Yazar: 18:54 Öykü

Kayıp Zamanların Peşinde

Adem Bey ve Kevser Hanım’ın görkemli bir düğünü olmadı fakat aralarındaki bağ, sonsuza dek mutluluk vadeden tüm masallardan daha kuvvetliydi. Kevser Hanım’ın kalbini ölene dek Adem Bey’e mühürlediği o gece, üstünde çocukluk hayallerini süsleyen altın işlemeli saten bir elbise yoktu belki. Ancak Adem Bey onun ellerini tuttuğunda yaşmağını ıslatan gözyaşları o ana dek hiç deneyimlemediği bir mutluluğun tesiriydi. Adem Bey’i daha önce kimseyi sahiplenmediği gibi sahiplenmiş, aynı şefkatle sahiplenilmişti.

Adem Bey ve Kevser Hanım’ı bu özel gecede yalnız bırakmayanların sayısı iki elin parmağını geçmezdi. Lâkin donanmadan eski dostları Adem Bey için bin adama bedeldi. Üvey kardeşi Yahya’nın varlığıysa paha biçilemezdi. Kevser Hanım’ın mahalleden üç çocukluk arkadaşı da kocalarıyla bu değerli ana tanıklık ediyorlardı. Ne yazık ki ikisinin de ana babaları o geceyi göremeden dünyadan göçüp gitmişti.

“Kevser,” demişti Adem Bey. “Senden önce benim tüm dünyam denizdi. Artık benim denizim sensin.”

“Adem,” demişti Kevser Hanım gülümseyerek. “Bu güzel ana münasip bir sözüm yok. Ne diyeceğimi bilmiyorum ama mutluyum.”

“İşte bu, tüm sözlerden daha kıymetli.”

Yaklaşık iki sene sonra, 1512 yılında, Adem Bey ve Kevser Hanım’ın aşkı meyvesini vermek üzereydi. Adem Bey Bursa’nın devasa tersanesinde gecesini gündüzüne katıp çalışarak karnı burnunda olan Kevser Hanım’ın elini sıcak sudan soğuk suya sokmuyordu. Osmanlı’nın eski başkenti, yeni gözden düşmüş şehri Bursa’da geçinmenin zorlukları olsa da Kevser Hanım’ın düğün gecelerinde söylediği söz ikisi için de kıymetini koruyordu: Mutlulardı.

Aynı yılın yağmurlu bir gecesinde, ansızın kapıları çaldığında Adem Bey düğünden beri görmediği üvey kardeşi Yahya’yla karşılaşacağından bihaberdi. Yahya, abisi Adem Bey’i görünce ona daha önce hiç sarılmadığı kadar sıkı sarılmıştı. Bohçasını kenara atıp salonun köşesindeki divana oturduğunda ancak soluklanabilmişti. Adem Bey, kardeşinin gözlerinden okunan tüm kaygıların, her solukta kaybolmaya başladığına şahit olurken bu beklenmedik ziyaretin hayra alamet olmayacağından endişeleniyordu. Yahya ise hikâyesini ancak hamile yengesini tebrik ettikten, şalvarını ve gömleğini değiştirdikten ve ikram edilen peksimeti yedikten sonra anlatmaya başladı.

“Raif Reis önderliğindeki ticaret gemisi Cihan Hazinesi’yle Portekiz’e karabiber ve tarçın taşıyorduk. Çuha Adası açıklarından güneye doğru ilerlerken Cenevizli korsan Tommaso di Castro’nun saldırısına uğradık. Her şey bir anda oldu. Raif Reis’i öldürdüler. Beraberinde birkaç iyi adamı da… Şerefsizler. İşe yarayanları esir aldılar. Müslümanım diye beni de öldüreceklerdi ama onlara tercüman olduğumu söyledim. Castro’nun adamlarından biri köle pazarında değerimin olacağını söyledi. Castro gülümseyip yanağıma iki şaplak attı. Başta çok korktum fakat bu hareket her ne kadar küçük düşürücü olsa da sanki içinde şefkat de barındırıyordu. Beni ve diğer esirleri prangalara vurup alt güvertedeki ambara indirdiler. Çaresizdim. Her gece ağladım ve her gece Allah’a dua ettim.

Tommaso di Castro’nun tuhaf alışkanlıkları vardı. Sabahları bizleri sopayla uyandırıp Ceneviz lehçesine çalan İtalyancasıyla küfürler savurur, sonra kıs kıs gülerdi. Akşam yemeğini alt güvertede bize nispet olsun diye karşımıza masa kurup yerdi. Arada bir boynuna asılı duran tahta parçasını öpüp alnına koyar ve o tahta parçasının hikâyesini bize tekrar tekrar anlatırdı. Yanımdaki esirlerin aksine ben çat pat İtalyancamla Castro’nun planını ve boynuna astığı o biçimsiz tahta parçasının neyi temsil ettiğini öğrenme fırsatı buldum. Vera Croce. Daha önce duymuş muydun? Çocukken Portekiz’de bu efsanenin masallarıyla büyüdüm. Gerçek Haç. İsa Mesih’in çarmıha gerildiği haç. Ya da onun bir parçası. Castro’nun dediğine göre Yeni Dünya’nın kuzeyinde, cennetin kapılarını açan yegâne anahtar. Böylesine kutsal bir hazinenin Tommaso di Castro gibi bir adamın eline nasıl geçtiğini bilmiyorum. Ama şunu biliyorum, ilk gün canımı bağışlayan Allah, üçüncü gecede de bana özgürlüğümü bahşetti. Aniden bastıran şiddetli fırtınaya karşı Castro’nun gemisinin hiç şansı yoktu. Fırtınayla beraber yaşanan arbedede prangalarımdan kurtulmayı başardım. Üst güverteye ulaşmamla beraber dengemi kaybedip kafamı bir yere çarpmış olmalıyım. Gözlerimi açıp kendime geldiğimde bir sahil kenarında olduğumu anladım. Daha sonra buranın Girit Adası sahili olduğunu öğrendim. Hemen yanımda ise kafatası parçalanmış bir beden yatmaktaydı. Başta tanıyamadım. Sonra boynundaki o biçimsiz tahta parçası bana bu ölü adamın kim olduğunu söyledi. Allah affetsin, Tommaso di Castro’nun cansız bedenini yağmaladım.”

Yahya yerden bohçasını aldı ve açtı. Bohçada birkaç yolluk ve pılı pırtının dışında Adem Bey’in gözüne çarpan iki şey vardı: Yıpranmış bir parşömen ve ondan çok daha eski, bitap görünen, işaret parmağı büyüklüğünde bir tahta parçası. Yahya tahta parçasını eline aldı ve onu abisine uzattı.

“Gerçek Haç.”

Adem Bey bir süre duraksadı. Sonra kahkaha attı.

“Yahya,” dedi Adem Bey. “Çek şunu Allah aşkına! Bu hurafelere inanmıyorsundur inşallah.”

