Tik tak tik tak…

Kaç dakikadır bu sese odaklıyım bilmiyordum. Sanki düşüncelerim, bu ritme kendini kaptırmış, zihnimin içinde bir köşeden diğer köşeye yol alıp duruyordu. Bencillik miydi bu yaptığım? İnsan bazı şeylerden vazgeçince bencil mi olurdu? Hislerim, suyun akışının tersine gidiyormuş gibiydi. İçimde yaşananların, olması gerekenden farklı oluşu, vicdanımın beni esir alıp, karşıma oturup dik dik bakmasına neden oluyordu. Saatten gözlerimi ayırıp soluk mavi duvarlara baktım. Herkes bu sefer gerçekten ayrılık vakti gelmiş gibi davranıyordu. Ama bana hiç yabancı olmayan umut, sol yanıma oturmuş, ‘vazgeçme, vazgeçme! İnanmaya devam et’ diyordu. İçimizde verdiğimiz en büyük savaşların ortasında çıkıp geliyordu bu his. Pandora’nın kutusundan, en son çıkıp aramıza karışmış olmanın utangaçlığı ile sarıyordu kalbimizi. Küf kokmuş düşüncelerin, hislerin ortasında deniz gibi kokuyordu sanki. Ben de, yine bu duyguya inanmayı seçmiştim.

O hasta olalı üç yıl olmuştu. Her seferinde doktorlar ölmesi yakındır diyorlardı. Ben gibi onun da umuda sımsıkı tutunduğuna eminim çünkü üç ay değil tam tamına üç yıl tutundu hayata. Başlarda her kötüleştiğinde, bu sefer ‘kanser’ onu ele geçirdi diyordum fakat zamanla yüzsüz bir alışkanlık tuttu içimi. İnsan, olacak kötü şeylere alışabilir miydi? Ben alışmıştım. Belki de bu yüzden şu an herkes başındayken, ben saat seslerine takılıyor, boş duvarları seyrediyordum. Çoktan gidecek olma fikrine kendimi alıştırdığım için… Başlarda iyileşeceğine inancım tamdı fakat zaman geçtikçe erimeye başlayan bir kar tanesi gibi hızla kötüleşti. Saçları döküldü. Eskiden dışarıdan içeriye girmek istemezken, dışarıya çıkamaz oldu. Sürekli kusup, yemekler ona acı veriyormuşçasına yemeden, içmeden kesildi. Ve zamanla etrafındaki insanlar dahi kendisi bile, iyileşeceğine dair inancını kaybetti. 

Açıkçası ben, yavaşça sizi terk eden bir insana nasıl veda edilir bilmiyorum. O benim çocukluğum, naftalin kokan sandığım, sabahları hazır bulduğum, emekle hazırlanmış kahvaltılarımdı. Bir daha anne diyememek! Bu insana verilen büyük bir ceza mıydı? İşte bu düşüncelerin beni esir almasından korktuğum için çoktan kendimi teselli etmiştim. ‘Ne olacaksa olacak zaten, birgün o son gelecek. Belki de onu bekleyerek yaşamak, kendime verdiğim büyük bir ceza… Bu yüzden, ben kendimi artık cezalandırmak istemiyorum. Çok üzüleceğim fakat şimdiden üzülmek istemiyorum.’ Demiştim. Bu sözleri şimdi hala tüm gamsızlığım ile içimde tekrar edebiliyordum. İyi bir evlat değilmişim gibi hissediyordum. Saatin altında sallanan o sarkaç gibiydi kalbim. Öylesine salınıyordu. Çoktan geçmiş bir saatin, diğerinin öncekinin aynısı olacağını bilerek, aynı ritimle sallanıyordu. Ben ona bu yüzden, önceden olacakları bilerek, uzun zaman önce anne demeyi bırakmıştım. Kan bağımıza meydan okurcasına, sadece bir hizmetçi gibi ona bakıyordum. Bunu benden o istemiyordu. Bunu, kendime yapmayı ben istemiştim. Sanki hislerim körelirse, canım daha az acıyacak diye düşünüyordum. Bu, işte bu, vedamın başlangıcıydı. Annemizin bir parçası olmaktan, ilk defa onun rahminden ayrıldığımızda vazgeçeriz sanıyordum. Unutmuştum, onun içinde üretilen bir yumurta hücresi olup, aylarca ona tutunduğumu. Ben, ben olmadan önce bile onun bir parçasıydım. Dünyaya gözlerimi açtığım an, onun DNA’sının bir parçasıydım. Büyüdükçe hal ve hareketleri olmuştum. Güzel bir kadın oldukça da içinde oluşan endişeydim. Düşüncelerinin içinde var olan, kaybetme korkusu, ben onun küçük kanseriydim belki de.  Ve bu kanser büyümüş, sadece olacakları bekliyordu. Sevgim. Çocukluğum. Hislerim nereye gitmişti? Asla vazgeçemeyeceğim bu kutsal kadından, nasıl olur da çabucak vazgeçebilmiştim? O ben toprak olsam dahi asla vazgeçmezdi. Bunu bildiğim halde ben sadece ölebileceği ihtimali ile o günü beklemiştim. Çünkü hala çocuk yanım onun o yataktan bir savaşçı edası ile kalkıp, yanıma geleceğini umuyordu. Düşüncelerim arasında dolanırken, saat seslerinin artık olmadığını fark etmiştim. Gözlerim saate kaydı. Durmuştu. O an hafif bir rüzgar esti. Koridorun başından tekerlek sesleri yankılandı. Sarkaca baktım. ‘Bak gördün mü? Odaya alıyorlar yine o içindeki kurumak bilmeyen sarmaşığa meydan okudu’ dedim. Kız kardeşimi koridorun başında gördüm. Gözleri şişmiş, hıçkırarak bana doğru geliyordu. Ardından çarşafla örtülü bir sedye onu takip ediyordu. Saate tekrar baktım. Sesi geliyordu. Ama hareket etmiyordu! ‘Annem öldü’ dedi buğulu bir ses. İçimi ansızın küf kokusu kapladı. Kulağımda, kendi çocuk sesim yankılandı. ‘Anne yere düştüm. Dizlerim kanadı.’ …‘Yumurtalı ekmek yapar mısın?’  Bembeyaz çarşafa baktım bir süre. Yaklaştım. Ellerim bir başkasının eliymişçesine hareket ediyordu. Çarşafı açtım. Gitmişti. Al yanakları, gülen yüzü, savaşçı bakışları, hayata kafa tutan kahverengi gözleri gitmiş. Yerine sadece bir beden kalmıştı. İçi boş, soğuk bir kalıp… Yanağına, avucumu koyduğumda, teninin soğukluğunu hissettim. İşte o an umut Pandora’nın kutusuna yeniden hapsoldu, hatıralarım düzensiz bir sırayla zihnimde yer buldu. Hani kabullenmiştim? Hani uzaklaşınca canım daha az yanacaktı? Yanımda vicdanım, son zamanlar ona yabancı oluşumu hatırlatmış, kanım yabancı bir sıvıymış gibi damarlarımı yakmıştı. 

Ben ondan değil, meğerse çoktan kendimden, çocukluğumdan vazgeçmiştim. İşte şimdi bir başlangıçtaydım. Hikâyemde (yaşamımda) kendime yabancı oluşumun girişini yapmıştım. 

Latest posts by Beril Hilal Kılıç (see all)
Visited 26 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version