-Kadıköy ne zaman beş lira oldu? El insaf! Daha iki hafta önce iki buçuk liraya götürdün.

-Bilmiyormuş gibi konuşuyorsun beyamca, petrol ambargosu malûmun, benzine zam üstüne zam geliyor, bu para cebimize giriyor da zengin mi oluyoruz sanıyorsun?

-Petrol ambargosuymuş! İyi buldunuz mazeretinizi! İstediğiniz gibi at koşturun. Vermiyorum kardeşim beş lira, üç liraya götürürsen götür. 

Elli altı model siyah Chevrolet’nin içindeki diğer on yolcu bu isyana katılıp katılmamak arasında kararsızdı. Bir uğultu yükseldi. Şoför dolmuşa her binenle aynı pazarlığı yapmaktan  sıkılmıştı. Ama bugün, bu sağanak yağmurda tüm kozlar ondaydı. Kontağı kapattı mı, herkesi arabadan atmasını da bilirdi. Pişkin pişkin kasketini baş parmağının ucuyla arkaya itti. Bir sigara yaktı, gözlerini kısıp dumanını ciğerlerine çekti, dikiz aynasından arkadaki yolcuların akıllarının başlarına gelmesini bekliyordu.

-Başbakan Ecevit’e mektup yazacağım! Dedi tiz sesiyle şoförün tam arkasında oturan ufak tefek kadın.

Onun yanında oturan Hulusi bey bir saatine baktı bir de straponten arabanın küçük camlarının buğusunun ardında sabahtan beri durmaksızın boşalan sağanak yağmura. Yeni öğrencisinin ilk dersine geç kalmamak için evden kırk dakika erken çıkmıştı fakat dolmuşun yolcularla dolması yirmi dakika sürmüştü bile. Daha tren istasyonuna varacak ondan sonra da tarif edilen evi arayıp bulacaktı. İlk intibayı çok önemserdi ve geç kalmak kesinlikle berbat bir başlangıçtı. Üstelik, “Zaman,” derdi hep konservatuardaki öğrencilerine, “tıpkı hayat gibi müziğin de yapı taşıdır, ona hâkim olmazsanız geri kalan her şey yalpalar”.  Eliyle burnunun dibine giren sigara dumanını hızlı hızlı yelpazeledi. 

-Hadi, dedi, herkes dörder lira versin de biz de işimize gücümüze yetişelim. 

Tok sesi, yılların saygın bir eğitimcisi olarak öyle doğal bir otoriteye sahipti ki, kimse itiraz etmedi. Pazarlık için sağanağa güvenen şoför bile dikiz aynasından Hulusi bey’e ters ters bakıp, istemeye istemeye marşa bastı. Sonunda sarı damalı dolmuş yolcularıyla beraber yola çıkmıştı. 

İstasyona vardıklarında, Hulusi bey arabadan aceleyle indi. Tarife göre istasyonun ilerisindeki köprünün altından geçip soldan ikinci sokağa sapacaktı. “Az ilerde, altında çiçekçinin bulunduğu apartman” diye tarif etmişti Ahmet bey.

Bir hafta kadar önce, ortak bir arkadaşları aracılığı ile yemekli bir toplantıda tanıştırılmışlar, konu  sadede gelince Ahmet bey oğluna piyano dersleri aldırmak istediğinden bahsetmişti. “Oğlum henüz dört yaşında, fakat şimdiden müziğe yatkınlığı olduğunu düşünüyoruz, demişti. Üstelik çok hevesli. Sizin gibi değerli bir hocadan hususi ders alması onun için çok büyük bir şans olur, lütfen bizi kırmayın.” Hulusi bey hevesli öğrencileri önemserdi. Ahmet bey’i kırmadı. Bir hafta sonrası için sözleştiler.

Fakat bir hafta sonra havanın bu kadar kötü olacağını kimse tahmin edememişti. Birbiri ardına çakan şimşekler, sokağın ıslak parke taşlarını ve civardaki evlerin pencerelerini maviye boyuyordu. Şemsiyesini açmasıyla onun rüzgardan ters dönmesi bir oldu, ucuna asılmıştı, fakat bu, fırtınada yelken açmak gibiydi, rüzgar onun iri cüssesini oradan oraya sürüklüyordu. Şemsiyeye asılmanın anlamı yoktu, hemen onu gözden çıkarıp kaldırımın üzerine atıverdi.

Köprüyü bulmalıydı. Gözlerini yağan yağmur damlalarından sakınmak için kısıp tarifteki köprüyü aradı. Neyse ki onu çabucak gördü. Ordaydı köprü. Köprüye doğru yürümeye başladı fakat, bir yandan yüzüne gözüne tokat gibi çarpan rüzgara karşı durmak, bir yandan üç adımda bir yerde birikmiş sulara batıp çıkmak, bir yandan da traşlı yüzünden süzülüp yakasından içeri giren yağmur damlalarıyla başetmek kolay değildi.

Başkası olsa bu havada evinden dışarı adım atmazdı. Hele Hulusi bey gibi önemli bir müzik uzmanı, kendini ağırdan satardı. Nitekim eşi ona: “İnadı bırak da, telefon edelim, dersi iptal et, demişti. Hem artık hususi ders de verme çok yoruluyorsun”. Fakat elli altı kış görmüştü Hulusi bey. Ayrıca disiplin insanıydı. Söz vermişti bir kere. Üstelik, dört yaşında müziğe heves eden şu ufaklığı da merak ediyordu. “Şeker değiliz ya eriyelim.” demişti eşine ve yola çıkmıştı. 