“Hurafe değil.”

“E ne o zaman?”

“Elimdeki Gerçek Haç mı emin değilim ama anlatılanlar hurafe değil. Yeni Dünya’nın keşfinden beri kâşiflerden, gezginlerden, Kolomb’un yanında seyahat etmiş kimselerden öyle hikâyeler dinledim ki resmen bütün bu olanlar kıyametin habercisi. Ben inanıyorum. Cennetin, Yeni Dünya’nın sonunda olduğuna, bir gün cennete ulaşabileceğimize ve cennetin kapılarını elimdeki bu Gerçek Haç ile açabileceğimize, refahını ve bereketini kendi dünyamıza taşıyabileceğimize inanıyorum, abi.”

“Hıristiyan masallarına kendini kaptırıyorsun Yahya,” dedi Adem Bey. “Sen artık bir Osmanlı’sın, Portekizli değil.”

“Ben bir gezginim.”

“Sen bir hayalperestsin.”

Yahya gülümsedi. Bohçasındaki parşömeni alıp kucağına serdi. “Bu haritayı Martin Waldseemüller diye biri çizmiş. Castro’nun ön cebinde buldum. Castro bunun her yerine notlar almış. Büyük bir kısmı zırva. Ama,” Yahya parmağını haritanın kuzey batısındaki sularda gezdirdi. “Şuraya bak. Yeni Dünya’nın hemen üstünde. Occeanus Occidentalis yazısının altında.”

Adem Bey gözlerini kısıp haritaya baktı. Yahya’nın işaret ettiği yerde bir dörtlük yazılıydı:

Danze di luce nel freddo cielo

Porte del ciel sulla croce vera

Speranza e pace, è questo il segno

Brilla per chi cerca, qui è qui”

“İtalyanca mı bu?” dedi Adem Bey. “Ne diyor? Anlamıyorum.”

“Şöyle diyor,” dedi Yahya. “Soğuk gökyüzünde ışık dansları. Gerçek haç üzerinde cennetin kapıları. Umut ve barış, işaret bu. Arayanlar için parlıyor, işte burada.”

“Bu bir çocuk masalı,” dedi Adem Bey. “Bunu bana neden anlatıyorsun?”

“Çünkü bir planım var.”

“Hayret, çok şaşırdım!”

“Portekiz’deki tanıdık tüccarlar aracılığıyla bir gemi ve bir mürettebat ayarlayabilirim. Şayet yıllar sürecek böylesine tekinsiz bir yolculuğa çıkacaksam, yanımda güvenilir bir reis olsun isterim. Senin gibi tecrübeli bir reis.”

“Hayır Yahya, teşekkür ederim ama ben bu hurafeler için aradığın adam değilim.”

“Sen Osmanlı’nın ilk kalyonlarından birini kullanan reissin!”

“Ve onu batıran reisim.”

Bir süre sessizlik oldu. Adem Bey doğruldu. Yahya’nın kucağındaki parşömeni kıvırıp bohçaya attı. “Bak Yahya, bu yaştan sonra İslam’ı bırakıp yeniden Hristiyan olmak ve masalların peşinden koşmak istiyorsan yolun açık olsun. Benim burada işim gücüm, karnı burnunda bir karım var.”

Birkaç saat sonra yağmur dindi. Kevser Hanım’ın yatıya kalma ısrarlarına rağmen Yahya bohçasını toplayıp yürüme mesafesindeki evine gitmek için ayaklandı.

“Ben elhamdülillah hâlâ Müslümanım abi,” dedi Yahya, Adem Bey onu kapıya kadar geçirirken. “Sabrettiğinize karşılık size selam olsun! Dünya yurdunun sonu, cennet, ne güzeldir!

Adem Bey gülümsedi. “R’ad suresinden mi?”

Yahya başıyla onayladı. “24. Ayet.”

İki kardeşin evleri yakın olmasına rağmen o geceden sonra bir süre görüşemediler. İkisi de kendi meşgaleleriyle cebelleşiyor, gün sonunda bitkin düşüyorlardı. Adem Bey, çocuğuna kavuşacağı o büyülü günü sabırsızlıkla beklerken Yahya ise kafaya koyduğu Gerçek Haç efsanesini araştırdıkça gitgide hayalperest bir maceracıya dönüşüyor, bunu takıntı haline getiriyordu.

Yaklaşık bir ay sonra Adem Bey’in dokuz aydır beklediği hayırlı gün gelmişti. Ama maalesef o gün hayırlara vesile olamayacaktı.

Hayatta yalnızca talihsiz bir azınlığın şahit olabileceği akla hayale sığmayacak ıstıraplar vardır. Bu ıstıraplar insanı umutsuz bir karanlığa gömebileceği gibi o insanın bir Anka kuşu misali küllerinden yeniden doğmasını da sağlayabilir. Kevser Hanım’ın Adem Bey’e bir oğlan çocuğu bahşetmek için canını dişine taktığı, tarif edilemez fiziksel acılara göğüs gerdiği o gecede Adem Bey kendi ıstırabına şahit oldu. Ne yazık ki Kevser Hanım’ın narin vücudu acıya dayanamadı. Yatakta son nefesini verirken tek dileği, oğlunun ilk nefesini ciğerlerine solumasıydı. Heyhat, Kevser Hanım’ın dileği gerçekleşseydi eğer bu öykü de yazılamayacaktı.

O gece Adem Bey hem hayat arkadaşını, hem de yeni doğan biricik oğlunu kaybetti. Ve ağladı. Gözleri şişene, yüz kasları ağırlaşana, uykusu kederine karşı galip gelene kadar ağladı. Ertesi gün uyandı, daha yüzüne su çarpmadan yine ağladı. Bu iki sene boyunca böyle devam etti.

Adem Bey iki sene boyunca kaybettiği ailesinin yasını tuttu. Her gün tersaneye gitti, kendini işe adadı. Her Allah’ın günü bu acıyla karışık özlemin dinmesini, kalbindeki karanlık boşluğun kaybolmasını umdu. Acısı hiç dinmedi. Hep ilk günkü kadar tazeydi. Karısını ve çocuğunu yeniden görme arzusunun sağduyusuna meydan okuduğu bir gecede ise kardeşi Yahya’nın kapısının önünde bitti.

Yahya bu iki yıllık süreçte teselli niyetine abisiyle yakınlık kurmak istese de Adem Bey kendi inine çekilmiş, yalnızlığı kucaklamayı seçmişti. Fakat şimdi kardeşine hiç olmadığı kadar ihtiyacı vardı.

“Hâlâ bir reise ihtiyacın var mı?” diye sordu Adem Bey, Yahya’yla selamlaşıp içeri girdikten sonra.

“Evet,” dedi Yahya. “Elbette!”

“Bana planını anlat.”

“Tommaso di Castro’nun notlarını tekrar tekrar inceledim. Cennetin kapılarının Amerika’nın kuzeyinde olduğundan hiç şüphem yok”

“Amerika?”

