“Hakkari’de Bir Mevsim” sinema dünyasına vizyona girdiği tarihte, başka bir dil geliştiren alışagelmişin dışında başka bir şey söyleyen uyarlama bir film. Yazar Ferit Edgü’nün, 1977 yılında ilk baskısı “O” adıyla çıkan romanından, 1982 yılında sinemaya Erden Kıran tarafından uyarlanmış. 1983 yılında da Berlin Film Festivali Gümüş Ayı ödülüyle yurda dönmüştür.
Yazar o coğrafyada bulunduğu süreçte tanık olduklarını, yani gerçekleri hayatla harmanlamış, bu harmanlayış yalın ve çok temiz bir dille de beyaz perdeye aktarılmıştır. Belki de izleyicide bu kadar derin bir karşılık bulmasının sebebi de budur.
Film, Ferit Edgü’nün Hakkâri’de bulunduğu dönemde çekilmiş bir fotoğrafındaki giysilerin benzerini giymiş olan başroldeki öğretmen karakterinin kulakları yırtarcasına tırmalayan rüzgârla birlikte, karlı dağları aşarak köye gelmesiyle başlar. Böylece, başlangıçta verilmek istenen esrarengiz atmosfer ve o büyük belirsizlik, karlı dağ görüntüleri ve rüzgâr sesleriyle çok net şekilde karşılanmış olur. Sanki bir boşluktan o köye bırakılmışlık, hissi geçer seyirciye. Köy halkı kendi gibi olmayanların yanlarına yörelerine uğramadan geçmelerine “hancı değil yolcu olmalarına” o kadar alışmışlardır ki orada, onlarla kalmak isteyebilen birine canı gönülden “Hoş gelmişsen,” demekten alıkoyamazlar kendilerini. İşte tam bu sahnede öğretmenin kadrajından “ötekiler” gösterilirken, bu şartlarda yaşamaya mecbur bırakıldıkları gerçeğiyle yüzleşmiş, ama her şeye rağmen gözlerindeki umut kıpırtılarını kaybetmeyen bir topluluk görürüz. Kamera açısı değişip öğretmeni gösterdiğinde ise geldiği yerden bakmakla, bu topraklarda olmak arasında derin bir yarık olduğunun farkına varmış birinin gözleri yansır kameraya. Yönetmen burada “öteki” olan aslında kim sorusunu sordurur seyirciye.
Kimdir öteki gerçekten. Senaryolarını, toplumun içindeki gerçek karakterlerden oluşturan yönetmenler, filmlerinde, susturulanlara, ezilenlere, toplumdan dışlanmış olanlara, farklı olanlara yer verir. Çünkü sinemanın gerçek olanı yansıttığını bilirler.
İşte o an anlarız ki, kendine has bir sinema kimliği olan ve bu “uzak” coğrafyayı işleyişiyle bölgenin, izleyici açısından görünür kılınmasında büyük bir katkı sağlayacak bir film ve yönetmenle karşı karşıyayızdır.
Erden Kıran, toplumcu sinemayı benimsemiş bir yönetmen olarak, insanların değişmek ve gelişmek için ortaya koydukları özgürleşme, irade, emek kavgasının ve bozulmuş adalet duygusunun altını kalın çizgilerle belirginleştiren bir objektife sahiptir. Aynı zamanda karakterlerini kimlikleri, etnik kökenleri veya toplumsal statüleriyle detaylandırmakta. ülkenin gelişmişlik düzeyi de karakterlerini biçimlendirmektedir
Hakkâri’de bir Mevsim’de ve daha önce Orhan Kemal’in ölümsüz eserinden uyarlanan “Bereketli Topraklar Üzerinde” filminde de bu duruşunu görürüz. Burada nasıl unutulmuş bir köyde yalnızlaştırılan, ötekileştirilen insanları görüyorsak “Bereketli Topraklar Üzerinde” filminde de Çukurova’daki tarım ve fabrika işçilerinin dünyasını izleriz. Bu iki filim yönetmenin toplumsal gerçeklik anlayışıyla çekilmeleri açısından ve açlık sınırı nedir bilen, hastalıktan değil ilaçsızlıktan, doktorsuzluktan ölen insanların yokluk içindeki yaşantılarına değinilmesi bakımından benzerlik gösterir.
Çekildikleri dönemde yasaklanmaları da bir başka benzeyen noktalarıdır. Bu iki filmde sinema tarihi açısından adeta toplumcu gerçekçiliğin birer sembolüdür.
Yönetmenin Hakkari halkının şivesini ve o coğrafyada kullanılan dili detaylı biçimde yansıtmış olması filmin gerçekliğine gerçeklik katmıştır. Bu gerçeklik duygusu filme aynı zamanda bir belgesel havası da kazandırmış. Ama filmin genelinde gördüğümüz şiirsel dil, bizi bu havadan uzaklaştırıyor. Bahsettiğim öyle çiçek, böcek betimlemeleri gibi bir şiirsellik değil tabii ki. Gerçekle düş arasında gidip gelmemizi sağlayan, su gibi akıcı bir anlatımla, söylemek istediğini çok net ve tüm çıplaklığıyla yeniden söyleyen, adeta o yörenin insanı gibi gerçek bir dil. Film zaten en büyük gücünü bu seçilmiş kelimelerden alıyor bence.
Bunu etkileyici kelimelerin en anlamlı şekilde bir araya geldiğini de öğretmenin çocuklara veda ettiği son sahnede görüyoruz. Öğrencilerine bütün öğrettiklerini unutmalarını söylediği o sınıf sahnesinde, insan yediği ekmekten içtiği sudan giydiği ayakkabı markasından nefret eder hale geliyor… Sadece bir kuş uçuşu mesafede olan fakat adaletten yoksun eşitlikten habersiz, sadece yaşamak için yiyen donmamak için giyinen çocukların, kadınların, insanların olduğu görmek boğazda yeni düğümler açmaya yetiyor da artıyor bile.
Filmi izlerken insanın içini büyük bir, umutsuzluk, yalnızlık ama en çokta kocaman ve simsiyah bir karamsarlık hissi kaplıyor. Nefes alamıyor gibi oluyor insan birden. O sınıfta görünen her çocuk hapsoldukları o dünyada yok olup gidecek ve biz hiçbir şey yapamayacağız hissiyle baş etmeye çalıştığımızı düşünürken buluyoruz filmin sonunda kendimizi. Aslında tam da yönetmenin istediği gibi.
Şimdi düşünüyorum da izlerken göz pınarlarımı zorlayan, içimi çok derinlerde bir yeri hoyratça hırpalayan bir bu filmde öğretmenin dediği doğrudur belki de. “Burada dünya başka şekilde dönmektedir. Hatta belki de döndüğünü bilmek bu topraklarda çok da önemli değildir. Burada kalacak olan, karda yalınayak yürüyüp ölmeyecek olan onlardır’.”
Çünkü böyle düşünmezsem ben de devam edemem biliyorum. “Onlar” dediklerimiz “biz” oluncaya kadar da bu hep böyle kalacaktır.
- Kime Kadın Denir? - 22 Nisan 2021
- Karın Üstünü Örtemediği Bazı İklimler: Hakkari’de Bir Mevsim - 23 Şubat 2021