“Hususi ders vermeymiş. Yok artık…” diye içinden söylenerek soldan ikinci sokağın başına gelmişti. Az yürüdü fakat görünürde çiçekçi dükkânı filan yoktu.  “Belki biraz daha ilerdedir” diye diye sokağın sonuna kadar geldi. “Belki sokağın diğer tarafında kalıp, gözümden kaçmıştır” deyip, karşı kaldırıma geçip aynı sokağı bir de ters yönde yürüdü. Fakat yine çiçekçi dükkanı göremedi. “Soldan ikinci sokak değil miydi yoksa, belki de birinci sokaktır” diye düşünüp, bir alt sokağı, orda da bulamayınca bir üst sokağı boydan boya yürüdü. Yok. Bu çiçekçi dükkanını araya araya bulamayacaktı. Etrafta sorabileceği kimse de yoktu. Issızdı sokaklar. Bir sokak lambasının altına gelince saatine baktı. Ders beş dakika önce başlamış olmalıydı. En kestirmesi, Ahmet bey’e telefon açıp istasyondan onu gelip almasını rica etmekti.

Fakat bu yağmurda telefon kulübesi bulmak da kolay iş değildi. Tam sağa sola koşturmaya başlayacaktı ki, birden istasyonda en az bir kulübe vardır diye düşünüp doğruca oraya yöneldi. Nitekim, oraya vardığında peronda iki tanesi yan yana duruyordu. Prensip olarak bozuk paraları koyduğu para çantasında mutlaka iki adet jeton bulundururdu. Bir telefon edebilmek bazen o kadar önemli olabiliyordu ki.  

Paltosunun iç cebinden telefon fihristini çıkardı. A harfinin en altına son eklenmiş numarayı buldu. Ahizeyi kaldırdı. Jetonu delikten içeri attı. Fakat jetonun düştüğünü belli eden o metalik tınıyı duyamadı. Yumruğunu sıkıp, jeton kanalının bulunduğu bölgeye, geç kalmış olmanın da verdiği sinirle, iki sert darbe vurdu. Ahizeyi dinledi. Fakat çevir sesini duyamadı. Düşmemişti jeton. Çaresiz, belki, ikinci jeton birinciye ağırlık yapar da düşürür diye elinde kalan son jetonunu da delikten içeri attı. Nafile. Ankesörün jeton haznesi dolmuş olmalıydı. 

Telefonun önünde bir süre öylece, ne yapacağını bilemeden, kaldı. Ankesöre bir iki yumruk daha atıp sonuç alamadıktan sonra, çaresiz, pes etti. Eve dönecekti. Tabii bu yağmurda araç bulabilirse. Boşu boşuna bu havada dışarı çıkmış, bu kadar eziyete katlanmıştı. İlk derse geç kalmak berbat bir başlangıçsa saatler sonra gelemeyeceğini haber vermek bundan da beterdi. Fakat elinden de başka  bir çözüm gelmiyordu. Telefon fihristini kapatıp tekrar cebine koymak üzereyken, defterin kenarından taşan kağıdı fark etti. Ahmet bey’in kendi el yazısıyla evinin adres tarifini yazdığı kağıttı bu. Açtı:

“…köprünün altından geçtikten sonra, sağdan ikinci sokak, çiçekçinin üstü.”   

Alnına avucunun içiyle bir tokat attı. Tabii ya. SAĞDAN ikinci sokak. “Ah Hulusi…” dedi kendi kendine. “Ah Hulusi…Nasıl böyle aptalca bir hata yapabiliyorsun?” Kulübeden fırlayıp, köprünün altından bir kere daha geçti. Sağdaki ikinci sokaktan içeri girdi. İşte kocaman tabelasıyla çiçekçi dükkanı sokağın başından bile fark ediliyordu.  

Perişan bir görünümde fakat tüm zorlukların üstesinden gelip amacına ulaşmış olmanın verdiği huzurla üçüncü katın kapısının önüne geldi. Zilin altını okudu: Ahmet Say. Nihayet. 

Zilin duyulmasıyla, içerden bir çocuk çığlığı koptu, ardından kapıya doğru patır patır koşan küçük adımlar. Arkasındaki itiş kakış ve karmaşadan sonra kapıyı Ahmet bey açtı. Yüzünde sıcacık bir gülümseme vardı. Bacağının arkasında ise, muzipçe saklanan, sevinçten pırıl pırıl parlayan iki kömür karası gözleriyle dört yaşlarında bir oğlan çocuğu.

“Hoşgeldiniz hocam, dedi Ahmet bey. Doğrusunu söylemek gerekirse, ben bu havada gelemezsiniz diye tahmin etmiştim. Fakat Fazıl haklı çıktı, geleceğinizden emindi.” Oğluna bakıp siyah saçlarını şefkatle okşadı. “Tam bir haftadır bugünü bekliyor. Varsa yoksa piyano dersi. İçeri buyrun lütfen, üstünüzdekileri alalım.”

—————————

Latest posts by Arpi Haddeler (see all)
Visited 19 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version