“İşte,” dedi. Yere oturup bağdaş kurdu ve haritayı açtı. “Haritanın çizerinin Yeni Dünya’ya verdiği isim bu. Bak, Amerika! Kuzeyinde ise sana gösterdiğim dörtlük yer alıyor. O dörtlüğü hatırlıyor musun?”

“Evet, soğukta dans eden ışıklarla ilgili bir şeydi.”

Soğuk gökyüzünde ışık dansları. Gerçek haç üzerinde cennetin kapıları. Umut ve barış, işaret bu. Arayanlar için parlıyor, işte burada. Bence gayet açık ve net.” İşaret parmağıyla haritada yazan dörtlüğün üstüne iki kez dokundu. “İstikametimiz burası.”

“Pekâlâ, mürettebatı ve gemiyi nereden bulacağız?”

“Tercüman olduğum zamanlar Portekiz’e yaptığım ticari yolculuklarda pek çok varlıklı adamla dostluk kurma şansı yakaladım. Aralarından tanıdığım en uçuk kaçık, bir o kadar da kesesi ağır olan tüccar ise Fernão Gomes da Mina’ydı. Gomes yıllardır Gine Körfezi’ndeki ticaret ağını yönetiyor. Daha doğrusu, yönetiyordu. Seneler önce, onu en son gördüğümde çok yaşlı bir adamdı. Şimdi iyice elden ayaktan düşmüş. İşleri oğulları arasında pay etmiş. Şanslıyız ki oğullarından biri, Leopoldo, benim sıkı dostum. Son karşılaşmamızın üzerinden yıllar geçmiş olsa da onunla hâlâ mektuplaşırız. Planımı, Gerçek Haç’ı biliyor. Neye hizmet ettiğini de… Leopoldo’nun emrinde yedi karavel bulunuyor. Bunlardan dördü gine biberi ihracatından, ikisi köle ticaretinden sorumlu. Sonuncusuysa Lizbon limanında çürümeye terk edilmiş. Faraó do Mar. Yani Deniz Firavunu. İşte, bizim gemimiz o olacak. Baharda Leopoldo’yla beraber büyük Fernão Gomes’in huzuruna çıkacağız ve planımızı anlatacağız. Ona tabii ki Gerçek Haç’tan ya da cennetin kapılarından bahsetmeyeceğiz. Orada konuşma faslını bana ve Leopoldo’ya bırak. Gomes’in onayıyla beraber Leopoldo bize güvenilir bir mürettebat ayarlayacak. Ve sen de Faraó do Mar’ın dümenini tutacaksın.”

“Yahya,” dedi Adem Bey tereddütle. “Diu Muharebesi’nden beri reislik yapmadım ben. Onun da nasıl sonuçlandığını biliyorsun… Artık reis değilim. Hem daha önce bir karavele hiç ayak basmadım.”

“Sen kalyon kullandın be abi! Karavel mi kullanamayacaksın?”

“Her şeyi düşünmüşsün,” dedi Adem Bey. “Peki, hakikaten cennetin kapılarına ulaşabilecek miyiz, onları tekrar görebilecek miyim?”

“Emin değilim,” dedi Yahya. “Ama inanıyorum.”

Yaklaşık üç ay sonra, iki kardeş 17 Mayıs 1516 sabahı Lizbon limanına ayak bastığında onları Leopoldo’yla beraber güneşli bir hava karşıladı.  İkili, Leopoldo’nun bej rengi, yaldızlı at arabasına bindiler. Arabanın kapısında Gomes’in arması, geleneksel altın takılarla donatılmış sağ kısımda ise üç Gineli kadın işlemesi yer almaktaydı. Leopoldo güler yüzlü ve sıcakkanlıydı fakat pek konuşkan değildi. Konuştuğu zamanlar ise Adem Bey ile direkt iletişime geçemiyor, aralarındaki dil bariyerini Yahya ortadan kaldırıyordu.

Lizbon tıpkı İstanbul gibi yedi tepe üzerine kurulu, keşmekeşi eksik olmayan bir şehirdi. Gomes’in konağı da bu tepelerden birinde, São Vicente’de bulunuyordu. Yolculukları sırasında Leopoldo ile Yahya kendi aralarında konuşurken Adem Bey dışarıyı süzüyor, Lizbon Katedrali önünde ebelemece oynayan çocuklara, heybetli São Jorge Kalesi’nin yorgun muhafızlarına, Bairro Alto pazarlarındaki curcunaya, dar sokakları viyola ve lavta yankılarına boğan müzisyenlere ve onlara eşlik eden dansçılara şahit oluyordu. Diu Muharebesi’nden beri kafasında ötekileştirdiği bu halkın aslında kapı komşularından pek de bir farkı olmadığını görüyordu.

Konağa geldiklerinde onları kalabalık bir hizmetçi grubu ve birkaç muhafız karşıladı. Büyük salonda Fernão Gomes’in huzuruna çıktıklarında ise Adem Bey şaşkınlığını gizleyemedi. Gomes tıpkı kardeşinin dediği gibi elden ayaktan düşmüş, bir deri bir kemik kalmıştı. Salonun ortasındaki ihtişamlı koltuğuna sanki uzun zamandır oradaymış ve bir daha o koltuktan hiç kalkmayacakmış gibi yayılmıştı. Genç, hizmetçi kadın Gomes’e sıcak çorba içiriyor, çenesine akan damlaları mendille siliyordu.

Konuşma boyunca Adem Bey’in ağzını bıçak açmadı. Zira Yahya’nın bir yandan çeviri yapmaya vakti olmadığından konuşmaların tek kelimesini bile anlamamış, neticede ara sıra huzursuzlaşan bu ateşli sohbette sesini duyuramamıştı. Sohbet boyunca Leopoldo, babasına olan bağlılığından ödün vermezken, Yahya ise sözlerini sakınmamıştı.

Leopoldo ve Yahya, Gomes’e kuzeybatıdaki keşfedilmemiş Yeni Dünya topraklarından ve bereketinden bahsettiler. Batının zenginliklerinin orada onları beklediğinden ve erken davrananın kazançlı çıkacağından, ülkesine bir gemi dolusu altınla beraber itibar da getireceğinden bahsettiler.

“Osmanlıların batıya yelken açtığı nerede görülmüş?” dedi Fernão Gomes. “Saçmalık!”

“Senyör Gomes, Faraó do Mar’da sizin sancağınız dalgalanacak,” diye yanıt verdi Yahya. “Ve keşfettiğimiz her toprakta da.”

“Önemi yok,” dedi Gomes. “Dümeni bir Osmanlı tutacak.”

“Baba-”

“Sen dur!”

“Senyör, ülkece Kolomb’u reddettiniz ve o batının bütün refahını İspanya’ya getirdi,” dedi Yahya. “İkinci bir Kolomb’u daha reddetmek istemezsiniz.”

