür fakat bunlarla hiç ilgilenmez, kemiklerin üzerine oturup silahı düşünür. Tüm ayrıntılarıyla kafasında canlandırır ve sonunda kendisinin de aslında o silahın bir parçası olduğu fikrine varır. Kültürümüzün vazgeçilmez parçası olan Mevlana’nın “Neyi arıyorsan o’sun” fikri bir ampul gibi yanar zihninde adeta. Sonunda kafasındaki canavarı düşüne düşüne yok eder ve bambaşka bir haletiruhiye ile ferah ve “taze” bir zihinle çıkar kuyudan. İşte bu sebeple Üzeyir, Yâfes ve Calûd’dan ayrılır. Belki de aslına rücu etmiştir, diyebiliriz.

Bütün bu hırsı kovalar dururken anlatıcı, biz arkada Nizamı Cedit ve Yeniçeriler arasındaki çatışmalardan, Kabakçı Vakası’ndan, Sekbânı Cedit’ten, Tanzimat Fermanı’ndan aslında III. Selim’den II. Meşrutiyet’ e kadarki bir zaman diliminde olan siyasi olaylardan, köle ticaretinden, değişen padişahlardan ve kılık kıyafet değişikliklerinden ve aynı zamanda içki âlemlerinden de haberdar oluruz.

Eser, Binbir Gece masallarındaki gibi iç içe hikâyelerle anlatılır. Anlatıcı bize tıpkı eski geleneğimizdeki gibi duyduklarını aktaran bir hikâye anlatıcısı gibi aktarır olayları. Râviyânı ahbâr ve nâkilânı âsâra göre ve falan lakaplı falangillerden filan efendiye göre hatta bazen de aynı olay hakkındaki farklı rivayetleri de aktararak bir eski zaman kahvesinde ya da  bir ramazan eğlencesindeymişiz gibi hissettirir bize. Eserin dili bir yandan bu eski havayı özellikle de devrin dilini verirken bir yandan da özellikle silahların anlatıldığı bölümlerde dönemin ilmine uygun terimlerle gerçekçi bir hava yaratır. Yanı sıra, metaforlar, semboller ve ironilerle yazar, bazen mizahi bir anlatımdan da faydalanarak oldukça eğlendirici bir üslup kullanır.

Yâfes Çelebi’yi okurken ilim uğruna kendini heba eden, önüne sürekli engeller çıkarılan bilim insanlarını düşünüp bir iç geçirsem de Üzeyir’in ezikliğine, saflığına üzülsem de bu üç kişinin ortak paydası olan hırs ve dünyayı ele geçirme arzusu, bu kibir esas vardığım nokta oldu. Nitekim Üzeyir’in bölümünde şöyle bir iki cümle vardır: “İçindeki sesi işitti ve o hayali gördü. Ses ona bu canavarın aslında insanoğlunun kibrinin ta kendisi olduğunu ve kibrin de kendi kendisini tüketeceğini söylüyordu.” Diğer bölümlere baktığımızda Yâfes kibrinin kurbanı olduğunu son anda fark etmişti, Calûd yine kibrinin sebep olduğu öfkesi ve hırsı yüzünden Davud’a –aslında kendine- yenilmişti. Kitap, Uzun İhsan Efendi’nin başını çektiği, üç hayali hikâyenin anlatıldığı bir oyunla son bulurken az önceki cümledeki aydınlanmayı yaşayan Üzeyir de devri daimin sırrını çözer. Çünkü ona miras gibi gelen hırsını –aslında hırsı- yitirmiştir. Sonda anlatılan bu üç hikâye de manidardır. Verilen “kör” teması üzerine anlatılan bu hikâyelerde sihirbazlık söz konusudur. İlk hikâye cinsî hırsa ikincisi para pul hırsına, Uzun İhsan’ın anlattığı üçüncüsü ise insanın gözünün önündekini görememesi ve esas güzelliği başka yerde aramasına fakat kâinatın, görmesini bilen için başlı başına seyre layık olduğunu anlatan ve okurun okuduğunda anlayacağı bir kelime oyununa dayalıdır. Çünkü Uzun İhsan Efendi İmparatorluğun “hayal”den vazgeçmeyen “hiyel” nâzırıdır ve elleriyle demiri eğip büküp kuşlar yapan Davut aslında onun oğludur.

İhsan Oktay Anar’ın hayal ve hiyel’in yani hayal gücü ile mekaniğin çatışması olan  -hatta sanatla zanaatin ya da teknolojinin ya da ilimle irfanın, hırsla tevekkülün bile diyebilirim- kitabında hayal kazanır  -Üzeyir Bey’in de not düştüğü gibi- her ne kadar gerçekte insanoğullarının hayatları hayalden çok hiyelle dolu olsa da.

Ne diyelim; demir bu romanın okurunun ellerinde kuş olsun ve okurunun hayali de bol olsun.

18.05.2020

Aykar SÖNMEZ

Visited 175 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version