Gomes’in gözleri büyüdü. Cılız elleriyle koltuğun kenarlarını kavrayıp doğrulmaya çalıştı.

“Bu ne cüret!” diye bağırdı Gomes. “Portekiz’e Kolomb gibi on adam gelse benim kadar refah sağlayamazdı. Ben bu ülkeyi yeniden inşa edenlerdenim!”

Bir süre sessizlik oldu.

“Delikanlı,” dedi Gomes. “Adın neydi senin?”

“John,” dedi Yahya. Doğum adını söyledi.

“John, hırslısın. Gözlerinden belli, kendine güveniyorsun. Ama ben sana güvenmiyorum. Böylesine uçuk bir plan için bir Osmanlı’ya ve Müslüman bir Portekiz melezine gemi falan emanet edemem.”

“Baba, Faraó do Mar benim sorumluluğumda. Ben onlara güveniyorum.”

“Evet, senin sorumluluğunda. Madem o kadar güveniyorsun, sen de onlarla bu yolculuğa çıkacaksın. İddia ettiğiniz gibi yeni keşifler ve zenginliklerle dönerseniz şayet sizi servete boğacağım. Lâkin beni hayal kırıklığına uğratırsanız emrine verdiğim her şeyi kardeşlerin arasında pay edeceğim Leopoldo.”

Konuşulanların tek kelimesini bile anlamayan Adem Bey hariç herkesin nefeslerini tuttuğu o birkaç saniyede Leopoldo Yahya’ya ve anlattığı büyülü efsaneye olan güvenini sorguladı. Arkadaşının gözlerine baktı, derin bir iç çekti.

“Pekâlâ baba. Siz nasıl isterseniz. İkinci kaptanları olurum.”

Gomes’le olan görüşmeden sonraki bir ay Faraó do Mar’a çekidüzen vermekle, erzak hazırlığıyla ve mürettebat aramakla geçti. Leopoldo’nun dostu Gustavo sayesinde yirmi sekiz kişilik bir mürettebat toplandı. Tıpkı Gomes’e olduğu gibi mürettebata da aynı hikâye anlatıldı. Ne Gerçek Haç’ın ne de cennetin kapılarının adı geçti. Mürettebatın odağında iki şey vardı: Nam ve altın. İki kardeşin mürettebatla Bairro Alto’daki O Barril meyhanesinde ilk defa yüz yüze geldikleri gece ise Adem Bey için beklenmedik bir karşılaşmaya gebeydi.

Leopoldo ve Gustavo mürettebata tam bir hafta sonra çıkacakları uzun yolculuk hakkında son detayları verirken Adem Bey ile Yahya da onların yanında yer alıyordu. Konuşma boyunca gözlerini kendisine diken bir mürettebat üyesi Adem Bey’in dikkatini çekti. Soru sorma faslına geçildiğinde bu tanıdık sima söze girdi.

“Estava na Batalha de Diu?” diye sordu adam, Adem Bey’in gözlerinin içine bakarak. Yahya adama yanıt verdi. Adam buna karşılık sesini yükselterek hiddetle Portekizce birkaç kelime sarf etti ve yere tükürdü. Neler döndüğünü anlamayan Adem Bey meraklı gözlerle Yahya’ya baktı.

“Javier sana Diu Muharebesi’nde bulunup bulunmadığını sordu,” dedi Yahya.

“Bu yüzden mi öfkeli?” diye sordu Adem Bey. “Ona artık asker olmadığımı söyle”

“Çoktan söyledim.”

“O ne dedi peki?”

Bir Osmanlı askeri ölene kadar Osmanlı askeridir, dedi.”

27 Haziran 1516 sabahı Faraó do Mar ve mürettebatı yola çıkmaya hazırdı. Gemi Lizbon’dan ayrılırken şehir bulutsuz bir gökyüzüyle onlara veda etmiş, hava berraklığını hafta boyunca korumuştu. Adem Bey yaklaşık yedi yıl sonra açık denizin kokusunu içine çekmenin saadetini yaşıyordu. Karadan uzaklaştıkları anda reislik görevini icra etmeye başlamıştı. Mürettebata verdiği her emir ve yönlendirmede Yahya onun sesi oluyordu.

Bu bir haftalık süreçte Adem Bey mürettebatın hemen hemen hepsinin sevgi ve saygısını kazanabilmiş, dahası Yahya’dan öğrendikleriyle bir süre sonra Portekizce talimatlar bile vermeye başlamıştı. Yalnızca Javier ve birkaç arkadaşı emirleri yerine getirirken memnuniyetsizliklerini belli ediyorlardı. Hatta birkaç defa bir Müslüman kaptandan emir almak istemediklerini mürettebat şefleri Gustavo’ya iletmişlerdi. Gustavo onlara birkaç kez sözlü uyarıda bulunsa da Javier’in arkadaş grubu kendilerini mürettebatın geri kalanından yavaş yavaş soyutlamaya devam etmişti. Javier üçüncü kez Gustavo’nun yanına gidip Adem Bey hakkında saygısızca konuştuğunda ise Gustavo’dan güzel bir şamar yemişti.

Adem Bey, Javier’in içinde kendisine karşı büyüyen düşmanlığın farkında olsa da bunu bir tehdit olarak görmüyordu. Tayfa, açık denizde tüm insanlıktan izole, türlü zorluklarla mücadele ederken Adem Bey’in Javier sorununu kulak arkası etmesi biraz da çaresizliktendi.

Mürettebat şefi Gustavo, idare biçimiyle ve adabıyla iki kardeşin güvenini kazanmış, kısa bir süre sonra gerçeği öğrenme şerefine nail olmuştu. İki kardeşin Gustavo’ya bu kadar hızlı güvenmelerindeki bir diğer sebep de Gustavo’nun yakın zamanda çok sevdiği biricik babasını kaybetmiş olmasıydı. Asıl planı duyduktan sonra Gustavo’nun taze kederi yerini nahif bir umuda bırakmıştı.

Faraó do Mar kuzeybatı istikametinde dur durak bilmeden ilerlerken kaptan Adem Bey, tercüman Yahya, ikinci kaptan Leopoldo ve mürettebat şefi Gustavo her sabah kaptan kamarasında Waldseemüller’in haritası üzerinde saatlerce stratejilerini tartışıyorlardı. Javier ise geminin kodamanlarını her gün dikkatle gözlüyor, kapalı kapılar ardında bunca süre neler konuşulduğunu merak ediyordu.

Yolculuğun on ikinci gecesinde Faraó do Mar şiddetli bir fırtınayla karşı karşıya kaldı. Mürettebat fırtınadan sağ çıkabilmek için can havliyle mücadele edip Adem Bey’in emirlerini yerine getirirken Javier ise bunu kaptan kamarasına sızmak için bir fırsat olarak gördü. Kapıyı ardından kapayıp kamarayı talan etmeye başladı. Bir yandan dengesini sağlamaya çalışırken diğer yandan yolculuk notlarını kurcalıyor ve her dakika gerçeği öğrenmeye bir adım daha yaklaşıyordu.

Mürettebatın saatlerce süren mücadelesinin ardından güneş ağarırken fırtına dindi. Adem Bey fırtına boyunca mürettebatı soğukkanlı bir şekilde idare ederek ne kadar yetenekli bir kaptan olduğunu tüm tayfaya kanıtlamış oldu. Faraó do Mar dengesini yeniden kazandığında, gemideki herkesin soluklanması için bir fırsat doğdu. Akabinde oluşan kısa süreli sessizliği bozan kişi, kaptan kamarasının kapısını sertçe çarparak elinde Waldseemüller’in haritasıyla güverteye çıkan Javier oldu.

“Bizi kandırdılar!” diye bağırdı Javier. “Batının zenginliğine değil, bir peri masalına yelken açmışız!”

Javier’in peşi sıra attığı nutuk belki sakin bir günde mürettebatı isyana teşvik edebilirdi fakat fırtınanın ardından tüm mürettebat, Javier’in dostları bile, yorgun ve uykusuzdu. Gerçek planı bilen dörtlü hariç herkes Javier’i yarım kulak dinledi. Ertesi gün Adem Bey, Javier’e isyana teşvikten beş kırbaç cezası verdi. Ceza alt güvertede herkesin gözü önünde Gustavo tarafından uygulandı. Javier, kıçına vurulan beş kırbaç darbesinin ilk üçünde sessizliğini korumayı becerse de son ikisinde haykırdı. Suratı kıpkırmızı oldu, gözlerinden yaş geldi. Her darbede öfkesi daha da alevlendi.

Yolculuğun üçüncü haftasında, Faraó do Mar Lizbon limanından yüzlerce fersah uzaktayken ilk defa bir kara parçasıyla karşılaştı. Gözcünün seslenmesi üzerine Adem Bey baş kasaraya koşup dürbünüyle karayı gözledi. Boynuna asılı duran Gerçek Haç’ı avucunun içine alıp sıkıca tuttu. Gemi karaya yaklaştı ve demir attı.

Mürettebat karaya ayak bastığı anda bu adada bir tuhaflık olduğunu anladı. Daha önce hiçbir yerde görmedikleri egzotik ağaçlarla ve yabani bitkilerle karşılaştılar. Kıyıdaki kum tanelerinin rengi açık karamelden sarıya çalıyor, gün ışığını tıpkı bir ayna gibi yansıtıyordu.

Adem Bey ve mürettebatı etrafı süzerken yaklaşık bir haftadır sessizliğini koruyan Javier büyük bir kahkaha patlattı. Dizlerinin üstüne çökmüş, ellerini kumun içine gömmüştü.

“El Dorado!” diye bağırdı Javier, avuçladığı kum taneleri kollarından akarken. Altın şehir!

Mürettebatın ağzı kulaklarına vardı. Kıyının bir o köşesine, bir bu köşesine koşuşup çeşitli renklerdeki yakutları toplamaya, som altından kayaları sırtlamaya, ceplerini altın tozuyla doldurmaya başladılar. Bu kısa süreli disiplinsizliğin ardından Adem Bey’in emriyle beraber mürettebat eski nizama geri döndü.

Adem Bey kılıçların kınlarından çıkarılmasını emretti. Zira adanın büyülü bereketi hayra alamet olmayabilir, onları beklenmedik bir tehlikeyle karşı karşıya bırakabilirdi. Kıyıyı geride bırakıp ağır adımlarla ormanın derinliklerine, adanın iç kısımlarına doğru ilerlediler. İlerledikçe ormanın derinliklerinden kıkırdamalar duymaya başladılar. Her adımlarında uzaklardan gelen bu tiz kıkırdamalar daha da netleşiyor, akabinde tayfanın kalbi gitgide daha hızlı atıyordu. Etraftaki çalılıklardan kıpırtılar gelmeye başlayınca tayfa sırtını içe vererek daire oluşturdu. Dışarıdan gelecek herhangi bir tehlikeye karşı herkes tetikteydi. Çalılıklardan yavaş yavaş, eli kılıçlı küçük siluetler çıkmaya başladı. Tayfa ışığın altında bu siluetlerin küçük birer çocuk, ellerindekininse tahta kılıçlar olduğunu gördü. Altın işlemeli yırtık giysiler giymiş olan bu esmer köylü çocukları, tayfaya reverans yaparak kıkırdamaya başladılar. Çocuklar ormanın derinliklerine doğru koştular. Tayfa da onları takip etti.

Adanın merkezindeki açıklığa vardıklarında güneş tam tepelerindeydi. Karşılarındaysa tüm ihtişamıyla El Dorado şehri duruyordu. Şehrin tam ortasında altından devasa bir piramit yer alıyordu. Piramidin eteklerinin ucuna inşa edilmiş görkemli malikaneler, çok katlı yapılar ve tapınaklar ormana doğru gidildikçe yerini mütevazı tek katlı evlere bırakıyordu. Ne tuhaftır ki en mütevazı ev bile baştan aşağı saf altındandı. El Dorado sakinlerinin yerleşimlerine yansıyan sınıfsal ayrım, altın kumaşları, yakut işlemeli takıları ve tokalarıyla giyim ve kuşamlarında hiç hissedilmiyordu bile.

Neye uğradığına şaşırmış olan tayfa, Adem Bey’in emri üzerine kılıçlarını kınlarına geri soktu. Ormanda karşılaştıkları çocuklar büyüklerinin eteklerini çekiştiriyor, şehri ziyaret eden yabancıları işaret ediyorlardı. Bir süre sonra küçük bir kalabalık tayfanın etrafında toplandı ve onları meraklı gözlerle süzmeye başladı. Adem Bey reverans yaparak niyetinin barışçıl olduğunu göstermek istedi. Tayfa da onu takip etti. Kalabalık, bir tepki vermedi. Ardından koca cüsseli bir adam kalabalığı yararak tayfanın karşısına çıktı.

“Hoş geldiniz yabancılar,” dedi adam gülümseyerek. “Benim adım İnti.”

İnti’yi gören El Dorado sakinleri diz üstü çöktü. Tam Adem Bey ve tayfası da aynını yapacakken İnti başını iki yana salladı.

“Sizler misafirsiniz.”

İnti’nin emri üzerine tayfa büyük, altın işlemeli tahtırevanlarla şehrin merkezine, piramidin merdivenlerinin önüne taşındı. Piramidin tepesindeki salonun ortasına devasa bir sofra kuruldu. Fırından yeni çıkmış ekmekler, pastalar, daha önce hiçbir yerde görmedikleri tatlılar, çeşit çeşit meyveler, taze sebzeler, koca fıçılarda şaraplar önlerine serildi. Mürettebat sofradakilerle karnını, dansöz ve zennelerle de gönlünü doyuruyordu. Mürettebatın aksine Adem Bey, Yahya, Leopoldo ve Gustavo kendilerini şehirdeki bereketin rehavetine kaptırmak yerine kafalarındaki soru işaretlerini gidermek için İnti’yi dikkatle dinliyorlardı.

“Burada istediğiniz kadar kalabilirsiniz yabancılar,” dedi İnti. “Yiyip içebilir, eğlenebilirsiniz.”

“Türkçe konuşuyorsun,” dedi Adem Bey şaşkınlıkla.

“Hayır,” dedi Yahya. “Portekizce konuşuyor.”

“Hangi dili duymak istiyorsanız o dili konuşuyorum,” dedi İnti. “Ve siz de hangi dili konuşuyorsanız o dili duyuyorsunuz.”

“Bu imkânsız!” dedi Leopoldo. Adem Bey Leopoldo’nun ağzından çıkan sözcüklerin Türkçe olduğuna yemin edebilirdi.

“Burada her şey mümkün,” diyerek cevap verdi İnti tebessümle. “İstemeniz yeter.”

“Sen Tanrı mısın?” diye sordu Gustavo.

“Kimine göre Tanrı, kimine göre baba, kimine göre dost, kimine göre düşmanım,” dedi İnti.

“Sen gerçek misin?” diye sordu Yahya.

“Kimine göre gerçeğim, kimine göre değilim. Eğer ayırt edemiyorsan, bir önemi var mı?” Gülümsedi.

“Burası cennet mi?” diye sordu Adem Bey.

“Kimine göre cennet, kimine göre cehennem. ”

“Karşılığında ne istiyorsun?” diye sordu Leopoldo. “Niyetin ne?”

“Niyetim sadece sizi memnun etmek,” dedi İnti. “Burada istediğinizi yapabilirsiniz. Ancak iki şartım var: Çalmayacaksınız ve kan dökmeyeceksiniz.”

Adada günler günleri kovalıyor fakat güneş hiç batmıyordu. Bir süre sonra mürettebatın en erdemlilerinin iradelisi dahi El Dorado’nun bolluk ve bereketi karşısında yenik düştü. Yahya ve Leopoldo bile şehrin güzelliklerinden nasibini aldı. Yalnızca Adem Bey ve Gustavo dünyevi zevklerden kendilerini soyutluyor, bu yolculuğa çıkmalarındaki ulvi niyeti sürekli kendilerine hatırlatıyorlardı. Çünkü onlar, bu adada aradıkları yegâne şeyi, kaybettikleri kişileri bulamamışlardı. Adem Bey, Kevser Hanım’ı ve yeni doğmuş bebeğini görmenin umudunu hâlâ gönlünde taşıyor, bu adada şahit olduğu mucizelerle birlikte Gerçek Haç efsanesine inancı daha da artıyordu. Ne Adem Bey ne de mürettebat adada kaç gün geçirdiklerinin takibini yapamamıştı. Fakat uzun süredir orada olduklarını biliyorlardı.

Adem Bey, bir sabah uyandığında uzun zamandır uğramayan karanlık boşluğun, kalbini yeniden kapladığını hissetti. Karısının ve çocuğunun özlemine artık dayanamadığını ve o günün adadaki son günleri olduğunu biliyordu. Yahya, Leopoldo ve Gustavo’ya haber verdi. Mürettebatın toplanıp Faraó do Mar’a dönme vakti gelmişti. Adem Bey tayfası adına İnti’ye şükranlarını sundu.

Tayfasını ormanın girişinde bekleyen Adem Bey’in yanına önce Yahya ve Leopoldo vardı. Ardından Gustavo mürettebatın bir kısmıyla yanlarında bitti. Adem Bey mürettebatı gözüyle saydı.

“Burada on beş adam var,” dedi Adem Bey. “Mürettebatın geri kalanı nerede?”

“Her yere baktık,” dedi mürettebat şefi Gustavo. “Kıyıya bizden önce vardılar herhalde.”

Adem Bey ve yanındakiler kıyıya vardıklarında tehlike çanları çalmaya başladı. Mürettebatın geri kalanı adanın taşını toprağını Faraó do Mar’a götürmek için sandallara yüklüyorlardı.

“Ne yapıyorsunuz siz?” diye bağırdı Adem Bey. “Hepsini geri koyun. Çalmayacağız!”

“Görmüyor musun be adam!” dedi Javier. “Bu adanın altına ihtiyacı yok. Hiçbir şeye ihtiyacı yok.”

“İnti’ye söz verdik.”

“Bize de söz vermiştiniz,” dedi Javier. Kılıcını çekti. “Faraó do Mar bizim. Lizbon’a dönüyoruz.”

“Kan dökülsün istemiyorum.”

“Ben de öyle,” dedi Javier, kılıcını Adem Bey’e doğrultarak. “O yüzden uzaklaşın. Şehre geri dönün.”

Yahya’nın da kılıcını çekmesiyle beraber iki taraf kavgaya tutuştu. Çıkan arbedede çeliğin çeliğe çarpma sesi havada yankılandı. Çığlıklar birbirine girdi. Ve kan döküldü. Yahya, Javier’in ilk birkaç saldırısını savuştursa da daha fazla dayanamadı. Javier’in son hücumundan kaçamadı ve boğazına aldığı bir kılıç darbesiyle ağzından kan fışkırdı. Boğazından oluk oluk kan boşalırken boynunu sıkıca tuttu ve hıçkırıklara boğuldu. Kardeşinin çaresiz debelenişlerine şahit olan Adem Bey panikle yanına koştu. Dizlerinin üstüne çöküp Yahya’nın elini tuttu. Yahya donuk gözlerle abisine bakıyor, şiddetli çırpınışları giderek yerini ufak kasılmalara bırakıyordu. Tam o sırada Javier bağırarak Adem Bey’e yukarıdan bir darbe indirmeye kalktı. Adem Bey, daha yaşadıklarının şokunu atlatamamış olsa da çevik bir hamleyle kenara kaçıp Javier’in ani darbesinden kurtulmayı başardı. Yere düşen kılıcını aldı ve Javier’in ikinci darbesini savuşturdu. Ardından üçüncüyü de… Lâkin Javier ayakta avantajlı konumdaydı ve her darbede Adem Bey’in üstüne yürüyordu. Adem Bey ise gitgide güçten düşüyordu. Beşinci darbeyi de savuşturduktan sonra Javier’in ayağına çelme taktı. Dengesini kaybeden Javier, Adem Bey’in üstüne kapaklandı. Kılıç hâkimiyetini kaybeden ikili boğuşmaya başladı. Birbirlerine yumruk atıyorlar, birbirlerinin saçlarını ve kulaklarını çekiyorlar, pençelerini ve dişlerini birbirlerine geçiriyorlardı. Javier, Adem Bey’den daha genç, daha güçlü ve daha çevikti. Nitekim boğuşmanın kazananı da Javier oldu. Bir eliyle Adem Bey’in kafasını altın kuma itiyor, diğer eliyle boğazını sıkıyordu. Adem Bey kendisi için yolun sonunun geldiğini kabullenmişti. Kevser Hanım’a ve bebeğine düşündüğünden daha erken kavuşacaktı. Bu yüzden kendini serbest bıraktı. Gözlerini kapayıp karanlığı kucakladı. Her yer karanlığa ve sessizliğe büründü. Yüzüne sıçrayan kanla beraber ölümün hafif uykusundan kalkışı bir oldu. Javier’in cansız gözleri ona doğru bakıyor, ağzının içinden çıkmış iki elli bir Portekiz kılıcının ucundaki kan damlaları Adem Bey’in yüzüne damlıyordu.

Gustavo kılıcını geri çekti ve Javier’in bedenini kenara itti. Adem Bey’e elini uzattı. Adem Bey ayaklanınca kıyıda oluşan kan gölünü gördü. Gustavo ve birkaç iyi adamın korumasıyla beraber Adem Bey sandallara doğru ilerledi. Leopoldo mürettebattakilerle beraber altınları boşaltmış ve sandalları kullanıma hazır hale getirmişti. Faraó do Mar’a doğru kürek çekmeye başladılar. Gemiye bindiklerinde hiç vakit kaybetmeden karavelin demirlerini çözdüler. Sancak ve iskotalar hazırlandı. Adem Bey açık denize dümeni kırdı. Mürettebata emri veren ise Gustavo’ydu.

“Para o oeste!” diye bağırdı Gustavo. Batıya!

Adem Bey geride bıraktıkları büyülü adaya baktı. Akan taze kanın altın toprağı kirlettiği bu adada artık güneş batıyor, batarken de El Dorado giderek kömürleşiyordu. Çürüyen ada yavaşça suyun altına ve tarihe gömülüyordu. Sanki daha önce hiç var olmamıştı ve bir daha asla var olmayacaktı.

Sonraki birkaç hafta Adem Bey ve mürettebatı için zorlu geçti. Leopoldo ve Gustavo dışında gemiyi idare eden yalnızca dokuz kişi vardı. Görece az kişi olsalar da erzakların büyük bir kısmı çürüdüğünden kıt kanaat geçiniyorlardı. Ne Faraó do Mar ne de mürettebat bir fırtınayı daha atlatabilecek güçte değildi. Ilıman iklim yerini dondurucu soğuğa bırakmıştı. Bunca ıstırap yetmezmiş gibi bir de mürettebat arasında iskorbüt baş göstermişti. Adem Bey tüm bu meselelerle cebelleşirken bir yandan Leopoldo ve Gustavo’yu yolculuğa devam etmeye ikna etmeye çalışıyor, lâkin dil bariyerinden dolayı bu konuda pek başarılı olamıyordu. Leopoldo dümeni Lizbon’a kırma taraftarıyken Gustavo ikilemdeydi. El Dorado adası tüm mürettebata peşinde koştukları efsanenin gerçek olabileceği inancını aşılamıştı. Ancak bu uğurda açlıktan öleceklerse belki de artık vazgeçmenin vakti gelmişti.

Adem Bey Yahya’nın yasının da etkisiyle son birkaç günde kendini alkole vermiş, kamarasında inzivaya çekilmişti. Mürettebat bu durumdan hoşnut değildi tabii ama kimsenin yeni bir isyana ne cesareti ne de mecali vardı.

Tayfa, yaz mevsiminde yola çıktığından acımasız soğuğa karşı pek hazırlıklı değildi. Bu yüzden geceleri karavelin idaresi zorlaşıyordu. Adem Bey, şarabın etkisiyle erken uyumaya başlamıştı. Mürettebat üzerinde kontrolü giderek kaybettiğinin o da farkındaydı. Gustavo ise sadakatinden ödün vermemeye çalışsa da mürettebatın vahim durumunu gördükçe bu maceraya artık bir dur demek istiyordu.

Adem Bey’in yine erkenden sızdığı bir gece Gustavo onu telaşla uyandırdı. Kaptan kamarasına izinsiz girmişti ve Adem Bey için bu yalnızca bir anlama geliyordu: Geri dönüş vakti gelmişti.

Adem Bey Gustavo’yla beraber güverteye çıktığında herkes oradaydı. Tüm mürettebat büyülenmişçesine gökyüzüne bakıyordu. Adem Bey başını kaldırdı ve yıldızların altındaki renk cümbüşü karşısında nutku tutuldu. Bir oraya bir buraya dalgalanan kuzey ışıkları herkese tüm dünyevi sorunlarını bir anlığına da olsa unutturmuştu. Adem Bey boynuna asılı duran Gerçek Haç’ı bir kez daha avucuyla sardı.

Soğuk gökyüzünde ışık dansları,” dedi tebessümle. Gerçek Haç’ı boynundan koparıp gökyüzüne tuttu. “Gerçek haç üzerinde cennetin kapıları.

Adem Bey havaya kaldırdığı bu küçük tahta parçasının parıldadığına yemin edebilirdi. Tahta parçasını tuttuğu doğrultuya baktığında ise ufukta küçük bir ada gördüğünden neredeyse emindi.

Tüm mürettebat yüce bir iman gücüyle seferber oldu. Adem Bey’in Yahya sayesinde ezberlediği birkaç Portekizce talimatla mürettebat ana yelkeni kaldırdı, floku gevşetti ve serenleri ayarladı. Yaklaşık bir buçuk saat sonra kıyıya demir atıp karaya ayak bastılar. Ayak bastıkları anda hepsi buranın cennet toprakları olduğunu anladı. Çünkü artık ne aç ne susuz ne de hastalardı. Soğuktan çeneleri titremiyor, iskorbütten diş etleri kanamıyordu. Hepsi erginliklerinin doruk noktasındaki kadar kuvvetli hissediyordu. Ve en önemlisi, artık korkmuyorlardı.

Onları göz kamaştırıcı üzüm ve zeytin bahçeleri, pırıl pırıl akan berrak dereler, yemyeşil çayırlar ve şarkı söyleyen bülbüller karşılamıştı. Cennetin sakinleri sefasını sürdürürken ipekten ve satenden beyaz elbiseleriyle ışık saçıyorlardı. Kendini beşeriyetten soyutlamış bu ruhani yuvanın yanında El Dorado kokuşmuş bir gecekondu mahallesi gibi kalıyordu.

Adem Bey’in hayallerinden bile güzel olan cennetin kıyısında aradığı şeyin ise muadili hiçbir dünyada yoktu. Uzaklara baktı. Ve Kevser Hanım’ı gördü. Kucağında bebeğiyle Adem Bey’e doğru geliyordu. Her adımında onunla süzülen altın işlemeli saten elbisesi içinde adeta bir melek gibi görünüyordu.

“Adem,” dedi Kevser Hanım bir adım kala. Adem Bey’in yüzünü şefkatle okşadı. “Yıllar sana acımamış.”

“Kevser,” dedi Adem Bey. Onu alnından öptü. “Hiç değişmemişsin.”

Kevser Hanım bebeği Adem Bey’in kucağına verdi. Adem Bey biricik oğlunun tebessümü içinde kayboldu.

“Yahya sizinle gelmedi mi?” diye sordu Kevser Hanım.

“Burada olur diye düşünmüştüm,” dedi Adem Bey. Kevser Hanım üzüntüyle başını iki yana salladı.

Bu hikâyenin yazarı, Adem Bey ve ailesinin nice çilelere göğüs gerdikten sonra birlikte sonsuza dek mutlu yaşadıklarını sizlere söylemek isterdi. Fakat ne yazık ki öyle olmadı. Çünkü ne mutluluk sonsuza kadar sürerdi ne de sonsuzluk…

Başta mutlulardı tabii. Adem Bey ailesine, Gustavo babasına, Leopold ve mürettebatın geri kalanıysa arzuladıkları her şeye kavuşmuştu. Hepsi günlerini zevkusefa içinde geçiriyordu. Yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarındaydı. Her güne yeni bir hevesle başlıyor, her günü başlarını kuştüyü yastıklara huzurla koyarak bitiriyorlardı. Ne kadar zaman geçirdiklerini bilmiyorlardı ki umurlarında da değildi. Hep mesutlardı ve mesut kalacaklarına inanıyorlardı.

Bu huzur dolu harmonide ilk çatırdama Leopoldo’nun kıyıdaki sandala atlayıp Faraó do Mar’a geri dönmesiyle başladı. Günler geçti, haftalar geçti ama Leopoldo bir daha görünmedi. Leopoldo’nun yokluğunu kimse fark etmedi. Fark etselerdi de Leopoldo için endişelenemeyecek kadar mutlulardı. Leopoldo’nun ardından birkaç mürettebat üyesi daha Faraó do Mar’a geri döndü. Cennette kalan mürettebat üyeleri gidenlerin “ışık gözümü alıyor” ya da “artık yediklerim tat vermiyor” gibi sözler sayıkladıklarına şahit oldular. Gustavo da benzer sebeplerden dolayı gemiye döndü. Huzursuzluk, cennetteki fani konuklar arasında tıpkı bir bulaşıcı hastalık gibi yayılıyordu. Ve bu hastalık bir sabah Adem Bey’e de sıçradı. Güne her zamanki gibi eşi Kevser Hanım’ı ve bebeğini öperek başladı. Bebeğinin alnına kondurduğu son buseden sonra yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu anladı. Sanki kalbini ve ciğerlerini karanlık bir pençe avuçlamış, aldığı nefesin bile tadını acılaştırmıştı. İlk birkaç gün bunu Kevser Hanım’a söyleyemedi. Utandı. Dayanmaya çalıştı. Ancak içinde biriken huzursuzluk giderek ıstıraba dönüşüyor, her anını yaşanılmaz kılıyordu.

“Kevser,” dedi Adem Bey. Eşini kollarının arasına almıştı. Günbatımını seyrediyorlardı. “Sana bir şey söylemek istiyorum.”

“Biliyorum,” dedi Kevser Hanım. “Ne hissettiğini biliyorum.”

“Neden böyle hissediyorum?” Adem Bey’in gözlerinden yaşlar süzülüyordu.

“Çünkü buraya ait değilsin,” dedi Kevser Hanım. “Daha ait değilsin.”

“Geri dönmek istemiyorum, burada sizinle kalmak istiyorum.”

“Bir gün yeniden birlikte olacağız Adem,” dedi Kevser Hanım. “Sana düğün gecemizde ne dediğimi hatırlıyor musun?”

“Söyleyecek söz bulamamıştın,” dedi Adem Bey tebessümle. Gözyaşlarını sildi.

“Ne demiştim?”

“Mutlu olduğunu söylemiştin.”

“Evet, mutluydum. Şimdi de mutluyum,” dedi Kevser Hanım. “Ama sen mutlu değilsin. Biz birbirimize aittik ve bir gün yeniden birbirimize ait olacağız.”

“Sensiz nasıl yaparım?”

“Benden önce tüm dünyan denizdi,” dedi Kevser Hanım. “Benden sonra da yine tüm dünyan deniz olacak.”

Adem Bey Kevser Hanım’a sarıldı. Kokusunu içine çekti ve dudaklarına bir buse kondurdu. Bebeğinin başını okşadı. Ardından teslimiyeti kabullenip mürettebatın kalanıyla beraber Faraó do Mar’a geri döndü.

Adem Bey’in emriyle yelkenler açıldı. Temiz bir rüzgâr yakalandı ve tayfa Lizbon’a dönüş yoluna koyuldu. Açık denizde geçen zorlu birkaç haftanın ardından nihayet bir sabah kara göründü. Fakat tayfa gördükleri karşısında şaşkınlığa uğradı. Limana yanaşırken buranın Lizbon değil de başka bir büyülü ada olduğuna yemin edebilirlerdi. Lâkin Lizbon Katedrali de São Jorge Kalesi de yerli yerinde duruyordu. Geri kalan her şeyse bambaşka bir medeniyetin, yüzyıllar sonrasına ait bir medeniyetin eseriydi.

Faraó do Mar limana yanaştığında takvim 18 Ekim 2022 tarihini gösteriyordu. Liman yolunun üstünde meraklı bir kalabalık toplanmıştı. Ceplerinden telefonlarını çıkarıp bu antik gemiyi ve içindeki tayfayı ölümsüzleştiriyorlardı. Kalabalık, tayfadakilere gülümsüyor, el sallıyor, öpücükler atıyordu. Adem Bey’i ve Gustavo’yu ürküten bu tepkiler Leopoldo için tam tersi bir etki yapmıştı. Leopoldo da limandaki kalabalığa el sallıyor, gülümsüyordu. Kalabalık, bütün bu olanların turistik bir gösteri olduğunu düşünürken Leopoldo ise onurlandırıldığını, bir kahramana dönüştüğünü sanıyordu. Hevesle geminin merdivenlerinden indi. Leopoldo iskeleye ayak bastığı anda ise hem Adem Bey ve mürettebatı, hem de limandaki kalabalık dehşete düştü. Birkaç saniye içinde Leopoldo’nun yüzünde kırışıklıklar belirdi, cildi matlaştı ve sarktı. Saçı ve sakalı önce beyazladı, sonra döküldü. Tüm bedeni yalnızca kemikleri kalana kadar çürüdü ve son olarak iskeleti de toza dönüştü. Gustavo endişeyle Leopoldo’nun arkasından inmeye kalktı. Fakat Adem Bey onu kolundan yakaladı ve güverteye geri itti. Adem Bey’in emriyle mürettebat geminin demirlerini çözdü. Adem Bey telaşla dümene geçti ve bağırdı: “Para o oeste!”

Editör: Elif Türkoğlu

Latest posts by Berkay Oğuz Aykan (see all)
Visited 54 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version